iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi
Vakit Namazınızı Kıldınızmı?

Hoş Geldiniz Forumdaki Konulardan Tam Anlamıyla Faydanalabilmek İçin Giriş Yapınız Uye Degılsenız 1 Dakıkanızı Ayırarak Kayıt Olunuz---ByNoKta
iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi
Vakit Namazınızı Kıldınızmı?

Hoş Geldiniz Forumdaki Konulardan Tam Anlamıyla Faydanalabilmek İçin Giriş Yapınız Uye Degılsenız 1 Dakıkanızı Ayırarak Kayıt Olunuz---ByNoKta
iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi

CİNLERE, ŞEYTANLARA, İFRİTLERE ve DİĞERLERİNE, BÜYÜYE VE SİHRE KARŞI İNSANLARIN KALESİ ( SİTEMİZDEKİ HERŞEY ÜCRETSİZ ve KARŞILIKSIZDIR )
 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Muhyiddin ibn Arabi nin CELÂLET “KELİMETULLAH” KİTABI

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
islam73
Medaratör

Medaratör
islam73


Mesaj Sayısı : 3832
Kayıt tarihi : 04/03/10
Nerden : Türklügün Bekcisi ve islamin Kölesi

Muhyiddin ibn Arabi nin CELÂLET “KELİMETULLAH” KİTABI Empty
MesajKonu: Muhyiddin ibn Arabi nin CELÂLET “KELİMETULLAH” KİTABI   Muhyiddin ibn Arabi nin CELÂLET “KELİMETULLAH” KİTABI Icon_minitimeÇarş. Mayıs 05, 2010 10:32 pm

KİTABUL’LCELÂLETİ VE HUVE KELİMETULLAHİ
CELÂLET “KELİMETULLAH” KİTABI
Bismillahirrahmanirrahim
Değiştirme ve güç Ondandır.
Bismillahirrahmanirrahim.. Salât ve selâm Muhammed'e ve aline olsun. Allah kapıları
açandır. Celalet Kitabı, bundan maksat "Allah" kelimesidir. Yazan: Şeyh Muhyiddin b.
Muhammed el-Arabî.
Allah'a hamdolsun. Bir hamd ki sırlar O'nu bilemez, ruhlar tanıyamaz, akıllar idrak
edemez, kalbler kapsayamaz, nefisler muttali olamaz ve ağızlar dile getiremez. O bütün
ezeli hamdleri üzerinde toplamış, ebedi hamdlere uzanıvermiştir, hamd edenlerin eşlerden
ve benzerlerden tenzih edişleriyle kutsanmıştır. Salât ve selâm bütün kelâmı toplayan
kitabı getiren Efendimiz Muhammed'e olsun. Ki yüzler Onun kaimliği karşısında boyun
eğmiş, alınlar O'nun önünde eğilmiştir. Devamlı ve her zaman yerine getirilen bir görev
olarak salât ve selam üzerine olsun. Diller ululuğunu andıkça, ağızlar yüceliğini dile getirdikçe
bütün salât ve selâmlar O'nun üzerinedir. O'na ve seçilmiş bütün ağırbaşlı ve içten
AH! eden bütün resullere selâm.
İmdi...Bu kitapta Allah'ın celâletinin kapsadığı bazı sırlardan ve işaretlerden söz
edeceğim. Diyorum ki: Esmalar /isimler açısından "Allah", sıfatların taşıdığı anlamlar
açısından zat konumundadır. Dolayısıyla muhakkiklere göre bütün isimler O'nun kapsamına
girmekte, O'ndan çıkmakta ve O'na yükselmektedir, bu taalluk mahiyetinde bir ilişki,
yaratılma mahiyetinde değil. İşin aslı, bu isimler zatı gösteren delillerdir, başka değil. Sonra
bunlar bir çok çerçevede ve sayısız mertebelerde ortaya çıkarlar. Çünkü bu çerçevelerde
zatr tasavvur etmenin bir faydası yoktur çünkü bu mertebeler bir takım anlamlar ve hükümler
gerektirirler. Dolayısıyla bu çerçevede celâlet, isimlerin anlamlarıyla ilgili olarak ihtiva
ettiği manayı verir. Ki bu isim de bu anlam açısından böyle bir fayda sağlar ve bu anlam
sırf kendisine özgüdür. Bunda söz konusu ismin şerefi de vardır. Çünkü celâlet, bütün
isimlere hakim oluşuyla ve ihata etme özelliğiyle onun yerine kaim olmuştur. Örneğin günah
işleyen bir kimse, "ey Allah! Beni bağışla", dediği zaman, celâlet (Allah ismi) burada
Gaffar ismine naiblik etmektedir. Bu isteğe cevap olarak ancak Gaffar isminin anlamı
çerçevesinde karşılık verilir. Ve celâlet ismi kayıtlardan münezzeh olarak kalır. Sonra
celâlet, bütünüyle gaybtir. Onda şehadet (görünür) aleminden bir şey yoktur. Belli bir
vakitteki hareketten kaynaklanan derin hissediş durumu başka. O da "Allah" deyip başka
bir şey dememenle ilgilidir. Çünkü bu sırada O zuhur eder, O'ndan başkası sırf gaybtir.
Lafzı kast ediyorum. Yazı ve rakama gelince, mutlak gaybtan ibarettir, başka değil.
Biliniz ki, "ALLAH" lafzı, altı harf içermektedir: Elif, Lam, Lam, Elif ve Ha... Bunlardan
dördü zahirdir, yazıda görünürler. Baştaki Elif ve gaybin başlangıcı olan lam, ki diğer lam'ın
içine girdirilmiştir (mudğama), şehaditin (görünürlüğün) başlangıcı "lam" ve bu lam şeddeli
olarak telaffuz edilir. Bir de kimlik "ha"sı.
Bunların dördü telaffuzda zahirdir: Kudret elifi, şehadetin başlangıcı olan lam, zat elifi
ve huve (o)nin ha'sı. Bunlardan biri de ne lafızda ne de yazıda yer alan "vav"dır. Ancak
telaffuzda buna delalet edilir. "Huve"nin vav'ını ve yazıdaki kimlik vav'ını kast ediyorum.
Böylece harfler sınırlandırılmış oluyor. Lam orta alem içindir. Orta alem derken manevi bir
alem olan berzah alemini kast ediyorum. Ha, gayb içindir. Vav, şehadet alemi içindir. Allah
mutlak gayb olduğu için ve içinde de şehadet aleminin vav'ı da yer alınca, dudak harfi olan
bu vav'ın Allah lafzında zuhur etmesi mümkün olmamıştır. Bu yüzden yazıda da telaffuzda
da yer almaz. Yani gayb içinde gaybdir. İşte gayb dediğimiz zaman bunu kast ediyoruz.
Somutun soyuta üstünlüğü de buradan gelir. Çünkü somut bu gün soyut içinde bir gaybdir.
Soyut ise zahirdir. Yarın ahiret gününde egemenlik tamamen ilahi huzurun olacaktır, yoğun
görme de maddenin. Gözler ona bakacaktır. Orada amaçlar gözlere, zahirler de akıllara
aittir. Eğer amaçlar olmazsa kimse dönüp zahir-liklere bakmaz. Buradaki sırlara bak! O da
ahiretin dünyadan daha üstün olmasıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Turidune
arada'd Dünya Valla-hu yuridu'l ahirete / Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah
ahireti istiyor." (Enfâl, 67) "Ve'I Ahiretu hayrun ve ebka/Ahiret daha hayırlı ve daha
devamlıdır." (A'lâ, 17)
Ayrıca ahiret devamlıdır, dünya ise geçici ve yok olucudur. Kalıcılık ve devamlılık,
gidicilikten ve yok oluculuktan daha üstündür.
Sonra ilmin başlangıcı Allah'ı bilmek, gayesi de aynen görmektir. Aynel yakin, ilmel
yakinden daha şereflidir. Bilme akla, görme ise göze ait bir fonksiyondur. Şu halde his;
akıldan daha üstündür. Çünkü akıl için çabalamak gerekir, göz için bakmak yeterlidir.
Dolayısıyla şehadet alemi gaybin gaybıdır. Bu yüzden dünyada daire nedeniyle zuhur
etmiştir. Çünkü sonu başına doğru eğilir. Bu da gösteriyor ki, şehadet alemi başlangıçtır,
mutlak olması gerekeni kayıtlandırıcıdır. Nitekim göz ancak belli bir yönden görebilir ve
kulak da ancak yakındaki bir sesi işitebilir. Hakikat yürüdüğünde bunun tersi crtaya çıkar,
Sariye'nin işitmesi ve Ömer'in (r.) Medine'den onu görmesi ve sesinin oradan ona ulaşması
gibi. Buna benzer bir çok olayı örnek göstermek mümkündür. Böylece gayb alemi orta bir
alem olarak belirginleşiyor ve bu da akıl alemidir. Çünkü bilmek istediği şeylere dair
delillerini maddi alemden alır. Böylece şehadet alemi mutlak olarak gayb içinde gayb olur.
Akıl ona doğru çaba sarf eder, ona hizmet eder ve sureti de bir daire şeklinde olur.
Fasıl:
Her şeyin gölgesi vardır, Allah'ın gölgesi de Arştır. Ama her gölge uzamaz. Ulûhiyette
Arş, uzamayan bir gölgedir, fakat gaybdir. Algılanan gölgeleri olan cisimleri görmez misiniz
ki, ışıklar onları kuşattığında gölgeleri onların içindedir? Işığın gölgesi kendi içinde,
karanlığın ışığı da kendi içindedir. Allah, kulun kalbine istiva edince şöyle buyurmuştur:
"Arzım ve semam beni içine alamadı, kulumun kalbine sığdım." Rahman ismi, bilinen zahir
arşa istiva etmiş olur böylece. Zahir arş, rahmanın gölgesidir. İnsani arş, Allah'ın
gölgesidir. Mertebe bakımından iki arş arasındaki fark, Allah ismiyle Rahman ismi arasındaki
fark gibidir. Gerçi yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kulid'ullahe evid'urrahmane eyyen
ma ted'u fe-lehu'l esmau'l husna / De ki: İster Allah deyin, ister. Rahman deyin. Hangisini
deseniz olur. Çünkü en güzel isimler Ona hastır." ((İsra, 110) Ama her akıl sahibi bilir ki,
bütün açılardan iki isim arasında mertebe farkı vardır. Bu yüzden "Uscudu li'r Rahmani /
Rahman'a secde edin" (Furkan, 60) denildiğinde mükellefler "Rahman nedir?" diye cevap
vermişlerdir. Ama onlara, "Allah'a ibadet edin", denildiğinde "Allah nedir?" dememişler. Arş
bir taht olduğu için, rahmanhkta gayb olmuştur, kalbe yönelik ilahi istiva "içine sığdım"
babında bir durum olduğu için de ulû-hiyet de insanda gayb olmuştun Dolayısıyla görünürlüğü
(şehadeti) insan, gaybi de ilâhtır. Gaybi ulû-hiyet insanî şahsa sirayet ettiği içindir
ki ilâh ismiyle ulûhiyet iddiasında bulunmuştur. Firavun "Ma alimtu lekum min ilahin gayri /
Sizin için kendimden başka ilâh bilmiyorum" (Kasas, 38) demiştir. Ama Fi-ravun'un bu
sözü uygun olmamıştır. Çünkü bu sözü kendi iradesiyle söylemiştir, halden dolayı veya
emir yoluyla "Enellahu / ben Allah'ım" (Tâ-hâ, 14) demek gibi bir tarzda söylememiştir.
Ayrıca ben bir ilâhım da dememiştir, benden başka lafzıyla söylemiştir. Kurnazlık yaparak
rubûbiyeti ilan etmiştir. Çünkü ulûhiyet gücüyle desteklenmemiştir! Ve "Ene Rabbukumu'l
A'la / Ben sizin yüce rabbinizim" (Nâziât, 24) demiştir. Oysa bunu hâl olarak söyleyen veya
meşiyetin yardımıyla ve emir yoluyla söyleyen, böylece ceman ifade eden kimse başkadır.
Ebu Yezid gibi. O bir kere "Şüphesiz ben Allah'ım. Benden başka ilah yoktur, bana kulluk
edin" demiş, bir keresinde de "Ben Allah'ım" demiştir. Çünkü o bunları söylerken içinde
uhıhiyetten hali, okunu atacağı boş bir yer yoktu. Sirayet eksiz olarak gerçekleşmişti. Çünkü
ulûhiyetin diğer isimlerin mertebeleri üzerindeki üstünlüğü açık ve sınırsızdır, hiçbir
esmanın/ismin O'nun karşısında direnmesi kesinlikle mümkün değildir.
Fasıl:
"Allah" nefiy kelimesidir; ulvî alemde şeddelen-miş ve tercüman ile yükselmiştir.
İspattan sonra nef-ye dönenin, lafzen zuhur etse de aynen var olmaz. "O'nun şeriki/ortağı
yoktur.'], ifadesiyle "şerik"in nef-yedilmesi gibi. Hükmen şerik'in aynı yoktur. Ama onu dile
getiren lafız vardır. (Allah lafzından) nefiy-den sonra geride kalan "la"dır. Ama iki elif hariç.
İlk ve son elif. Bunları birbiriyle çarparsan aralarında "ha" çıkar ve ikisi nefyolur. O da
"huve"dir. Çünkü yüce Allah için "evvel" (ilk) ismi izafidir, bir hakikati yoktur. Bizim var
olmamız ve aynlerimizin meydana gelişiyle Onun hakkında evveliyet hükmü verilmiştir.
Bizim aynlerimizin yok olmasıyla da Onun hakkında ahiriyet (sonluk) hükmü verilmiştir. Biz
ise hakikat yönünden şu ifadelerde belirtildiği gibiyiz: "Ve lekad halaktuke min kablu ve lem
teku şey'a / Daha önce, sen hiçbir şey değilken seni de yaratmıştım." (Meryem, 9) "Lem
yekun şey'en mezkura / Henüz zikredilen bir şey olmadığı..." (İnsan, 1) yani biz olmadığımız
zaman evveliyet de yoktu. Ve biz olmadığımız için de sonluk (ahiriyet) da olmaz.
Dolayısıyla özel olarak "O" baki kalır ve istenen de budur.
Fasıl:
"Allah" isminin ilk "lam"ı harfi tariftir. Çünkü "elif-lam" harfleri, belirtildiği gibi tarif
edatlarıdır. İlk elif "Allah vardı, beraberinde hiçbir şey yoktu" anlamını vurgulamak içindir.
Geride ikinci "lam" ve "ha" harfleri kalıyor. Sözlerimiz yazı ile ilgilidir. Bu ikinci "lam"
malikiyet/sahiplik anlamını vermektedir. Çünkü ilk "elif" ve "lam"ın yok olmasıyla "O"nun
bir sureti kalıyor, bu da malikiyet ifade eden "lam"dır. "Ha" mutlak zatın gaybîliğinden
kinayedir. Çünkü "ha" harflerin ilkidir. Zira "O/huve" nin başlangıç harfi "ha"dır. Bu harfin bir
kaynağı, başlangıç noktası vardır, bu kaynak insanın içinde gaybtir. Bu yüzden gayb
uzaklaştırılmıştır ve bu isim bu işaretleriyle, yani "elif" açısından "Allah" vardı, beraberinde
hiçbir şey yoktu" anlamını, ilk lam açısından marifet makamını, ikinci lam açısından malikiyet
makamını, ki bu makamda Ondan başka her şey zuhur eder, ha açısından alemin
O'nu zikretmesini ihtiva eder. Çünkü ha gaybın delilidir ve o alemlere göre gaybdir. Allah'a
ancak "O" ismini verebilirler bu yüzden. Elif ile kendisini, ha ile mahlukatı zikreder. Eliften
sonra gelen vech ile yani harfi tarif lam ile kendisini ezeli olarak tanıtır, onun diğer veçhiyle
de yani malikiyet lami ile de onu mahlukatma ebedi olarak tanıtır. Bu lam'ın kendisi, yani
lam-ı tarif itibariyle sonradan olma bir tanımadır. Bununla bilmeyi bildirir. Böylece bu ismin
içinde sonradan olma varlık kemâl bulur ki sıfatı kadim mevsufu da hakikidir. Şu ismin ne
tamam ve ne de mükemmel olduğunu görüyor musunuz!
Elif harfi, yazıda ha'ya bitişik malikiyet lam'm-dan sonra lafızda zahir olur. Gayb vav'ı
ise ha har-findedir. Bu, ruh dile getirdiği zaman böyledir. Ama cisim telaffuz ederse vav
harfi ya'ya dönüşür. Benzerlik de içeren nefis telaffuz ederse vav harfi elife dönüşür.
Telaffuzda görülen bu elifin ve suretten surete giren bu vav'm hükmü, konuşan kimse
açısından ayrı bir hükümdür. Şöyle ki: Ha harfi ilk elife bakar. Elifin oradaki makamı ise,
hiçbir harfin kendisine bitişmemesidir. Bu yüzden elif lam'dan sonra ortaya çıkmıştır.
Konuşmada lam ona bitişmiştir. Geride ha, beraberinde hiçbir şey olmadan kalmıştır, tabi
varlık onu zikretmediği sürece, sakindir. Ama bu hayat sükunetidir, ölüm sükuneti değil.
Varlık onu dile getirse ve zikretse, zikredenin daha önce söylediğimiz gibi olması
kaçınılmazdır. Yine söylediğimiz gibi ondan sonraki harfler zuhur etmeye başlarlar.
Fasıl:
Sonra bu anlattıklarımız "Huve Kitabında" hu, ha ve hi olarak gerçekleştirmiştir.
Varlıkların meydana gelişinde hüviyetlerin kaynaşması meselesini kast ediyoruz. Billahi,
vellahe ve Vellahu dediğin zaman, zamme halinde huve, fetha halinde ha ve kesre halinde
hiye ile karşılaşırsın. Söylediğimiz gibi de bu bab kapsamında sükun için baki kalır. İşte
sübut dediğimiz de budur.
Fasıl:
O, sair isimler üzerinde egemen olduğu için, zahir olduğu zaman isimler O'na sirayet
ederler, isimler zahir olduklarında da O onların içine sirayet eder. Suyun suya sirayet
etmesi gibi. Bu isimlerden birinde taayyün etmesi ve bu isimlerin Onda taayyün etmeleri
hüküm, sonuç ve yönelinen hususla ilgili olur. Şu halde anlatım isimleri ortaya çıkarır.
Ulûhi-yet de bilgi ve isimlerdedir. Sonra ulûhiyet anlatımı icat eder. Bir devri daim varmış
gibi.
Fasıl:
Kendine has alemde bu ismin hükmü, toplayıcılık ve egemenlik makamı bağlamında
üzerine zaittir. Bu, bilinmek ve gözlemlenmek istendiği zaman herşeye sirayet eden
hayrettir. Onun huzuru fiildir ve bu kendisinden başka kimsenin göremediği sahnedir. Kim
bu konuda konuşursa konuştuğu şeyi bilemez. Doğru söylediğini sansa da hata etmiştir.
İşte bu varoluşsal sahne ve bu fiili huzur ile ilâhlık sahih olur, başka bir şeyle değil. Hatta
akıl erbabı ve bizim arkadaşlardan kıyasla iştigal eden Ebu Hamid (Gazali) gibiler,
büyüklere göre O'nu bilmenin bizi bilmekten önce geldiğini sanmışlardır. Oysa bu bir
hatadır. Evet, büyükler, akli taksim açısından O'nu bilirler. Yani varlık ikiye ayrılır: öncesi
olan ve öncesi olmayan... Bunların tümü doğrudur. Ancak Onun kendilerinin O'nu
bilmelerinden önce de ilâh olmasıyla, ilâh olmasının dışında bilinen, sahih bir zat olmasıbirbirinden
ayırmazlar. Bizim açıklamalarımıznı ulûhiyetle ilgilidir, yok olması imkansız,
kadim bir zat oluşuyla ilgili değildir. Bunu söyleyenler için, O'nu ulûhiyetle tanıdıkları
söylenemez. On'un Allah ismini belirginleştirmeleri ancak O'nu tanımalarından sonradır.
Bu yüzden şeriat sarih bir şekilde ru-bûbiyet üzerinde durmuş ve "Kendini bilen Rabbini
bilir" demiştir. "Rabbini bilen kendini bilir" dememiştir. Çünkü bu sahih değildir. Şayet bize
en yakın kapı olan rubûbiyeti bilmemiz ancak bizim kendimizi bilmemizle mümkün
olabiliyorsa, sen var bir de ulû-hiyeti düşün! Bu ilâhî makamda şeriat, Onun huzurunun
hayret olduğunu kinayeli olarak ifade etmiştir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) "Rabbimiz gökleri
ve yeri yaratmadan önce neredeydi?" diye sorulduğunda "Fî ama/Bulut içindeydi"-Bu
kelimenin orijinalinin son harfi kısa ve uzun okunabilir- (Üstünde ve altında hava yoktu)
demiştir. Buradaki kısa telaffuz hayret ifade eder ve bu da Allah ismine özgü bir durumdur.
Bu yüzden basiretler ve akıllar hangi açıdan O'nu idrak etmek isterlerse istesinler
hayrete düşerler. Çünkü O "nerede" ile sınırlandırılamaz. Uzun okuma ise bulut ifade eder.
Bulut hayat demek olan suyu taşır. Her şey ondan canlı kılınmıştır. O da kendi zatı içinde
"nerede" sorusuna konu edilemez. Gök ile yer arasındaki ara boşlukta (berzah) yer alan bir
varlıkla ona delalet edilir. Berzahlarda hayretler yaşanır. Ya hayret edenler ne yapsın!
Gölge ile güneş arasındaki çizgi gibi, iki nokta arasında vehmedilen doğru, iki çizgi ve iki
satıh ve de iki her şey arasında hayretler içinde yüzenler! Böylece berzah sözü bizzat
hayretin kendisi oldu. Ortada hayretten başka bir şey yoktur. Ondan da herkes ancak
kendisinde olanı elde eder. Yabancı bir şey elde etmemiştir, etmemesi gerekir. Eğer O,
Odur, desen O Odur, Eğer O O değildir, desen, O, O değildir. Hayret bile hayret ediyor.
Yüce Allah, mahlukatm bazısını uzak bir babdan hayrete düşürmeyi dileyince,
sonradan olma (hadis) kadirde, sonradan olma (hadis) kudreti yarattı. Etkinlik verdi ve
sonradan olma kadirde fiile yönelme yeteneğini halk etti. İşte buna kesb denir. Böylece
daha önce olmayan zuhur etti. Sonradan olma kadir "bu benim fiilimdir, kesbim değildir"
dedi. Kadim kadir ise "benim fiilimdir" dedi ve gerçeği söyledi. Akl-i selime sahip bir
kimseye göre bir şeyin iki kadirin güç yetirileni (madru) olması imkansız değildir. İmkansız
olan bir eserin iki müessire ait olmasıdır. Bu faslı anla, inşallah doğru yolu bulursun. Allah
bilmez, bilinmez, cahil olmaz, cahil olunmaz, görülmez, keşfedilmez, ihata yoluyla
görülmez, akledilmez, idrak edilmez. Bu idraklerin tümü sadece ulûhiyet isimlerine ve Hak
ettiği isimlere taalluk eder: Rab, Malik, Mümin gibi. Bu yüzdendir ki Kitap ve sünnet,
ahirette ve bu dünyada rubûbiyetin görülebileceğini vurgulamıştır. Musa dedi ki: "Rabbi
erini enzur iley-ke I Rabbim! Bana kendini göster; seni göreyim!" (A'raf, 143) "Felemma
tecella rabbu.hu. lil cebel / Rabbi o dağa tecellî edince..." (A'raf, 143) Buraya ulûhi-yeti
hiçbir şekilde karıştırmadığını görüyoruz. Bilakis ulûhiyetin görülmesi kesin bir ifadeyle
olumsuz-lanmıştır: "La tudrikuhu'l ebsaru ve huve yudriku'l ebsare / Gözler O'nu göremez;
halbuki O, gözleri görür." (En.am, 103) Bu ayette huve (O) zamiri kullanılmış ve
görülemeyeceği vurgulanmıştır ve sahih olanı budur. Bir ayette şöyle buyuruyor: "Vucuhun
yevmeizin nadiretun ila rabbiha naziretun / Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parıldayacaktır.
Rablerine bakacaklardır." (Kıyamet, 22-23) Hicap da rubûbi-yetle irtibatlandırılmıştır. Yüce
Allah bu hususta şöyle buyuruyor: "Kella innehum an rabbihim yevmeizin le mahcubun /
Hayır! Onlar şüphesiz o gün Rab-lerinden mahcub kalmışlardır." (Mutaffifin, 15) Hz.
Rasulullah (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur: "Ay'ı gördüğünüz gibi Rabbinizi görürsünüz." Bir
başka rivayette "güneşi gördüğünüz gibi" deniliyor. Bu hadisi Müslim sahihinde rivayet
etmiştir. Müslim sahihinde yer alan bir diğer hadiste de şöyle deniyor: "Rab haşirde bir
gruba tecellî eder ve: "Ben sizin Rabbini-zim", der. Onlar: Senden Allah'a sığınırız.
Rabbimiz gelmeden buradan ayrılmayız, Rabbimiz geldiğinde O'nu tanırız, derler. Derken
yüce Allah onlara bildikleri suretiyle gelir ve "Ene Rabbukum / Ben sizin Rabbinizim"
(Nâziât, 24) der. Onlar da, "evet, sen bizim Rabbimizsin", derler. Onlara zuhur eden
Rabden başkası değildir, tanıdıkları Rabden başkası değildir ve rabden başkası onlara
hitap etmemiştir. Bir ayette şöyle buyuruluyor: "Ve cae rabbuke ve'l
meleku/Rabbin geldiği ve melekler saf saf dizildiği zaman." (Fecr, 22) Allah'ın gelmesinden
söz ediliyorsa, bunun anlamı daha önce de söylediğimiz gibi rabdir. Çünkü durumlar ve
karineler hakikatleri itibariyle yüce Allah'tan kendilerine özgü isimler talep ederler. Vallahu
huve'l camiu'l muhitu/ Cem eden ve kuşatan Allah'tır.
Fasıl:
Yüce Allah, Nebîsi(s.a.v.)e, dolayısıyla bize "Fe'lem ennehû lâ ilahe illâllahû / Bil ki,
Allah'tan başka ilâh yoktur, ancak "O" vardır." diye emrederken ne güzel söylemiş ve
dikkatlerimizi bu gerçeğe ne güzel çekmiştir! Bu cümle, nefyin ispatın aynısı, ispatın
nefyedenin aynısı, nefyedenin ispat edenin aynısı, ispat edenin ispat edilenin aynısı, ispat
edilenin de nefyedilenin aynısı olduğuna delalet etmektedir. Çünkü nefyedilen yalnızca
ulûhiyettir, ispat edilen de yalnızca ulûhiyettir. Sabit olan, ispat eden ve ispat edilen de
yalnızca ulûhiyettir. Çünkü ulûhiyet kendinde ispat edilmezse, başkasının onu ispat etmesi
sahih olmaz. Eğer sabit olmayan bir ispat eden, onu ispat ederse, bu sefer yalan olur.
Dolayısıyla gerçekte kendisini ispat eden ulûhiyetin kendisidir. Hakikatler makamından
hakikatler makamına dair sözlerimiz altı hükümden ibarettir. Aslında bunlar Tek, Bir
hakikattir. Varlığın tümü de böyledir, yani gerçekte birdir ve beraberinde bir şey yoktur. Bu
yüzden şeriatın şu işareti ne kadar da latiftir: "Li men kane lehu kalbun ev elkassem'a ve
huve şehid / Bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır."
(Kaf, 37) Hazır bulunan yani şahîd O'dur, kalb ve işitme de. Hz. Peygamber (s.a.v.) de ""O"
vardı ve beraberinde bir şey yoktu" buyurmuştur. Alimler bu sözü "Allah ile" tamamlamış
ve şöyle demişlerdir: O, şu anda olduğu gibidir. Dolayısıyla şu anda O, Odur. Önce de O,
Oydu. O'ndan başka bir şey yoktur. Biz de mevcuduz. Öte yandan halin aynı hal ve aynin
aynı ayn olduğu da ispatlanmıştır. Şu halde ortada zuhur eden bir gayb-tan, gayb olan bir
zuhurdan başka bir şey yoktur. Sonra gayb olmuş, sonra zuhur etmiş, sonra gayb olmuş...
Eğer kitab ve sünneti incelersen, ebedi bir birden başka bir şey bulamazsın. O, O'dur, her
zaman ve ebediyen gaibdir.
Muhakkikler, yüce Allah'ın bir şahsa tek bir surette iki kere tecellî etmediği ve tek
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
islam73
Medaratör

Medaratör
islam73


Mesaj Sayısı : 3832
Kayıt tarihi : 04/03/10
Nerden : Türklügün Bekcisi ve islamin Kölesi

Muhyiddin ibn Arabi nin CELÂLET “KELİMETULLAH” KİTABI Empty
MesajKonu: Geri: Muhyiddin ibn Arabi nin CELÂLET “KELİMETULLAH” KİTABI   Muhyiddin ibn Arabi nin CELÂLET “KELİMETULLAH” KİTABI Icon_minitimeÇarş. Mayıs 05, 2010 10:34 pm

bir
surette iki kişiye tecellî etmediği hususunda görüş birliği içindedirler. İşte bu "O"nun
genişlemesidir. Ebû Talib şöyle der: "Benzeri gibisi olmayanı, ancak benzeri gibisi olmayan
görebilir. Dolayısıyla gören görülenin aynısıdır." Bir yerde de şöyle demiştir: Onun benzeri
gibisi yoktur. Bu ifadenin anlamı eğer bazılarının iddia ettiği gibi "Onun gibi bir şey yoktur"
şeklinde olsa, şey de O olur. Şayet ifadenin orijinalinde geçen "kaf" edatı sıfat veya bir
şekilde zait olsa, buna itibar edilmez. Eğer sıfat ise bu takdirde nadir bir şey olur. Ebû Talib
şöyle der: "Eğer sıfat değilse, O, O olmaz ve şey O olur, O da O olur. Dolayısıyla O'ndan
başka O yoktur."
Yüce Allah ile ilgili olarak söylediklerimizi Hz. Rasulullah (s.a.v.)m şu sözü de
desteklemektedir: "Allah'ın nurdan ve karanlıktan yetmiş bin perdesi vardır. Eğer bu
perdeleri açarsa, mahlukattan gözleriyle O'nu idrak edenlerin yüzlerinin derisini yakar.""
İşte bu Allah'tır ve O, söylediğimiz gibi O'dur. Allah Rasulu (s.a.v.) makamları ne güzel
biliyor ve eşyayı ne güzel keşfediyor. Bu açıklamayı yaparken maksadi perdelerin sayısını
vermek değildir, bilakis, maksadı yüce Allah'ın zuhur etmesinin mümkün olmadığını
vurgulamaktır. Ayrıca Hz. Rasulullah (s.a.v.) ifadeyi gözlerle de teyit ediyor. Bu, Allah'ın
vasfı olduğuna dair en şerefli basirettir. Ama akıl böyle değildir. Çünkü akıl gayb ile
ilintilidir. Allah açısından ise gayb diye bir şey yoktur. Her şey Onun için görünendir. Bu
yüzden akıl değil gözden, basardan söz edilmiştir.
Yukarıda yaptığımız açıklamalar ışığında bakacak olursak, şu husus da bu kapsama
girer: Hayret huzuru, sıfatları gözleyenlerin, fikir erbabının ve basiret sahiplerinin içine
giren hayret, yani sıfatların aynlerinin ispatı veya nefyi Allah'a aittir. Hükümlerine gelince,
bu hususta akıl erbabı arasında bir ihtilaf yoktur. Bu noktadaki hayretin sureti şöyledir: bu
sıfatların aynlerini mevsuf zata zait olarak kabul edenler Allah'ta sayı, çokluk ve muhtaçlık
ispat etmiş olurlar. Oysa Allah her açıdan birdir (bizzat müstağnidir ve bizzat kâmildir).
Böyle bir şey olabilir mi? Eğer desek ki, sıfatların aynlerinin zata zait nitelikler olduğunu
ispat etmekten hiçbir şekilde sayının ispatı çıkmaz. O zaman ortadaki durum, sayı ispat
etmekten daha şiddetli olur. Şöyle ki: Böyle bir durumda ilâhî zat başka bir şeyle kâmil
olmuş olur. Başkasıyla kamil olan bir şey de zatı itibariyle eksiktir. Sıfatların aynlerini
nefyeden ve bu iki makamdan, yani hem kesretten hem de eksiklikten kaçan kimse de
başka bir durumla karşı karşıya gelir. Şöyle ki: marifetullah ile ilgili olarak ortaya
koyduğunuz delil açısından hüküm, Onun güç yetiremediği şeklinde belirginleşir. Eğer bu
hükümler sırf zat için ispatlanırsa, bu takdirde Onun kendisi için kadir olduğu ispatlanır ve
fiil de ezelîlik niteliğini kazanır ki bu imkansızdır. Dolayısıyla bu bakımdan Allah'ın kendisi
için kadir olduğunu ispat etmek de imkansız olur.
Sonra kalb, görüneni görünmeyene mukayese etmek yoluyla bu aç ıklığı ve belirginliği
bulamaz. Özellikle akim kaynağının ne olduğu, burhanlarını ve delillerini nereden terkip
ettiği bilindikten sonra. O halde kusur bu çerçeveyle ilgilidir ve bu gibi işlere dalmak güzel
bir davranış değildir. Bir şey ancak gözlem, görme veya tarif ile elde edilebiliyorsa, onu bu
yolların dışında elde etmek makama karşı küstahlık ve cüret sayılır.
O halde akıl erbabı için en uygun olanı varlık üzerinde durup ikrar etmek, ötesine
geçmemek ve sıfatları sağlamlaştırmaktır. Çünkü bunları nefyetmenin de ispatlamanın da
imkanı yoktur. Akıl böyle bir konuya vakıf olmaktan acizdir. Daha doğrusu bu konuyla ilgili
olarak dayandığı bilgiler çok azdır. Şu acayip isme ve kelimeye bakın; nasıl da hayretle bütün
alemlere hakimdir! Nasıl bir akıl almaz belirsizliğe bürünmüştür! Bak; akıl sahiplerinin
hayreti ne çetindir! Hiçbir noktada birleşememişlerdir; ne ispat edenler ne de nefyeden
diğerleri! Müşahede erbabına gelince, onlara zahir olmuştur. Ama O'na dair marifetlerinin
suretiyle örtüşmediği için bu zuhuru inkar etmişlerdir. Bundan Allah'a sığınırız. O'na dair
mari-fetleriyle görmüşlerdir. Oysa O her zaman zahirdir. Ancak aynaya baktığın zaman
maksadın kendi yüzünü görmekse, ve aynayı tam karşında tutmazsan, aksine yan
tutarsan, orada senden başka bir suret görürsün, böylece tanımadığın için de, benim
istediğim bu değildi, dersin. Sonra aynayı tam karşına alıp suretini gördüğünde, bu
doğrudur, dersin. Burada kusur aynanın değil senindir.
İsteği aklındaki suretle sınırlandırdığın zaman çok hayrı yitirirsin. Hiç kuşkusuz,
müşahede ehlinin hayreti, müşahede ile birlikte akıl erbabının hayretinden çok daha
çetindir. Görme erbabı da ilk görüşte böyle bir durum yaşarlar. Çünkü görme müşahededen
ayrı bir şeydir. Bu yüzden rivayetlerde yarın (kıyamet günü) O'nu göreceğimiz haber
veriliyor, O'nu müşahede edeceğimiz değil. Biz bu bölümü "Ayn Kitabı"nda açıkladık, oraya
bakılabilir. Görme erbabı, kendilerinde meydana gelen duruma sarılmışlardır. Ama başka
bir sefer daha gördüklerinde bundan farklı bir durum yaşarlar. Bu farklılık her görüşte
gerçekleşir. Burada müşahede ehlinin hayrete düştüğü gibi hayrete düşerler. Aslında
hayret içinde hayretten başka bir şey yoktur. Eğer o zahir olsaydı, ihtilaf sahih olmazdı.
Eğer O zahir olsaydı, O olmazdı. Ben olurdu. Ama Onun olması kaçınılmazdır, bu yüzden
ihtilafın olması da kaçınılmazdır. Bu hususu bir kasidede şöyle dile getirmiştik:
Onun varlığından yararlanmak istediğimde Sahip olduğum her şeyi borçlular arasında
paylaştırdım
Gözümde Onun varlığının yerini yok ettimde Onun zuhuru, gizlenmek üzere devam
etmektir.
Ben olmadığım zaman O olarak Onun zuhuru Allah'tır, ta ki O olarak O, O olmasın.
Aksi takdirde Onun zuhuru esnasında ben kalırsam Sen olur. O halde Onun varlığı
kaçınılmazdır. Baki olması zorunludur. Benim baki olmam ise söz konusu değildir. O,
ancak O'da yok olur. Çünkü O, "^kendinden Onun içinde olmadığı gibi başkasında da
değildir. İlâhî hayret babı da bu konunun kapsamına girer: "Ve marameyte iz rameyte ve
lakinnellahe rama / Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı." (Enfâl, 17) Yap, ey kulum!
Ama sen yapan değilsin, Benim yapan. Ben de ancak seninle yaparım. Çünkü kendimle
yapmam mümkün değildir. Senin olman kaçınılmazdır, senin için de ben lazımım, benim
olmam da kaçınılmazdır. Böylece bütün işler bana ve O'na bağlıdır. Hayret ettim, hayret de
hayret etti ve her şey hayret etti. Ortada hayret içinde hayretten başka bir şey yoktur. Kaç
kere şöyle demiştim:
Rab haktır, kul haktır
Keşke bilseydim, mükellef kim?
Eğer kuldur, desem, bu nefiydir
Rabdir desem, o zaman kim teklif eder?
Kaç kere şöyle demiştim:
Bir hayret bir hayretten sadır oldu
Keşke bilseydim, orada kim hayret etmez?
Ben mecburum; bana ait bir fiil yoktur
O halde ne yapıyorsam, zorla yapıyorum
Fiilimi O'na isnat eden
Fiillerinde muhtar değildir
Ben, ben desem, hayır, der
O, ben dese, yine durum değişmez
Ben ve O bir nokta üzerindeyiz
Sabittir, ama kararsız.
Birkaç kere de şöyle demiştim:
Şaşırdım; teklif etmesine yarattığı şeyi; ve ben ki, bana ait bir fiil yoktur, onu görüyorum
Ah, keşke bilseydim; kim mükellef oluyor? Ancak Allah vardır, O'ndan başkası yok ki.
Bütün bu sözlerime rağmen, bana: Yap! denilmiş. İlahi hayret kapsamına giren
sözlerden biri de şudur: "Ma yubeddelu'l kavlu ledeyye / Benim huzurumda söz
değiştirilemez." (Kaf, 29) Akla göre hareket eden, hükmü, uygulamayı, geçerli kılmayı esas
alır; çünkü bu hükmü kendi gücüyle geri çevirmesine imkan yoktur . Muhakkik hayret
açısından olaya bakar. Çünkü bundan başkasına imkanı yoktur. Yoksa elli beşe vasıl
olduğu ve ondan aşağıya doğru eksilmesi mümkün olmadığı gibi ellinin asıl olarak kalması
da mümkün değildir. Çünkü ondan önce söz varit olmuştur. Bu, celâletin içindeki celâletten
bazı hususlardı. Vaktin elverdiği ölçüde amacımızı gerçekleştirdik. Allah'a hamdolsun.
Allah'ın hamdı, minneti ve yardımıyla Celâlet Kitabı tamamlandı.
Allah'a hamd olsun,
Salât ve selam efendimiz Muhammed'in, ehlibeytinin ve ashabının üzerine
olsun. Amin!.
Efendim Ebu Bekir ez-Zahidi'nin el yazısından bu şekilde istinsah edildi. O da
musannifin el yazısından nakletmiştir. Allah kitabın musannif efendim Şeyh imam
muhakkik varis Muhyiddin b. Arabi'ye rahmet etsin, bu kitapla onu yararlandırsın. Kitabın
tamamlanması fakr Ebubekir b. Abdunnebi ed-Dehnan'm eliyle gerçekleşti. Allah ona
muhabbetinin kesesinden içirsin, marifeti önündeki cehalet perdelerini kalbinin üzerinden
kaldırsın, onu şevk kanatlarıyla kendine yükseltsin, irfan bahçeleri arasında Hakkın
rükünleri içinde onu kurtarsın. Amin!. Allah'ım! Amin! Ey alemlerin Rabbü.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
islam73
Medaratör

Medaratör
islam73


Mesaj Sayısı : 3832
Kayıt tarihi : 04/03/10
Nerden : Türklügün Bekcisi ve islamin Kölesi

Muhyiddin ibn Arabi nin CELÂLET “KELİMETULLAH” KİTABI Empty
MesajKonu: Geri: Muhyiddin ibn Arabi nin CELÂLET “KELİMETULLAH” KİTABI   Muhyiddin ibn Arabi nin CELÂLET “KELİMETULLAH” KİTABI Icon_minitimeC.tesi Eyl. 11, 2010 11:13 pm

güncel
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Muhyiddin ibn Arabi nin CELÂLET “KELİMETULLAH” KİTABI
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» : Muhyiddin ibn Arabi nin MİM ve VAV ve NUN KİTABI
» Muhyiddin ibn Arabi nin “YA” KİTABI
» Muhyiddin ibn Arabi nin YAKINLIK KİTABI
» Muhyiddin ibn Arabi nin EZEL KİTABI
» Muhyiddin ibn Arabi nin İŞ, DURUM GÜNLERİ KİTABI

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi :: 

İslamiyet ( Her Müslüman 'a Lazım Din 'i Bilgiler )

 :: Tarihi ve Dini Kişilerin Biyografileri
-
Buraya geçin: