iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi
Vakit Namazınızı Kıldınızmı?

Hoş Geldiniz Forumdaki Konulardan Tam Anlamıyla Faydanalabilmek İçin Giriş Yapınız Uye Degılsenız 1 Dakıkanızı Ayırarak Kayıt Olunuz---ByNoKta
iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi
Vakit Namazınızı Kıldınızmı?

Hoş Geldiniz Forumdaki Konulardan Tam Anlamıyla Faydanalabilmek İçin Giriş Yapınız Uye Degılsenız 1 Dakıkanızı Ayırarak Kayıt Olunuz---ByNoKta
iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi

CİNLERE, ŞEYTANLARA, İFRİTLERE ve DİĞERLERİNE, BÜYÜYE VE SİHRE KARŞI İNSANLARIN KALESİ ( SİTEMİZDEKİ HERŞEY ÜCRETSİZ ve KARŞILIKSIZDIR )
 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 İMAN BAHSİ

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
haydarı kerrar
Administrator

Administrator
haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 2630
Kayıt tarihi : 24/05/09
Nerden : ANKARA

İMAN BAHSİ Empty
MesajKonu: İMAN BAHSİ   İMAN BAHSİ Icon_minitimePaz Mayıs 02, 2010 12:40 pm

İMAN BAHSİ

İman: Lugatda, bir şeye inanmak, bir kimseyi veya bir haberi tasdik etmek iz'an ve kabul ile ona sâdık kalmak ma'nasınadır; teslim ve inkıyad ma'nasım da tazammun eder,
Şeriatde: Hususî muhbir olan Peygamber'in dinden olduğu kat'iyetle bilinen haberini kesin olarak tasdik etmek ve tamamen o habe¬re inkiyâd ve teslim olmaktır.
İmamın bu ta'rifi, ehl-i tahkik ulemâya göredir. Onlarca imân sâ¬dece kalbin tasdikinden ibarettir. Kalben tasdik eden bir kimse imanını diliyle ikrar etmese bile Allah indinde mü'min sayılır. Ancak îman kalbde gizli bir ma'nâ olduğu için bir kimsenin mümin oulp olmadığını bilmeye imkân bulunamayacağından T e â 1 â Hazretleri îmana delâ¬let eden bir takım alâmet ve şartlar ortaya koymuştur ki; islâmın şartı dediğimiz;
1- Kelime-i şahadet,
2- Beş vakit namaz,
3- Zekât,
4- Oruç,
5- Hacc gibi ibadetler bu alâmetler cümle sindendir. Mezkûr alâ¬metler kimde görülürse o kimsenin mü'min olduğuna hükmedilir; ve na¬mazda imam olmak, müslüman bir kadınla evlenmek, cenazesi kılınmak gibi dünyevî hükümler kendisine icra edilir.
Bu tarife göre; ikrar imanın rüknü değil, şartıdır. Binaenaleyh ikrarı terk eden kâfir olmaz; elverir ki; kalbi inanmış ve tasdik etmiş olsun, böyle bir kimse Allah indinde mü'mindir; ve imanın uhrevî hüküm¬leri kendisine icra olunur. Cehennemde ebedî kalmaz. Yalnız dilsizlik veya zorlama gibi bir özrü yokken ikrarı terkederse dînî bir farizayı eda et¬mediği için günahkâr olur.
«Kavl-i tahkik» denilen bu tarif kelâm imamlarından E b û M a n -sur-u Mâtûrîdî ile diğer bir çok Matûrîdîyye ve Eş'ariyye imam¬larının hatta İmam A'zam Ebu Hanîfe 'nin kavli olduğu nakledil¬miştir. Bu kavlin delili:
İşte bunların kalplerine Allah imanı oturttu.» [1]
Kalbi imanla mutmain o!arak.- [2]
Ama kalbleri iman etmedi.» [3] gibi ayetlerle
Onun kalbini yarsaydın ya» hadîsi ve emsali hadislerdir,
Bu hadis Hz. Üsâme b. Zeyd (R.A.) kelime-i tevhidi söyle¬yen bir adamı öldürdükten sonra:
»O bu kelimeyi kalbteıı söylemedi» diyerek Resûlüllah (S.A.V.) den Özür dilediği zaman şeref sâdır olmuştur.
Kalbiyle tasdik ederek dilsizlik ve zorlama gibi bir mani'den dolayı imanını dili ile ikrar edemeyenlerin mü'min sayılacağına icma'ı ümmet de vardır.
İmânın meşhur bir ta'rifi daha vardır. Bu tarife göre; İmân: Kalbin tasdiki ile dilin ikrarıdır. Yâni ikrar da imanın bir cüz'üdür. Şu halde dil¬sizlik gibi bir özür yokken ikrarı terkeden kimse kâfir ve ebedi cehennem¬lik olur. Bu kavil Hanefüerden Şemsü'l-Eimme Serahsi, Fahru'l-İslâm Pezdev ile diğer bir çok fukahâdan ve İmam-ı A'zam Ebu Hanife'den de nakil ve rivayet olunmuştur. Pek meşhur olduğu için bu¬na «Kavl-i meşhur» derler. Mezkûr ta'rifi tercih edenler de dilsizlik ve zorlama gibi özürlerden dolayı ikrardan âciz kalanların imanından ikra¬rın sukutunu caiz gördükleri için imanı iki rükne ayırmışlar; ve asla sü¬kûtu kabul etmeyen tasdike aslî rükün, özürden dolayı sukutu kabul eden ikrara zâid rükün demişlerdir. Bu kavlin delili:
«Kalbi imanla mutmain olduğu halde küfür etmeğe mecbur kalan müs¬tesna, [4] âyeti kerîmesiyle.
«Allah'dan başka ilâh yoktur deyinceye kadar insanlarla çarpışmaya me'mur oldum.» [5] Hadis-i şerifidir.
Bu hadis müttefekun aleyh ise de ikrarın îmandan cüz'olduğunu sa¬rahaten ifâde etmiyor. Bilâkis hadîsin son kısmında
«Bunu söylerlerse muhakkak nefislerini ve mallarını benden korumuş olurlar.» [6]
buyurulması, ikrann îmanın şartı olduğunu gösterir. Dînen farz olan bir şeyi terk edenlerle harbediîeceği ise Hz. Ebu Bekir (R.A.) zama¬nında zekâtlarını vermeyenlerle fi'len harb edilmek suretiyle te'yid edil¬miştir.
«Kavl-i meşhur»un delillerinde müddeâyı isbat için lâzım gelen sa¬rahat görülmediği anlaşılıyor. Bununla beraber mezkûr kavil Şeriatın za¬hirine daha uygun görülmüş, «Kavl-i tahkik» ise hakikatin bâtınına daha lâyık sayılmıştır
İslâm: lûgatda ihlâs, inkiyâd ve teslimiyet ma'nalarına gelir.
Şeriatde : Peygamber (S.A.V.)'in tebliğ buyurduğu şeyleri za¬hiren ve bâtınen kabul ile A11ah'a itaat ve teslimiyet d e bulunmak¬tır, îman ve islâm kelimelerinin ma'nalarmı tayin hususunda ulemâ Öte¬den beri ihtilaf edege İmişlerdir. Bazılarına göre; bu iki kelime lügat ma¬naları itibariyle bir birinden ayrıîsalar da hüküm itibariyle birdirler; ve her mü'min müslimdir; her inüslim de mü'mindir. Bunların delili:
«Bunun üzerine Biz o yerdeki mü'minlerî çıkardık. Ama orada bir ev¬den başka müslüman bulamadık.» [7] âyeti kerimesidir.
Ancak islâm bazen din, bazan amel yâni imanın semeresi olan namaz ye oruç gibi ibadetler ma'nasında kullanıldığı gibi tasdiksiz kabule de it-lak olunursa da bunlar kelimenin lügat ma'nasına göredirler. Meselâ:
«Bedeviler iman ettik dediler. Sen (onlara) de ki: — Siz îmân etmedi¬niz (ya!) Bârı islâm olduk deyin...» [8] âyeti kelimesindeki İslâm bu ma'-nâyadır.
Diğer bazılarına göre; îmanla islâm arasında umum ve hususu mut¬lak vardır. Her mü'min müslim'dir; fakat her müslim mü'min değildir. Çünki îmanın aslı tasdik, islâmın aslı teslimiyet ve inkıyad olduğuna gö¬re bir kimsenin dıştan Allah'a teslimiyet gösterdiği halde içinden ona inanmaması mümkündür. Şafiîlerden Hattâbî'nin kavli budur. Yine Şafiîlerden İmam Begavî mevzû-u bahsim'iz iman ve islâm hadîsi hakkında sunlan söylemiştir:
«Peygamber (S.A.V.) islâm kelimesini zahirî amellere îmanı da batini i'tikada isim olarak kullanmıştır. Böyle yapması, ameller iman sayıîma-dığı, kalble tasdik dahi islâm addedilmediği için değil, mecmuunun ayni şeyi yâni dîni ifade eden bir bütün olduğunu beyan içindir. Bundan do¬layıdır ki Peygamber (S.A.V.)
-O Cibril'di; size dininizi öğretmeğe gelmiş» [9] buyurmuştur.
Tasdik ile amelin her ikisine iman ve islâm denilebilir. Buna delil Teâla hazretlerinin:
«Hiç şüphe yok ki Allah indinde (en makbul) Sn islâmiyettir.» [10]ve
«Sİzin için din namına islâmiyete razı oldum.- [11] ayetleridir,
Allah Zül Celâl, razı olduğu ve kullarından kabul edeceği dinin an¬cak islâmiyet olduğunu haber vermiştir. Dİn ise; tasdik ile amel bir arada bulunmadıkça kabul ve rizaya mahal olamaz.
Buhâri sarihi Ayni'ye göre; îmanla islâm arasında umum Ve husus min vech vardır. Çünkü imansız islâm bulunduğu gibi islâmsız iman da "bulunabilir. Dağ başında hiç insan görmeden yetişen bir kimsenin îrha-nı bu kabildendir.
Hâsılı imanla islâm arasındaki nisbetin beyanı, îmanın tefsirine bağ¬lıdır. Muhakkikin ulemaya göre; îman tasdikden ibarettir ki: İmam Ebul'l-Hasen el-Eş 'arî'nin mezhebi de budur. Hanelilerle bir çok fukahaya ve bazı kelâm ulemâsına göre tasdik ve ikrardır. Selefe gö¬re ise tasdik, ikrar ve ameldir. Hadis ulemâsiyle, Şafiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel, Mu'tezile, Havariç ve Zeydiye ulemasının mezhebi budur.
îmanın ziyade ve noksan kabul edip etmemesine gelince: Bu mesele imanın hakikati hususundaki ihtilâfın fer'idir.
îman tasdikten ibarettir» diyenlere göre ziyade ve noksan kabul etmez.
Bazıları:
«Ziyade kabul eder fakat eksiklik kabul etmez; çünkü eksikliği kabul ederse iman olmaktan çıkar.» demişlerdir. İmam Ma1ik'in kavli dejbu-dur. Bu mesele kendisine sorulunca Hz. İmam:
«İmanın ziyadelik kabul edeceğini Allah Teâla Kur'anMa zikretmiştir.*
demiş; noksanlığı kabulü hususunda tevakkuf ederek noksanlığı kabul ederse bütün îmanın gideceğini söylemiştir.
Bu babta Şafiîlerden İmam Ebu Abdillah Muhammed b. îsmai1 Temimi «et-Tahrir» adlı Müslim şerhinde şunları söylemiştir:
«İman; lügatde tasdik demektir. Eğer ondan bu mana kasdedilirse iman ne eksilir ne de artar. Çünkü tasdik parçalanmayı kabul eden bir şey değildir ki, bazen kemâli bazen de noksanı tasavvur edilebilsin. Ama şeriat dilinde îman kalple tasdik, â'za ile ameldir. Böyle tefsir edildiği tak¬dirde ona ziyade ve noksan ânz olabilir. Ehl-i Sünnetin mezhebi de budur, tahkike göre bu husustaki hilâl şudur: Kalbîle tasdik eden bir kimse, îma¬nın icabı olan amelleri tasdikiyle bir araya getirmezse acaba kendisine mutlak suretde mü'min denilir mi denilmez mi?
Bizce muhtar olan kavle göre ona mü'min denilmez. Peygamber (S.A.V.)
Zâni olan bir kimse zina ederken mü'min olarak zina etmez.» [12] buyurmuştur.
Çünkü bu adam imanının mucebîle amel etmemiştitr ki: mü'min de¬nilmeye hak kazansın.»
Mâlikîlerden İbni Battal'de Buharı şerhinde şöyle diyor:
«Ümmetin Ehl-i Sünnet Cemâatinden gelmiş ve geçmiş bütün ulema'-mn mezhebi şudur ki: îman kavil ile amelden meydana gelir ve hem ar¬tar hem eksilir. Arttığına ve eksHdiğine delil, Buhârî'nin zikrettiği:
«imanları kat kat artsın dîye.» [13]
«İman &dert ere gelince, sûre onlarm imanlarını arttırdı.» [14] ve emsali ayetlerdir. [15]
Binaenaleyh bir kimsenin artmayan îmanı noksan demektir.
İman lügatde tasdikden ibarettir denilirse; bunun cevabı şudur: Tas¬dik bütün amellerle kemâl bulur. Bir mü'minin hayırlı amelleri ne kadar çok olursa îmanı da o nisbetde mÜkemmelleşir. İşte îman bu amellerle artar; onların noksanlığı ile azalır. Ne zaman iyi ameller azalırsa îmanın kemali noksanlaşır;ameller artarsa îmanın kemâli de ziyadeleşir.»
îman hakkında söylenen sözlerin ortası budur. Allah ve Re¬sulü 'nü tasdike gelince; onun noksanı olamaz. Bundan dloayıdır ki ba¬zı rivayetlere göre imam Malik (R.) îmanın noksan kabul etmesine kail olamamıştır. Zira tasdikin noksanı olamaz. Tasdik noksan kalırsa, şek ve şüphe olur kî; artık ona iman denilmez.
Ulemâdan bazıları:
«İmam Mâlik'in iman noksan kabul eder diyememesi, günah işleyen mivminleri kâfir sayan haricîlere uyduğu zannedilmesin diyedir. Yoksa imam Mâlik bu meselede Ehl-i Sünnetle, beraberdir; o da onlar gibi îma¬nın noksanlık kabul ettiğine kaildir.» diyorlar!
Ashab-ı kiramdan; Ömer b. el-Hattâb, Ali b. Ebi Tâlib, İbni Mesud , Muaz, İbni Abbâs, İbni Ömer, Ammâr b. Yâsir, Ebû'd Derdâ, Ebu Hüreyre, Huzeyfe, Selmân, Abdullah b. Revana, Ebu Ümâme, C ündü b b. Abdiîlâh ve Âişe (Radıyallahu Anhüm) hazerâtıyla tabiînden; Kâ'bü'l-Ahbâr, Urve, Ata', Tâvûs, Mücâhid, Sâid b. Cübeyr, Hasan-ı Basrî, Yahya b. Ebî Kesir, Zühri, Katâde, İbrahim Nahaî, İbni Ebi Leylâ, İbni Mübarek, Ebu Zür'a, Ebu Hatim, Ebu Davud ve daha nice ulemâ-İ kiram, îmanın ziyade ve noksan kabul edeceğine kail olmuşlardır. Ebu Sevr ile imam Şafiî ve Ahmed b. Hanbe1'in mezhebi de budur.
Vakıa Mâtürîdîîer t «İman ziyâde ve noksan kabul etmez» demişler-se de bu söz asl-ı imana râcîdir. Kuvvet ve zâ'f nokta-i nazarından ziya¬de ve noksan onlara göre de caizdir. Binaenaleyh bu meselede bütün ehl-i sünnet ulemâsı müttefiktir. Aradaki niza sözden ibarettir.
Dalâlet fırkalarından Ker ramiye ile Mürcie 'den bazıla¬rına göre îman sâdece dil île ikrardan ibarettir. Onlara göre münafıklar mü'mindir. Bu kavli reddeden en kuvvetli delil icmâ'dır. Zira münafık¬ların kâfir sayılacağına icma-ı ümmet mün'akid olmuştur.
İmam Nevevî îmânda bizzat tasdikin de ziyâde ve noksan kabul edeceğine kaildir. Ona göre fazla tefekkür ve bir çok delillerin bir bi¬rini te'yîd ve takviye etmesi tasdikin artmasına sebeb olur. Bundan dola¬yıdır ki sıddikların imam başkalarının imanından daha kuvvetlidir. On-iarm imanlarına şüphe ânz olmaz; hiç bir hâlde imanları sarsılmaz. Fakat başkalarının durumu böyle değildir. Bu cihet inkâr götürmez bir haki¬kattir. Nevevî, Müslim şerhinde şöyle diyor:
«Aklî başında olan hiç bir kimse şüphe etmez ki bütün avam tabaka¬sının tasdiki sırf Ebu Bek* (R.A.)'ın tasdikine denk olamaz...»
Nevevî bu husustaki beyanatına şöyle devam ediyor: «Bir mü'minin, ehî-i kıble olduğuna hükmetÜlmesi ve Cehennem'de ebedi kalmayacak şekilde mii'min olabilmesi için mutlaka kalbiyle İslâm Dhıine, her türlü şüphelerden lıâli kesin bir i'tİkadla inanması, Allah ve Resulüne inandığını şahadet getirerek söylemesi icâbettiğine ehl-i sün¬netin bütün hadis, fıkıh ve kelâm uleması ımitteiikan kaildirler. Aliah ile Peygamberden yalnız birine şehadet getiren asla ehl-i kıble olamaz. An¬cak dilindeki bir kusur -veya eceli gelmek gibi bir mâni'den dolayı şaha1 detin birini söyleyemezse o müstesnadır; ve mü'mmdir. Allah ve Resulü¬ne şehâdet getirdikten sonra:
— Ben islâma muhalif olan her dinden beriyim, demesi şart değildir. Lâkin yeni iman eden kimse Peygamberimiz (S,A.V.)'in Peygamberliğini yalnız araplara mahsus i'tikad eden kâfirlerden ise; müslümanlığına hük-medilebilmek için behemehal islâmiyet©️ muhalif olan bütün dinlerden te-berrî etmesi lâzımdır. Bizim ulemamızdan yani Ş af illerden bazısı mutlak surette, yeni müsîüman olan herkese teberriyi şart koşmuşlarsa da bu şart ehemmiyeti hâiz bir şey değildir. Fakat yalnız «lâ İlahe illallah» der de «Muhammedü'r- Resûlüllah» demezse gerek mezhebimizin meşhur kav¬line, gerekse ulemanın mezheplerine göre müslüman olamaz. Ulemamız¬dan bazıları:
— Müslüman olur, fakat kendisinden diğer bir şehâdet getirmesi is¬tenir; getirmezse mürted sayılır, demişlerdir.
Acaba müslüman olmayan bir kimse namaz ve oruç gibi Islâmın er¬kânından olan bir ibâdetin farz olduğunu i'tirâf ve ikrar etmekle müslü¬man sayılır mı? Bu mes'ele de ihtilaflıdır. Sayılır diyenler:
«Bir şeyin inkârı müslümam dinden çıkarırsa o şeyin ikrarı kâfiri de müslüman eder.» düsturu ile istidlal ederler.
Kelime-i şehâdetin arapçasını söyleyebilen bir kimse onu türkçe veya başka bir lisan ile de söylese müslüman olur. Bu hususda Şafiîlerden iki rivayet varsa da esah olan onlara göre de müslüman olur.
Ulemâ : «Ben mü'minim» sözü üzerinde de ihtilâf etmişlerdir. Şafiî¬lerden bazılarına göre yalnız bu sözle iktifa edilemez «Ben mü'minim in-şaaîlah» demek lâzımdır. Diğer bazılarına göre inşaallahı katmak caiz de¬ğildir. Muhtar olan kavil/bu ise de Evzâî ve diğer bazı ulema yerine göre her iki vechin de caiz olduğunu söylemişlerdir. Hanelilere göre: «Ben mü'minim inşaallah» demekle müslüman olunmaz; bu iman sahih değil¬dir. Zira Hz. Enes (R. A.)'dan rivayet edilen bir hadisde buyurulmuştur.
imanın mahlûk olup olmadığı dahi ihtilaflıdır. Bu bâbda en güzel sö¬zü fakîh Ebu'1-Leys-i Semerkandî söylemiş ve:
«îman ikrar ve hidâyetdir. İkrar kulun fi'lidir ve mahlûktur; Hidâ¬yet Allah'ın fi'lidir. Allah'ın fi'li ise mahlûk değildir.» demiştir.
Ehl-i hakka göre; bir günah sebebiyle hiç bir müslüman küfre nisbet edilemediği gibi bid'at ve heva ehli olanlara da kâfir hükmü verilemez. Fakat islâmın zarurât-ı diniyye denilen emir veya nehiylerinden birini in¬kâr eden kâfir olur,
Mu'tezi1e'ye göre; büyük günâh işleyen bîr kimse dinden çıkar. Çünkü onlara göre ameller imanın cüz'üdür. Fakat kâfir değil; fâsik olur. Onlarca fisk mertebesi imânla küfrün arasında vâsıtadır. Bu babda hâri¬cilerin itikadı da Mu'tezile gibi ise de onlara göre büyük günah işleyerek dinden çıkan kâfir olur. Zira onlara göre imanla küfür arasında vâsıta yoktur; birinden çıkan mutlaka Ötekine girer.
Şunu da ilâve edelim ki, iman icmâlî ve tafsili olmak üzere iki kı¬sımdır.
İmân-ı icmali: Peygamber (S.A.V.)'in Allah tarafından getirip haber verdiği şeylere toptan inanmak yani o ne tebliğ etti ise hep¬si haktır; diyerek tasdik etmektir.
«İmân-ı Tafsili: Peygamber (S.A.V.) tarafından tebliğ olunan şeyleri birer birer bilerek tasdikde bulunmaktır. Küfürden kurtulmak için iman-ı icmâlî kâfi ise de namaz, oruç ve sair ibâdetleri öğrenip tasdik ve eda etmek suretiyle imanını kemale erdirmek her müslümamn borcudur. İmanın sahih ve makbul olması için üç şart vardır ;
1- İman be's halinde olmamalı, yani A11ah'in azabını gözü ile gördükten sonra iman sahih olmaz. Bundan dolayıdır ki, ölürken son ne-fesde iman eden kâfirin imam makbul değildir.
«Azabımızı gördükleri vakit edecekleri imanları kendilerine bir faide verecek değildir.» ayet-i kerimesi bu hakikati nâtıktır:
2- Mü'min, zaruriyat-ı dîniyyeden bir şeyi inkâr veya tekzib etme¬melidir. Bu şarta göre bir kimse bütün Peygamberleri tasdik ettiği halde bizim peygamberimizin risâletini inkâr etse mü'min sayılamayacağı gibi kat'î bir farzı inkâr etmek veya kendi ihtiyarı ile puta tapmak gibi bir tek¬zib emaresiyle de dinden çıkar. Çünkü iman parçalanamaz. Dinden bir şe¬yi inkâr etmek bütün dini inkâr demek olur.
3- Dînin bütün ahkâmını beğenerek kabul ve hiç bir hükmü küçüm-şemeyerek ifa etmelidir. Binaenaleyh namaz veya oruç gibi bir ibâdeti be¬ğenmeyen vey? A11ah'a inad için kasden ifa etmeyen daire-i islam-dan çıkar. İmanın faydalı olabilmesi için ömrün sonuna kadar devam etmesi de şarttır. Zira i'tibar sonadır. Son demine kadar imanını muhafaza edemeyen bir kimseye geçmişdeki imânı asla fayda vermez. Onun için¬dir ki:
«İmanın muhafazası, kazanılmasından güçtür.» derler.
îman Sahih olabilmek için onu mutlaka delilleriyle Öğrenmek şart de¬ğildir. Taklîd [16] suretiyle edilen iman da sahih ve makbuldür. Ancak mümkün olduğu kadar nazar ve istidlalde [17] bulunmak farz olduğun¬dan onu terk eden günahkâr olur.

1- İman, İslam ve İhsanın Beyanı, Allahın Kaderini Îsbata İmanın Vücubu Kadere İnanmayandan Teberriye ve Onun Hakkında Ağır Sözler Söylendiğine Delil Babı

Ebu'l-Hüseyn Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyri (Rahimehullah) der ki:
«Sırf Allâhın yardımiyle (işe) başlar; ve bize ancak Onun kifayet bu¬yurmasını niyaz eyleriz. Muvaffakiyetimiz yalnız Allah (Celle Ceîâîuh) iledir.»

1- (Cool Bana Ebu Hayseme Züheyr b. Harb rivayet etti (Dedi ki): Bbe Vekî' Kehmes'den [18] o da Abdullah b. Büreyde'den [19] o da Yahya b. Ya'mer'den [20] naklen rivayet etti. H.
Yine bize Ubeyduliah b. Muâz el-Anberî rivayet etti. Bu hadis onun-Idur. (Dedi ki): Bize babam rivayet etti. (Dedi ki): Bize Kehmes, İbni Bü-reyde'den o da Yahya b. Yâmer'den naklen rivayet eyledi. Yahya şöyle de¬lmiş:
«Basrada kader hakkında ilk söz eden, Ma'bed el-Cühenı [21] olmuştu. I Bir ara ben ve Humeyd b. Abdirrahman el-Himyeri hacc —yahud Umre __ yapmak üzere yola çıktık. Ve (kendi aramızda):
— Resulüîlah (Sailallahii Aleyhi ve Seliem) in ashabından bir kimseye rastlasak da şu heriflerin kader hakkında söylediklerini ona sorsak, dedik. Az sonra mescide girmekte olan Abdullah b. Ömer b. el-Hattab'a tesadüf ettik. Ben ve arkadaşım, birimiz sağından birimiz solundan olmak üzere hemen etrafını çevirdik. Ben arkadaşımın sözü bana havele edeceğini an¬layarak:
«Yâ Ebâ Abdirrahman! Bizim taraflarda bir takım insanlar türedi. Bunlar Kur'anı okuyor ve ilmi araştırıyorlar.» dedim. (Kavi diyor ki):
— Yahya bu adamların hâllerini, kader diye bir şey tanımadıkla¬rını hâdisât Allah'ın hiç bir takdir ve malûmatı olmaksızın yeni yeni husule gelir, iddiasında bulunduklarım anlattı. Abdullah (R A.) şun¬ları söyledi. O halde sen onlarla görüştüğün zaman kendilerine he¬men haber ver ki, ben onlardan beriyim. Onlarda benden beridirler. Ab¬dullah b. Ömer'in kendisine yemin ettiği Allaha and olsun ki, onlardan bi¬rinin Uhuıî dağı kadar altım olsa da onu infak etse kadere inanmadıkça Allah onun infakını kabul eylemez. Abdullah (R.A.) sonra şöyle devam etti:
«Bana babam Ömerü'bnü'l-hattâb rivayet etti. Dedi ki:
— Bir gün Resûlüllah (Sailallahii Aleyhi ve Seliem) 'in yanında bulun¬duğumuz bir sırada anîden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bizât çıkageldi. Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor; bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Doğru Peygamber (Sailallahii Aleyhi ve Sellemfın yanı¬na oturdu; ve dizlerini onun dizlerine dayadı. Ellerini de uylukları üzeri¬ne koydu. Ve:
«Yâ Muhammedi Bana Islâmın ne olduğunu haber ver!» dedi. Resu-lüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliem)
«İslâm: Allah'dan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın Re¬sulü olduğuna şehâdet etmen; namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ra¬mazan orucunu tutman ve yol (külfetleri) cihetine gücün yeterse Beyt'i hacc etmendir.» buyurdu. O zât:
«Doğru söyledin.» dedi. Babam dedi ki:
«Biz buna hayret ettik. (Zira) hem soruyor hem de tasdik ediyordu.
«Bana imandan haber ver!» dedi. Resûlüllah (S.A.V.):
«Allah'a, Allah'ın Meleklerine, k'rtablanna, Peygamberlerine ve âhiret ' gününe inanman, bir de kadere; hayrına şerrine inanman dır.» buyurdu.
O zât (yine):
«Doğru söyledin.» dedi. (Bu sefer):
«Bana ihsandan haber ver!» dedi. Resûlüllah (S.A.V.):
«Allah'a: Onu aörüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü her ne ka¬dar sen Onu görmüyorsan da O seni muhakkak görür.» buyurdu.
O zât:
«Bana kıyametten haber ver!» dedi. Resulûiİah (S.A.V.):
, «Bu mes'elede sorulan sorandan daha âlim değildir.*» buyurdular.
«O halde bana onun alâmetlerinden bari haber ver!» dedi. Peygam¬ber (S.A.V.):
«Cariyenin kendi sahibesini doğurması ve yalın ayak, çıplak, yoksul
koyun çobanlarının bina yapmakta birbirleriyle yanş ettiklerini görmendîr.» buyurdu. Babam dedi ki:
— Bundan sonra o zât gitti. Ben hayli bir müddet (bekledim) durdum. Nihayet Resûlüllah (S.A.V.) bana:
«Yâ "Ömer! O sual soran zâtın kim olduğunu biliyor musun?» dedi. .
«Allah ve Resulü bilir." dedim.
«Gerçekten o Cibril'di. Sîze dininizi öğretmeğe gelmiş.» buyurdular.

Hadisin Îzahı

Hadis-i şerifdeki kader hakkında konuşmadan maksad, kaderin aley-Ihinde konuşmak, onu- kabul etmeyerek ehli Hakk'ın doğru yolundan ay¬rılmaktır. Bu işi ilk yapan Ma'bed-i Cuh'eni, olmuştur. Maa-mafih daha evvel Mekke'de Kaderîlerin bulunduğunu söyleyenler ' vardır. Derler ki Abdullahi'bnü'z-Zübeyr'in ordusu Mekke'de Yezid tarafından muhasara edildiği zaman Kabe -i ıMuazzame yanmıştı. O zaman bazıları bunun bir takdir-i İlâhi -ol¬duğuna kail olmuş; bir takımları takdirle yanmamıştır diyerek kaderi in¬kâr etmişlerdir.
«Kader» kelimesi, dâhn fethile okunduğu gibi sükûnîyle yani (kadr) şeklinde de okunabilir.
Lügatde: mikdar, meblâğ, tazim, kuvvet, kudret ve bir şeyi kısmak ma'nalanna gelir.
Şeriatde: Vücuda gelecek şeyleri ve o şeylerin ne zaman nerede, ne gibi evsaf ve hususiyetlerle meydana geleceğini Allahü Teâ1â'nın tahdid ve takdir etmesidir. Takdir buyurduğu şeyleri, zamanı gelince birer birer icâd etmesine de kaza denir. Binaenaleyh kader ilim ve irâde sıfatına, kaza da tekvine râcî' olduğundan kaza ve kadere İnanmak haddi zatında Allahü Teâla'ya imanda dâhil ve bütün sıfatlariyle A11ah'a iman eden bunlara da inanmış olursa da ehemmiyetine bi¬nâen kaza kader meselesi kelâm ilminde ayrıca ele alınmıştır.
Bâzı kelâm uelrnası bizim kader dediğimize kaza, kaza diye ta'rif et¬tiğimize kader demişlerse de bu ta'rif netice i'tibariyle davayı değiştirmez. Kaza kelimesinin lügat ma'nalarından biri de hükmetmek olduğundan bir hükme benzeyen takdire onlar kaza demişler; icraya benzeyen icada da kader itlak etmişlerdir.
Mühim olan şudur ki, bu mesele etrafında gerek feylesoflar, gerekse din erbabı arasında ötedenberi pek çok münâkaşalar cereyan etmiştir. Ha-kikatde kaza ve kaderin mahiyetini hakkıyla anlamak insan kudretinin haricindedir. Bundan dolayı müslümanlara kaza ve kadere inanmaları emrolunmuş; bu meseleyi derinden derine inceleyerek kaderin sırrını bul¬mağa çalışmaları yasak edilmiştir. Hz. Ebu Hüreyre (R.A.)'ın ri¬vayet ettiği bir hadis bu bâbda nassdır. Fakat ne yazıkdır ki müslüman-lar yinede bu nâzik meseleyi kurcalamakdan geri kalmamış; neticede ara¬larında ihtilâflar zuhur etmiş; bir takım fırkalar meydana gelmiştir. Bun¬ların içinde hak olan mezheb Ehl-i Sünnet vesl-Cemaattir ki o da S e 1 e -fiyye, Mâtürîdiyye ve Eş'arîyye olmak üzere üçe ay¬rılır. Geri kalan fırkalar çeşidli bid'at ve dalâletlere saptıkları için onlara: «Ehl-i bid'at ve dalâlet» derler. Bunların içinde biri ifrat, diğeri tefritde olmak üzere bilhassa kader meselesinde dikkati çeken iki fırka vardır; bi¬ri Kaderiyye diğeri Cebriyye [22]
Kaderiyye, kaza ve kaderi tamamiyle inkâr ederler. Ancak bunu sırf şer-i şerifi ta'zim maksadıyla yaptıkları için küfre nisbet edil¬mezler, Bunlar:
«Kul kendi fiilini kendisi yaratır.» diyecek kadar ileri gitmiş; ve bu sebeble Ehl-i Sünnet uleması tarafından pek şiddetli hücumlara ma'ruz kalmışlardır. Bahusus Mâ vera-ün'Nehir uleması bu bâbda pek şiddet göstermiş ve:
«Mecûsilerin halleri Kaderiyyenin halinden daha iyidir.» demişlerdir. Hadis-i şerif de de beyan olunduğu vecihle Basra'da ilk defa kade¬re dil uzatan Ma'bed-i Cüheni 'dir. Ma'bed :
«Vücuda gelecek şeyler evvelce mukadder olmaz, Allah olacak şeyleri bilmez. O yalnız olanları bilir, insan doğduktan sonra said veya şaki olur.» derdi. Onun bu görüşü eski feylesofların mezhebidir ki sonraları Basralı-ların da mezhebi haline gelmişti. Kula yaratıcılık isnad etmekle onu âdeta Allah olmak derecesine yükselten bu bâtıl görüş son derece ifrat ha¬lindedir. Bu sebeble çabuk inkıraz bulmuş; ehl-i kıble müslümanlar ara¬sında ona sâlik kimse kalmamıştır. Kaderiyye mezhebinde olanlar sonra¬ları A11ah 'in kaderine inanmağa başlamışlarsa da hayırm Allah'dan, şerrin başkasından geldiğine inandıklarından Mecusilere benzemek-den yine kurtulamamışlardır. Filhakika Resulüllah (S.A.V.)'de:
«Kaderîler bu ümmetin Mecoısi! eridir. Hastalanırlarsa onları dolaşma¬yın! Ölürlerse cenazelerinde bulunmayın!» buyurarak onları Mecusîlere ben¬zetmiştir. [23] Bu hadîsi Ebû Hazım Hz. îbni Ömer (RA.)'dan rivayet et¬miştir.
Hadîsi Ebu Davud «Sünen» inde, Hâkim de « e 1 -Müstedrek» inde tahriç etmişlerdir. Hâkim:
«Eğer Ebû Hâzimin İbni Ömer'den işittiği doğru ise; bu hadîs Şey-hey'nin şartı üzere sahilidir.» demektedir. Hattâbı diyor ki:
«Peygamber (S.A.V.)'in Kaderiyyeyi Mecusilere benzetmesi mezhep¬leri, nur ve karanlık aslına kail olan Mecûsilerin mezhebine benzediği içindir. Zira Mecusüer hayrı yaradanın nur, şerri yaradamn da karanlık olduğuna kaildirler. Böylelikle onlar iki ilâha taparlar. Kaderiyyenin ha¬li de Öyledir. Onlar da hayrı Allah'a, şerri başkasına izafe ederler. Halbu ki hayır ve şerrin her ikisini yaratan Allahü Teâiâ'dır. .
Cebriyye'ye gelince: Bunlar tamamiyle kaderiyyenin zıddına olarak: «Her şey kaza kadere bağlıdır. Kulun elinde hiç bir şey yoktur. Fiili, ihtiyar ve kudreti yaratan Allah'dır.» derler. Kula irâde-i cüz'iyye tanı¬madıkları için onlarca kul kendiliğinden iman etmeğe bile kâadir değildir. Allah kime iman ettirirse o mü'min, kime iman ettirmezse o da kâfir olur. Görülüyor ki bunlar da Allah'ı tenzih edelim derken müthiş bir tefrite saplanıyor ve farkına varmadan ona (hâşâ) zalimlik isnâd edi¬yorlar. Öyle ya! Kulun hiç bir ihtiyarı yoksa Ebu Cehil:
«Benim ne kabahatim var yâ Rabbi? Beni sen kâfir yarattın, küfrüm de bana değil sana aittir. Çünkü benim elimde hiç bir şey yoktu. Sen na¬sıl diledinse öyle halkettin. O halde beni niçin azâb ediyorsun? Bu bir zü¬lüm değil midir?» diye A11ah'a i'tiraz etmez mi?
Hattabi Cebriyyeyi kasdederek şunları söylemiştir: «Bİr çok insanlar kaza ve kaderin ma'nası: Allahü Teâlâ'nın, takdir ve kaza buyurduğu hususlara kulunu kahr-u icbar etmesidir sanırlar. Hal¬buki mesele onların zannettiği gibi değildir. Kaza ve kader, kulun ne amel¬de bulunacağını AHahu Teâlâ'mn evvelden bildiğini bu amellerin onun takdiriyle meydana geldiğini, onların hayır ve şerrini Allah'ın halk etti¬ğini haber vermekten ibarettir.»
Bu gün Cebriyye fırkası mevcud değildir. Zâten az bir taife¬den ibaret olan cebrîler ehl-i Hakk'm karşısında fazla dayanamayarak da¬ha dördüncü hicri asrm başında inkıraz bulmuşlardır. Hâsılı Ehl-i sünne¬tin -mezhebine göre kaza ve kader haktır. Bunun ma'nası yukarıda da ar-zettiğimiz gibi, Allahu Teâlâ 'nın mevcudatı ezelde takdir ve tahdid buyurması, ma'lum zamanlarda vücûda geleceklerini bilmesi; mev¬cudatın da hakikaten onun takdir buyurduğu şekil ve zamanda vücûd bul¬masıdır.
Kaza ve kadere dair bir çok eserler yazılmıştır. Bunların içerisinde en
güzeli Beyhakî 'nin eseridir. cümlesinin ma'nası, «Ben ve arkadaşım onun etrafını çevirdik; dolayladık» demektir. Arap¬lar kuşun kanatlarına (Kenefatü't-tayr) derler. Bu cümle, büyük bir zâtla birlikde yürürken cemaatin terbiyeli davranarak onun Önünde değil, sağ ve soluna geçerek kendisini dolaylamaları gerektiğine bir tenbihtir.
«Arkadaşımın sözü bana havale edeceğim anladım» cümlesinden mu-rad: i'tizardır. Yani sözii benim almam arkadaşımı saymadığım için değil, ben daha yaşlı, cesur ve konuşkan olduğum için arkadaşımın konuşmaya¬cağını ve sözü bana bırakacağını anladığımdandır. demektir. Filhakika hadîsin bir rivayetinde:
i«Çünkü ifâde itibariyle ben ondan daha kuvvetli idim.» denilmiştir.
kelimesi şeklinde de rivayet olunmuştur. Birinci şekli daha meşhurdur, ve araştırıp soruşturmak ma'nasma gelir. İkinci rivayete göre ma'nası: Mübhem ve muğlâk bir şeyi inceden inceye araş¬tırmak, onu meydana çıkarmaktır. Bu kelimeyi Müslim 'den başka
hadîs imamları şeklinde rivayet etmişlerdir. Bu da araştırmak ma'nasma gelir. Ebu Yâlâ el-Mavsılî 'nin rivayetinde dır; ve anlamak ma'nasını ifâde eder. Kaadî İyâz ayni kelimenin rivayetini de gördüğünü ve bunu (Dibini araştırmak yani muğ¬lak tarafını derinden derine araştırmak) diye tefsir ettiklerini söyler.
«Onların hallerini anlattı» cümlesi Yahya b. Ma'mer'in sözü değildir. Bu söz râvîlerden birinin ve galiba Yahya 'dan rivayet eden İbni Büreyde 'nin olacaktır. İbni Büreyde bunun¬la Ya'mer'in sözlerini nakletmiştir.
«Allahm ilmi ve kaderi olmaksızın yeni yeni meydana gelen» demek¬tir ki Kaderiyyenin bâtıl inançlarına göre Allah onun mevcudiyetini — hâşâ— vukuundan sonra öğrenir. Bu kavil yukarıda da görüldüğü ve-cihle, Kaderiyyenin pek ziyade ileri giden bir kısmının saçma ve iftirâîa-rmdandır.
İbni Ömer (R.A.)'m yeminini kinaye yolu ile etmesi ismulîahı ta'zîm içindir. Çünkü (Vallahi) diyerek yemin eüe ihtimal bu şekil ye¬min âdet olur kalır; buna kendisi sebebiyet vermiş olurdu:
«Ben onlardan beriyim; onlar da benden beridirler ilâh...» diye konuş¬ması, Kaderilerin küfrüne kail olduğuna delildir. Kâadi Iyâz bu sözün kaderi inkâr eden eski kaderiyye hakkında söylendiğine kaildir. O böyleleri için: «Hilâfsız kâfirdirler.» diyor. "Ulemâdan bazıları:
«İbni Ömer (R.A.) bu sözü ile dinden çıkaran tekfiri kasdetmeroiş ola¬bilir.» diyorlar. Bu takdirde onların küfran- ni'met ettiklerini ifâde etmiş olursa da UhudDağı kadar altın infâk etseler, yine kabul oluna¬mayacağını söylemesi, bazı ulemaya göre yine küfürlerine hükmettiğine delâlet eder. Çünkü amellerin hükümsüz kalması, ancak küfür sebebiyle olur. Şu var ki, amelin haddizatında sahîh olmakla beraber günah sebebiy¬le kabul edilmemesi müsîümanlar hakkında da vâriddir. Nitekim gasbedilen bir yerde kılınan namaz her ne kadar sahih ise de mekruh olduğu için makbul değildir; hiç bir sevabı yoktur.
Hz. İbni Ömer 'in sözündeki infakdan murâd Hak yolunda ibâdet için edilen tasadduktur. Hadîsin bir rivayetinde bu cihet tasrih de edilmiştir.
cümlesini hadîs hafızlarından Ebu Hâzini ile Ebu Yâ'lâ el-Mavsıli: şeklinde rivayet etmişlerdir. Bu cümlenin ma'nası:
«Üzerinde yolculuk eseri görmüyorduk.» demek olduğundan her iki rivayet de sahihtir.
«Ellerini uylukları üzerine koydu» cümlesindeki zamir Neveviye göre gelen zata aiddir. Yani o zat bir talebe gibi diz çökerek oturmuş; ve ellerini kendi uylukları üzerine koymuştur. Fakat Buhâri sarihlerin¬den Bedrüddîn Ayni bunu doğru bulmuyor; ve Zamirin Pey¬gamber (S.A.V.)'e aid olduğunu söylüyor. Delil olarakda hadîsin Süleyman-ı Temimi rivayetinde
Sonra ellerini Peygamberin dizleri üzerine koydu» denilmiş olmasını gösteriyor. Filhakika hadîs ulemasmdanB egavî ile İsmail et-Teymî kesinlikle buna kail olmuşlar; Tıybî dahi bunu tercih et¬miştir. Aynî diyor ki;
«Nevevî'nin Süleymaa rivayetini görmediği anlaşılıyor. Bundan do¬layı araştırma neticesinde o kavli tercih etmiş olacak, Nevevî: «et-Tenbih» nâm eserde Resulüllah (S.A.V.)'in huzuruna gelen zât için:
—«Talebenin hocası karşısında oturduğu gibi oturdu, denilmesine ba¬karak zamiri gelen zâta vermiştir: Zira edep terbiye bunu iktizâ eder. Lâ¬kin Süleyman'ın rivayetine göre Cibril, kim olduğunu mübalâğalı bir şe¬kilde gizlemek ve oradakilere kendisinin yüzde yüz kaba saba bir çöl ara-bı olduğu zannını vermek için bunu bililtizam yapmıştır. Zâten cemaatin üzerlerinden adımlayarak Peygamber (S.A.V.)'in yanına varması da bun¬dandır...»
Cibri1'in «Ya Muhammedi» diye hitab etmesi de kendisini kaba göstererek büdirmemek içindir.
Bu hadîsi az çok lâfız değişiklikleriyle muhtelif râvüerden bütün
«Kütübü Sitte» sahipleri yani, Buhârî Müslim, Ebû Davûd' Tirmizî, Nesaî ve İbni Mâce tahriç ettikleri gibi, Ebû Avâne imam Ahmed b. Hanbel, Bezzâr Taberânî ve İbni Huzeyme gibi nice hadîs imamları da rivayet ve tahriç eylemişlerdir.
Rivayetlerin mecmu'nundan da anlaşılıyor ki Cibril (A.S.) o gün kendisini tanıtmak istememiştir. Hatta Süleyman-ı Teymî 'nin rivayetinde Peygamber (S.A.V.) Hz. Cibrî1'i oradan ayrıl¬madan tanıyamadığım ve o âna kadar onu hiç bir zaman bu kadar yadır¬gamadığım yeminle beyan etmiştir.
Hadis-i şerifteki namaz, zekât, oruç ve hacdan murad mezkûr ibadet¬lerin farz olanlarıdır. Nitekim Müslim'in bir rivayetinde farz namaz diye tasrih edilmiştir. Nafile ibâdetler de islâmî birer vazife iseler de islâ-mın şartlarından değildirler.
«İman: Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine ve âhiret gününe inanmandır.»
Bahsimizin başında uzun uzadıya izaha çalıştığımız iman, bir tanesi¬ni bile istisna etmeden bir çok şeylerin mecmuuna inanmakla tahakkuk ettiğinden kolaylık olmak üzere hadîsin bu cümlesinde inanılması gereken şeyler nevi itibariyle hulâsa edilmiştir. Lisanımızda (Sıfat-ı îman) nâmıy-la şöhret bulan bu altı nev'İ şunlardır:
1- Allah Teâlâ'yat iman farzdır. Bu iman A11âh'm varlığını ve hakkında gerek vâcib, gerek mümteni', yani; imkânsız, gerekse caiz olan bütün sıfatları bilerek tasdik etmekle hâsıl olur. Allahü Teâ1â nın sıfatlan on dörttür. Kelâm ulemasından bazıları bu sıfatları;
1 - Selbiyye ve
2- Sübûtiyye olmak üzere ikiye ayırırlar. Sıfat-ı selbiyye; altıdır:
1- Vücud,
2- Kıdem,
3- Baka,
4 - Muhalefettin li'l-Havadis,
5- Kıyam Bizâtih,
6- Vahdaniyet.
Vücud: A11ah'm varlığı,
Kıdem: Ezelî olması yani varlığının evveli olmaması;
Baka: Ebedi olması yani varlığının sonu bulunmaması;
Muhalefettin li'1-Havâdis:A11ah’ın mevcûdatdan hiçbir şeye benzememesi;
Kıyam Bizâtih: Varlığının kendisinden olması;
Vahdaniyet: A11ah'in bir olmasıd-. Sîîât-ı Sübûtiyye sekizdir :
1-.Hayat;
2- İlim, '
3- İrâde,;
4- Kudret,
5- Semi'
6- Basar
7- Kelâm,
8- Tekvin.
Hayat: Alîahü Teâlâ 'mn diri olması;
İlim: Bilmesi;
İrâde: Her mümkünü caiz olan bir şekle ve vakte tahsis etmesi;
Kudret: Muktedir olması; Semi': İşitmesi; Basar: Görmesi,
Kelâm: Ses ve harfe muhtâc olmadan konuşması;
Tekvin: Var etme, yok etme, yaşatma, ve öldürme gibi fiillerin baş¬langıcı olan bir sıfattır.
2- Meleklere îman farzdır. Bu, A11ah'm melek denilen nur¬dan yaratılmış ve istediği şekle girebilen bir takım mâsûm kulları olduğu¬na inanmaktır. Melekler pek çoktur; sayılarını ancak Allah bilir. Bunlar ikametgâhları itibariyle Yer melekleri, Gök melekleri ve Arş melekleri gibi kısımlara ayrıldıkları gibi gördükleri vazifeler 'itibariyle de Müdebbirât ve Hafaza gibi muhtelif kısımlara ayrılırlar. Cibril (Cebrail) Mikâil, Azrail ve İsrafil gibi isimleri ma'lûm olanlara adıyla şanıyla; isimleri bilinmeyenlere icmâlen iman etmek lâzımdır. Melekler yemez; iç¬mez, evlenmez ve ölmezler. Onlarda rekeklik dişilik yoktur. En büyük iş¬leri yapmaya ve en kısa bir zamanda en uzak mesafelere gitmeye mukte¬dirlerdir.
Bazı cihetlerden az çok meleklere benzeyen diğer bir takım görün¬mez mahlûklar vardır ki bunlara (cin) ler derler. Cinler saf ateş alevin¬den yaratılmışlardır. Melekler gibi onlar da ağır işleri yapabilir ve iste¬dikleri şekillere girebilirler. Yalnız bunlar melekler gibi ma'sum değil, insanlar gibi mükellef olup bir kısmı mü'min bir takımı kâfirdirler. Daima yerde yaşar ve insanlar gibi yer içer ürer ve ölürler.
3- Kitaplara iman farzdır: Allah Teâlâ Hazretleri Peygam¬berlerinden bazılarına bir çok hakayık ve ahkâmı bildiren bir takım iba¬re ve lâfızlar indirmiştir ki; bunlara kitab denir. Büyük kitablar dörttür. Bunlardan Tevrat Hz. Mûsâ (A.S.)'a, Zebur Hz. Dâvud (A.S.) 'a, İncil Hz. İsâ (A.S.)'a Kur'an-ı Kerim'de Peygamberimiz Muhammed Mustafa (S.A.V.)'e indirilmiştir. Mezkûr dört kitapdan başka muhtelif peygamberlere 100 aded suhuf indirilmiştir. İşte bu k-sapların Allah tarafından indirilmiş birer hak kitap olduğuna inanmak her mü'mine farzdır. Ancak Kur'an-ı Kerim inmekle her birinin hükmü kalkmıştır. Zâten Kur'an-ı Kerîm 'den evvelki kitapların bu gün asılları bile kalmamıştır. Bu gün gerek Musevilerin gerekse Hiris-tiyanların ellerindeki Tevrat ve İncil 'ler birer tarih mecmuası durumundadırlar.
4- peygamberlere iman farzdır.Yani Alla fr.ih-.Teâ1â Haz¬retleri kullarına doğru yolu göstermek için bir takım mümtaz zevata pey¬gamberlik vermiş; onları kullarına dîni, ahkâmı götürmek için elçi ola¬rak göndermiş; ve peygamber olduklarını kavimlerine isbât için de ken¬dilerine mu'cizeler ihsan etmiştir. Peygamberlerin bir kısmına ayrıca ki¬tap ve şeriat verilmiştir. Bunlara «Rusüliı - Kiram» yahud «Mürselin» derler. Bir kısmı da başka bir peygamberin şeriatıyla amel ve onun hü¬kümlerini insanlara bildirmeye me'mur olmuşlardır. Peygamberlerin sa¬yışım ancak Allah bilir. Hepsinin evveli Hz. Âdem: sonu da Peygamberimiz Muhammed Mustâfa (S.A.V.)'dir. İkisinin arasında bir çok peygamberler geçmiştir. Bir kısmının ismi Ku r'an1 Kerim'de beyan buyurulmuştur. Cümlesini tasdik ederek hakların¬da hörmet ve mahabbet göstermek müslümanlara farzdır.
5- Âhiret gününe îman farzdır. Âhiret günü haşirden, bütün ölen¬lerin diriltilmesinden başlayan sonsuz bir gündür. Kıyametin kopması, sûrun üfürülmesi, ölülerin diriltilmesi, kitapların verilmesi, mizanın ku¬rulması, kulların sorguya çekilmesi, havz-ı kevser, şefaat, sırat, Cennet ve Cehennem, âhiret gününün müştemilâtından olduğundan bunlara inan¬mak farzolduğu gibi âhiret gününden önceki kabir ahvali, berzah âlemi ve kıyamet alâmetleri dahi sahih naslarla sabit olduğundan cümlesine inanmak farzdır. Hâsılı Kur'an-ı Kerim'in haber verdiği her şeyi Peygamber (A.S.V.)'in Sahîh hadisleriyle sabit olan her be¬yanı tasdik etmek lâzımdır. Bu bâbta fazla malûmat için kelâm kitapları¬na müracaat edilmelidir.
6- Kadere iman farzdır. Bu hususta yukarıda izahat verildi. Resû1ü11ah (S.A.V.)in:
«Birde Kadere inanmandir.» diyerek, kadere imanı hassaten zikret¬mesi, bu bâbta ümmetinin ihtiâlfa düşeceğini bildiğine delâlet eder. , Ashab-ı Kiramın gelen zâta şaşmaları, Peygamber S.A.V.)'e
hem sorup hem tasdik ettiği içindi. Çünkü câhil bir kimsenin sorması böy¬le olamazdı. Bu zâtın konuşması âdeta soruyu bilenlerin konuşmasına ben¬ziyordu. Halbuki o zaman bu suâli Peygamber (S.A.V.)'den başka
bilecek yoktu.
«ihsan, Allah'a, sanki onu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir.»
İhsan: îfâl babından ahsene fiilinin masdarıdır. Aslı hüsündür. Hü¬sün, Kubhun zıddıdır. Yani Kubuh çirkinlik, hüsün de güzellik ma'nasına-dır. îhsân harfi cerli ve harfi cersiz olmak üzere iki türlü müteaddi' olur. Burada harfi cersiz kullanılmıştır; ve güzel ibâdet etmek, A11ah'm hakkına riayet, onu murakabe ma'nasma gelmiştir. îmam Nevevî bu cümlenin Hz. Peygamber (S.A.V.)'e mahsus olan «Cevâmiu'l-Kelim» yani içinde pek çok kelimelerin ma'nasını toplayan az sözlü, çok ma'nalı hadîslerden biri olduğunu söylüyor; ve sözüne şöyle devam ediyor:
«Çünkü bilfarz bizden birimiz Rabbi Teâlâ Hazretlerini, göre göre ibâdet etmeğe kalksa gücünün yettiği kadar huzû', huşu göstermek, kendini çekip çevirmek ve o ibâdeti en iyi şekilde tamamlamak için hâli¬nin içini dışına uydurmak gibi şeylerden biç birini terk etmemeğe çalı¬şır. İşte Resulüllah (S.A.V.):
«Butun İbâdet hallerinde Allah'a onu görerek yaptığın ibâdet gibi ibâ¬det eyle!- diyor.
Zira A İlahı görerek o şekilde ibadeti tamamlamak ancak Allah'ın gör¬düğünü bildiği içindi. Bu sebeble kul, o halde kusur etmeğe cesaret gös¬teremiyordu. Ayni ma'nâ Allahı görememe hâlinde de mevcuddur. Bi¬naenaleyh muktezasraca amel etmek lâzım gelir. Hâsılı bu sözden mak-sad, İbâdetde samîmi olmaya ve kulu huşu', huzû' ve saireyi testekmU îfa hususunda Rabbi Teâlâ hazretlerini murakabe etmeye teşviktir. Filvaki ehl-i hakikat olanlar sulebâ ile düşüp kalkmayı meudup görmüşlerdir; tâ-ki bu hâl onlardan utandığı ve hürmet ettiği için kendisine bir hangi nok¬sanlık gelmesine mâni olsun. Sulehâ ile düşüp kalkanın hâli böyle olursa gizlisinde aşikârında Allah kendisiyle beraber olup yaptıklarım gören kim. senin hâli ne olur!»
Hadis-i Şerif murakabe ve müşahede makamlarına şamildir. Ve:
«Sen Onu görmüyorsan da O seni muhakkak görür.» cümlesi müşahe¬de makamından murakabeye iniştir. Ulema ibâdetlerde üç makam oldu¬ğunu söylerler.
Birinci makam: Teklif sakıt olacak surette erkân ve şeraite riayetle ibâdeti îfâ makamıdır.
İkincisi; Bu şartlarla birlikte A11ah'm gördüğünü murakabe.
Üçüncüsü: Ayni şartlarla birlikte Allah'ı görüyormuş gibi îfâ makamıdır. Bu makam Peygamber (S.A.V.)'in makamıdır. Bun¬ların üçü de ihsan ise de ibâdetlerin sıhhati için şart olan ihsan birinci¬sidir. Diğer ikisi havassın sıfatıdırlar.
Kaadi Iyâz dahî şunları söylemiştir:
Bu hadîs, zahirî ve bâtını bütün ibâdet vazifelerini, iman akideleri¬ni, âzânın amellerini kalplerin ihlâsmı ve amellerden doğacak âfetlerden korunma yollarını şerh ve izaha şâmildir. Hatta şer'î ilimlerin hepsi bu hadîse râci' ve ondan mülhemdir. Biz de «el-Mekaasidü'1-Hisân fimâ Yel-zemu'l-tnsân» adlı kitabımızı bu hadîse ve onun üç kısmına istinaden te'-lif ettik. Çünkü gerek vâcibler, sünnetler, müstehablar; gerekse haram ve mekruhlardan hiç biri bu hadisin üç kısmından hâriç değildir. Allahu a'lem.»
«O halde bana saatten haber ver.»
Saat: Muayyen olmayan bir mikdar zamanıdır. Şeriat ulemasına gö¬re kıyamet günüdür. Riyaziyecilere göre de gece ile gündüzün yirmi dört-de biridir.
«Sorulan sorandan daha âlim değildir...» cümlesi, âlim ve müftü gibi zevatın, bilmedikleri suâle «Biliniyorum» diye cevap vermeleri ge¬rektiğine; bu türlü cevab onları küçültmeyeceğine, bilakis böyle bir ce¬vapla kendilerinin çok âlim ve ehl-i takva olduklarına istidlal edileceğine delildir.
«Cariyenin kendi sahibesini doğurmastdır.» cümlesi :« ve şekillerinde de rivayet olunmuştur. îkinci rivayete göre mana;
«Cariyenin, erkek öten sahibini doğurması» üçüncü rivayete göre ise: -Cariyenin kendi kocasını doğurması- demek olur.
Çünkü rabb: Sâhib ve efendi; rabbe sahibe ve hanımefendi, bal da¬hi sâhib, mâlik ve koca ma'nalarma gelir. Maamafih bu cümleden mura¬dın ne olduğu hususunda ulemadan bir kaç vecih na'kl'olunur. Şöyle ki:
1- Hattâbî'ye göre bundan murâd: islâmiyetin yayılması ve müslümanîann küfür diyarını istilâ ederek ahâlisini esir almalarıdır. Bir adam bir cariyeye mâlik olur da ondan bir çocuğu doğarsa, çocuk hür do¬ğacağı için annesinin sahibi mesabesinde olur. Çünkü çocuk cariyenin sa¬hibinin oğludur. Nevevî ile diğer bazı ulema bunun ekseri ulema¬nın kavli olduğunu söylemişlerdir.
2- İbrahim- Harbî'ye göre nıurâd: Cariyelerin hükümdar¬ları doğurmasıdır. Bu suretle hükümdarın annesi olan câriye de sair ahâli gibi o hükümdarın tebaasından biri olur.
3- Bazılarına göre manâ Âhir zamanda mal çoğalarak ümmü veled [24] cariyelerin çok satılmasıdır. Böylelikle câriye satıla satıla günün birin¬de bilmeden oğlunun eline geçer; ve oğlu annesinin sahibi olur. Fakat bu kavil yalniz ümmü velede mahsus değil her nevi' cariyelere şâmildir. Zi¬ra caizdir ki bir câriye nikâh şüphesiyle sahibinden başka birisiyle cima" eder de o adamdan hür bir çocuk dünyaya getirir. Sonra câriye elden ele satıla satıla doğurduğu çocuğun eline düşebilir. Bu takdirde meselenin kıyamet alameti sayılan tarafı Ümmü veîed cariyelerin satılanı adı ğı m bi¬len kimse kalmamış olmasıdır.
4- Bir kavle göre bu cümleden maksad: Ümmü veled cariyenin ço¬cuğu doğurmakla âzâd olmasıdır. Doğurmak sebebiyle âzad olduğu için onu âdeta doğurduğu çocuk âzad etmiş gibi olur. Ancak bu te'vil mecaz yolu iledir; mecazın alâkası da sebebiyyet müsebbeb'yyettir.
5- Diğer bir kavle göre murad: Anneye babaya itaatsizliğin çoğal-masıdır. Bu sebeple evlâd annesine, bir kimsenin cariyesine reva gördüğü muameleyi ^yapacaktır. Bu teVilde dahi cariyenin oğluna mecazen sâhib denilmiştir. Bazıları hadîsdeki (Rabb) kelimesini mürebbi ma'nasma ala¬rak hakikat ma'nada kullanmak istemişlerse de bu vecih pek zaif görül¬müştür.
Ulemadan bazılarına göre hadîsin bir rivâyetindeki «ba'l» ta'bîri ko¬ca ma'n asma dır. Bu takdirde cümleden murâd:
«Cariyenin kendi kocasını doğurması» olur ki, üçüncü şıkta zikre¬dilen, cariyelerin çok satılması manasına dahil olur. Yani anne satıla satıla bir gün oğlu annesiyle evlenir de haberi bile" olmaz.
-Bir de yalın ayak, çıplak, yoksul koyun çobanlarının binaları yükselt* mekte birbirleriyle yarış ettiklerini görmendir.»
İşte hadis-i şerifde beyan buyrulan kıyamet alametlerinin ikincisi budur. Yani bedeviler ve fakirler zengin olarak, apartmanlar yaptırmakta birbirleriyle yarış edeceklerdir. Bazıları bu iki cümleden islâmiyetin ya¬yılacağına işaret görmektedirler. Kirmanı şöyle diyor:
«Hasılı kıyametin alametlerinden biri de müslümanîann sasr mem¬leketleri ve milletleri idareleri altına almalarıdır.»
cümlesi bazı rivayetlerde şeklinde tesbit edilmiştir. Bunların ikisi de sahihtir. Yalnız birinci rivayete göre mana:
«Ben uzun zaman durdum.» İkinciye göre:
«Gelen zât uzun zaman durdu.» demek olur. Ebu Davud ile Tirmiz i'nin rivayetine göre Peygamber (S.A.V.)in Hz. Ömer'e : «Yâ Ömer bu soranm kim olduğunu biliyor musun'Ndiye sorması hâdisenin üzerinden üç gün geçtikten sonradır. Zahirine bakılırsa bu riva¬yetle Ebu Hüreyre rivayeti arasında muhalefet olduğu göze çarpı¬yor. Çünkü Ebu Hüreyre rivayetinde bu hadîsin nihâyetinde;
«Sonra o zat dönüp gitti. Arkasından Resulü İlah (S.A.V.);
— Şu adamı bana getirin; dedi.
Ashâb ona getirmeğe gittiler; fakat hiç bir şey göremediler. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.):
— O Cibril'di! buyurdu.» deniliyor.
«O Cibril'di size dininizi öğretmeğe gelmiş.» cümlesi iman ile islâm ve ihsanın hepsine din denilebileceğine delildir.
Bu hadîs islâmm aslıdır. Ulema ondan bir çok hükümler çıkarmış¬lardır, kî bazıları şunlardır:
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar
Administrator

Administrator
haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 2630
Kayıt tarihi : 24/05/09
Nerden : ANKARA

İMAN BAHSİ Empty
MesajKonu: Geri: İMAN BAHSİ   İMAN BAHSİ Icon_minitimePaz Mayıs 02, 2010 12:41 pm

1- İslâm: Allah 'dan. başka ilâh olmadığına, Muhammed (S.A.V.)'in onun Resulü olduğuna şehâdet getirmek, beş vakit namazı k 1-rnak, farz olan zekâtı vermek, Ramazan orucunu tutmak, malî kudreti olursa hacc etmektir.
2- îmân: A11ah'a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, âhiret gününe ve kadere inanmaktır.
3- İmanla isîâmın başka başka şeyler olduğunu söyleyenler bu ha¬dîsle istidlal etmişlerdir.
4- İhsan: Allah'a, onu görür gibi ibâdet etmektir.
5- Yukarıda zikredilen şeylere iman etmek farzdır.
6- İslamın ta'rifinde zikri geçen erkânın mertebeleri pek büyüktür,
7- Ramazan ayma sadece Ramazan denilebilir.
8- İhlâs ve murakabenin mevki'leri pek büyüktür.
9- İnsanın bilmediği bir şey için bilmiyorum demesi ilimdir. Bı onun kıymetini düşürmez; bilakis ilim ve takvasına delildir.
10- Melekler diledikleri şekillere girebilirler. Cibrî1 (AS.] ekseriya Dihy et ü'l-Kelbi (R.A.) suretinde görünürdü. Ken¬di suretinde Peygamber (S.A.V)Je yalnız iki defa görünmüştür.
11- Bu hadîse «ÜmmüVsünne» yanî sünnetin esası denilebilir.
12- All'ahü Teâ1a'yi dünya gözü ile gören olmamıştır. Sahih rivayete göre Hz. İmrân b. Husayn (R.A.) meleklerin seslerini işitirmiş.
Resul-ü Ekrem (S.A.V.)'in görmesi dünyada değil Melekût âle¬minde vaki* olmuştur.
13- Hz. Cibri1'in kıyameti sorması, dinleyenleri sormaktan
men'etmek içindir.
14- Güzel bir şeyi sormaya ilim ve ta'lim denilebilir.
15- Bir âlimin yanında bulunanlar, kendilerine lâzım olan bir mese¬leyi ona sormazlarsa başka birisinin sorması gerekir. Böylelikle sevapta müşterek olurlar.
16- Sual soranın nezaketli, âlimin de sorana karşı lûtufkâr davran¬ması gerekir.
Faide : İmam Buhar i'nin kitabı, Müs1im'in sahihinden da¬ha mu'teber ve faydası daha çok ise de Müs1im'in de kendine mah¬sus öyle bir letâifi ve isnad san'atları vardır ki bunları başka hiç bir kitap-da bulmak mümkün değildir. Meselâ imam: Müslim:
«Bana tahdîs etti» ile «Bize tahdis etti» ta'birleri arasında ve keza: «Bana haber verdi» ile «Bize haber verdi» ifâdeleri arasında fark gö¬zetir. Ve:
«Bana tahdis etti» tâ'birini, şeyhinden yalnız kendisi dinlediği zaman kullanır. Şayet hadîsi şeyhinden başka bir râvî ile birlikte dinlemişse Bize tahdis etti» tâ'birini kullanır, şeyhine yalnız kendinin dinlettiği bir hadîs hakkında: «Bana haber verdi» der. Şeyhine bir hadîsi Müs1im'in yanında başkası okumuşsa: «Bize haber verdi» tâ'birini kullanır. Hatta «Bana tahdis etti» ve «Bize tahdis etti» ta'birlerini yalnız şeyh hadîsi din¬letmek için söylediği zaman kullanır. Dinletmek için söylememişse:
«Şeyh dedi» Tahdis etti» veya «Şeyh söylerken işittim» gibi ta'birler kullanır. Bir evleviyet kaidesi olmakla beraber imam Müs1in'in bu¬na pek ziyâde riâyet etmesi onun son derece vera' ve takva sahibi, müdak-kik bir âlim olduğuna delil gösterilmektedir. Diğer hadîs uleması bu ta'bir¬leri çok defa birbirinin yer'inde kullanmışlardır.
İmam Müslim yukarıdaki hadîsin isnadında da büyük bir ince¬lik göstermiştir. Şöyle ki:
Hadîsin birinci tarîkinde:
«Bize Vekî' Kehmes'den o da Abdullah b. Büreyde'den o da Yahya b. Ya'mer'den naklen rivayet etti» demiş; ikinci tarikde Kehmesin Abdullah b. Büreyde 'den onun da Yahya 'dan rivayetini
tekrarlamıştır. Çünkü Ve k i ' rivayetinde: «Kehmes'den» tâ'birini kullanmış; Muâz ise:
«Bize Kehmes rivayet etti» demiştir. Yanî Vekî' rivayeti mu-an'an, m u â z'ınki muttasıldır. Halbuki muan'an hadisle ihticac mese¬lesi ulemâ arasında ihtilaflı fakat muttasıl hadîsle ihticac büittifak caizdir. îşte bu cihet anlaşılsın, ht.n rivayet, işitildiği lâfızla edilmiş oisutî diye İmam Müslim, her iki rivayeti, işittiği lâfızlarla nakletmişdir. S a -hîh-i Müslim'de bunun emsali çoktur. Sonra burada ikinci bir mak-sad yardır ki şudur:
Müslim, Veki 'in rivayetinde: «Abdullah b. Büreyde'den» de¬miş; Muâz'in rivayetinde ise: «İbni Büreyde'den» ta'birini kullan¬mıştır. Zira her iki tarik'de bu ta'birlerin yalnız birini zikretmiş olsa ma'-na bozulurdu. Meselâ Abdullah b. Büreyde yerine îbni Büreyde dese "bu zâtın Abdullah b. Büreyde' mi? Yok¬sa kardeşi Süleyman mı, olduğu anlaşılamazdı. İbn-i Bü¬reyde yerine Abdullah b. Büreyde'yi koysa bu sefer Muaz'a iftira etmiş olurdu. Çünkü Muâz'ın rivayetinde Abdullah zik-redilnıemiştir.
Hadîsin iki tarîki İbni Büreyde 'de birleştiği için birinci ri¬vayette Yahya b. Ya'mer'in zikredilmesi yek nazarda faydasız gibi görünür. Çünkü her iki rivayetin ondan geldiği, ikinci rivayetten an¬laşılıyor. Böyle yerlerde imam Müs1im'in âdeti râvîyi yalnız ikinci % rivayette zikretmektir. Ancak Nevevi bazı nüshalarda birinci ri¬vayette yalnız «Yahya'dan» ikincide «Yahya t>. Ya'mer'den» denilmiş ol¬duğunu bu takdirde İbni Büreyde meselesindeki gibi burada da bir fay¬da bulunduğunu söylüyor.
«Bize Ubeydullah b. Muâz rivayet etti» dedikten sonra: «Bu hadis onun¬dur» kaydını ilâve etmesi, iki rivayetin ma'nada bir, bazı lâfızlarda ayrı olduklarım göstermek içindir. Yani buradaki lâfız filânındır; ötekinin ri¬vayeti de bu ma'nadadır; demek istemiştir.
Birinci rivayette: Yahya b. Ya'mer' den sonra görülen (H) bir isnaddan başka bir isnada geçiş alâmetidir. Buna tahvil (H) sı derler. Hadîsi okuyan buna geldi mi (H) diyerek ikinci rivayete geçer.

2 (...)- Bana Muhammed b. TJbeyd el-Guberi ile Ebu Kâmîî el-Cahde-rî ve Ahmed b. Abde [25] rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Hammad b. Zeyd, Matar b. el-Verrak [26] dan o da Abdullah b. Büreyde'den o da Yahya b. Ya'mer'den naklen rivayet etti. Yahya şöyle demiş:
__ Ma'bed kader hakkında söylediklerini söyleyince biz bunları red¬dettik. Sonra «Ben ve Humeyd b. Abdirrahman el-Himeyrî birer bacc yap¬tık.» Râvîler hadîsi, Kehmes hadîsinin ma'na ve isnadiyîe riva¬yet ettiler. (Yalnız) bu hadîsde biraz fazlalık ve bir kaç harf noksanlığı vardır.
Haccetmek ma'nasma gelen «hicce» kelimesi hakkında imam Nevevî şunları söylüyor:
«Bu kelime (hâ)mn fetih ve kesrîle (Hacce) ve (hicce) okunabilir. Araplardan işitilen şekli hicce'dir. Fakat kaidenin icâbı (darbe) kelime¬siyle emsalinde olduğu gibi (hacce) okumaktır. Bunu lügat ulemâsı da böy¬le söylemişlerdir.»

3 (...)- Bana Muhammed b. Hâtım [27] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yahya b. Saîd &l-Kattân rivayet etti. (Dedi ki): Bize Osman b. Gıyâs [28] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdullah b. Büreyde, Yahya b. Ya'mer ile Humeyd b. Abdirrahman'dan rivayet etti. Şöyle demişler:
«Abdullah b. Ömer'le karşılaştık; ona kaderi ve kader hakkında söy¬lenenleri anlattık. Bunun üzerine Abdullah bu hadîsi râvîlerin anlattık¬ları şekilde- Ömer (RA.)*dan, o da Peygamber (S.A.V.)'den naklen hikâye etti. Hadîsde bîr parça fazlalık vardır. Ama Abdullah onun bir kısmını da eksik bıraktı.»

4 (...)- Bana Haccâc b. eş-Şair rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yûnus b. Muhammed [29] rivayet etti. (Dedi ki): Bize el-Mu'temir, [30] babasından o da Yahya b. Ya'mer'den, o da İbni Ömer'den, o da Ömer'den, o da Pey¬gamber (S.A.V.)'den naklen bu râvilerin hadîsi gibi bir hadis rivayet etti.

5 (9)- Bize Ebu Bekir b. Ebî Şeybe ile Züheyr b. Harb beraberce, İbni Uleyye'den rivayet ettiler. Züheyr d&di ki: Bize tsmâil b, İbrahim [31] Ebû Hayyan [32]'dan, o da Ebû Zür'ate'bni Arar b. Cerir [33] 'den o da Ebu Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebu Hüreyre şöyle demiş:
— Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir gün halk arasına çıkmış¬tı. O sırada ona bir adam gelerek:
— Ya llesûlâllah! İmân nedir? diye sordu. Resûlüllah (S.A.V.):
-Allah'a, Allah'ın Meleklerine, Kitabına, Allah'a kavuşmaya ve Peygam¬berlerine, bîr de son dirilmeye inanmalıdır.» buyurdu. Adam: «Ya Resûlallâh! İslâm nedir?» dedi. Resûlüllah (S.A.V.):
«İslâm: Allah'a ibâdet etmen, Ona hiç bir şeyi şerik koşmaman, farz namazı ikaame etmen, farz olan zekâtı vermen ve Ramazanı tutmandır» buyurdu. Adam:
«Ya Resulâllah! İhsan nedir?» dedi. Resûlüllah (S.A.V.):
«Allah'a, Onu görüyormuşsun gibi ibâdet etmendir. Çünkü sen Onu görmüyorsan da O senî muhakkak görür.» buyurdu.
«Yâ Resulâllah!. Kıyamet ne zaman kopacak?» diye sordu. Resûlüllah (S.A.V.):
«Bu meselede sorulan sorandan daha âlim değildir. Ama ben sana onun alâmetlerini söyleyeyim : Ne zaman câriye, kendi sahibini doğurursa İşte bu kıyamet alâmetle tindendir. Ne zaman çıplak, yalın ayak takımı, insanlara baş olurlarsa bu da onun alâmeti erindendir. Ne zaman kuzu, oğlak çobanları yüksek bina yapmakta birbirleriyle yarış ederlerse işte bu da onun alâmet-lerindendir. Kıyametin ne zaman kopacağı Allah'dan başka kimsenin bil¬mediği beş gâib şeyde dahildir.» buyurdu.
Bundan sonra Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şu âyeti [34] oku¬du:
«Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek şüphesiz ki Allah'a mahsustur. Yağmuru O indirir, rahimlerde olanları O bilir. Hiç bir kimse yarın ne kaza¬nacağını bilemez; hiç bir kimse de nerede öleceğini bilemez. Muhakkak Allah hakkıyla bilen ve haberdar olandır.»
Ebu Hüreyre demiş ki:
«Sonra o adam dönüp gitti. Arkasından Resûlttllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) — O adamı bana geri çevirin! dedi.
Bunun üzerine ashab geri çevirmeye kalktılar; fakat hiç bir şey gö-. remediler. (O zaman) Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
— O Cibril'dir. İnsanlara dinlerini öğretmek içîn geldi,» buyurdular.
Hadis-i şerifde Allah'a kavuşmaya imanla, dirilmeye iman, bir arada zikredilmiştir.
Bundan muradın ne olduğu ulema arasında ihtilaflıdır. Bazılarına'gö¬re Alîaha'a kavuşmak âhirete göçmekle olur. Dirilmek ondan son¬radır. O kıyamette olacaktır. Diğer bazılarına göre Allah'a kavuş¬mak dirildikten sonra hesap verirken clacaktır. Ancak Nevevi'nin beyanına göre bu kavuşmadan rnurad Allahü Zül Celâl' 'görmek değildir. Çünkü hiç bir kimse Allah'ı göreceğini yüzde yüz kestiremez. Onu görmek mü'minlere mahsustur. İnsan son nefesde imanı¬nı kurtarıp kurtaramayacağını bilemez.
Dirilmenin «son» diye vasıflanması, bazılarına göre beyan ve izâhda mübalağa ve bu meselenin son derece mühim olduğunu göstermek içindir. Bir takım ulemaya göre ise dünyaya gelmek birinci defa dirilmek, mah¬şere gitmek için dirilmek de ikinci defa dirilmektir. Son dirilme diye ka¬yıtlanması bundandır.
«İslâm : Allah'a ibâdet etmen, ona hiç bir şeyi şerik koşmaman... ilâh* cümlesi, hadîsin birinci tarikindeki, ta'rifin ma'na i'tibariyle naklidir.
İbâdet: tevazu' ile yapılan tâattir. Bir ihtimâle göre burada ondan murad: Allah'ı bilmek ve birliğini ikrardır. Bu takdirde namaz, ze¬kât ve orucu onun üzerine atfetmek, bunları da islâmın ta'rifine almak içindir. Çünkü namaz, zekât, oruç ve emsali henüz ibâdetde dâhil değil¬diler. İbâdet namına yalnız bu üçünün zikredilmesi islâmm erkânı ve en büyük şeâiri oldukları içindir. Sair ibâdetler bunlara mülhaktır.
Diğer bir ihtimâle göre ibâdetten murâd: mutlak surette tâattir. Bu takdirde bütün islâmî vazifeler ibâdette dahildir. Namaz, zekât ve orucun ibâdet üzerine atfı, şeref ve meziyyetlerine tenbih için hâssı âmin üzerine atıf kabilindendir. KurJan-ı Kerim'de ve ehâdis-i Nebeviyyede bunun emsali çoktur.
Fahr-ı kâinat (S.A.V.) efendimizin, Allah'a ibâdetten sonra: *Ona hiç bîr şeyi şerik koşmaman...» buyurması, kâfirlerin ibâdetini redd içindir. Zira kâfirler sûret-i zahirede Allah'a ibâdet ederler; fakat putları da ona ortak sayarlardı.
Namazın ikamesi: bazılarına göre, onu devam üzere kılmaktır. Diğer bazılarına göre ise ikaameden murâd: onu gerektiği gibi kılmaktır. Zâten ikaame: doğrultmak, dikmek ma'nasma gelir. Namazı doğrultmak veya dikmek ise ta'dil ve erkânına riâyet ederek kılmakla olur. Namaz hakkın¬da kullanılan «Mektûbe» ile zekât hakkında kullanılan «Mefrûza» keli¬meleri müteradiftirler. İkisi de «Farz olan» manasına gelir. Ayni lâfzın tekrarı hoş karşılanmadığı için müteradifi kullanılmıştır. Bir de şeriat ör¬fü âdetinde namaz hakkında daima «Kitab» ve «Mektûbe» zekât hakkın¬da ise ««Mefrûza» kelimeleri kullanıla gelmiştir.
Zekât hakkında «Mefruza» veya «Farz» kelimelerinin kullanılması, onda bir çok takdirler bulunduğundandır.
Hadis-i şerifte namazla zekât farz kaydıyla zikredildiğine göre, nafi¬leler imanın müsemmasma dahil olmazlar. Maamafih bu meselenin ihti¬laflı olduğu söylenir.
Ramazandan murad: Bu ayda oruç tutmaktır. Hadîsin bu cümlesi cura-hur-u ulemaya delildir. Çünkü onlara göre Ramazan ayı için yalnız «Ramazan» demekte hiç bir kerahet yoktur. Bazıları bunu mekruh görmüş ve «Ramazan ayı» denilmesini lüzumlu addetmişlerdir. Mesele inşallah, de¬lilleriyle birlikte Oruç bahsinde görülecektir. Resûlüllah (S.A.V.)'-in burada haccı niçin zikretmediği dahi ileride görülecektir.
Bir hadis, burada olduğu gibi iki tarikden rivayet edilir de rivayetle¬rin arasında bir birine münâfât ve zıddiyet görülürse, yapılacak iş müna-sib bir şekilde onların arasını bulmaktır. Burada da zahiren bir münâfât göze çarpmaktadır. Şöyle ki:
Birinci rivayette kıyamet alâmetlerini soran Cibril (A.S.)'dir. İkincide ise bunları Peygamber (S.A.V.) hiç sorulmadan söylemiş¬tir- İki rivayetin arasını bulmak için deriz ki: Cibril (A.S.) sormuş; Resûlüllah (S.A.V.)'de: -Sana onun alâmetlerini söyleyeyim» demiştir.
Ama birici rivayette suâl zikredilmiş; ikincide suâl tekrarlamaya lü¬zum görülmeden yalnız cevap rivayet olunmuştur.
Hadisde geçen «Eşrât» kelimesi «Şarat»ın cem'i olup alâmetler mana¬sınadır. Bazıları:
«Eşrât: Kıyamet alâmetlerinin mukaddimeleridir.» demiş; bir takım¬ları kıyametin küçük alemetleri olduğunu söylemişlerdir. Bu ma'naların hepsi bir birine yakındır.
«Behm» koyun ve keçi yavruları demektir. Bazılarına göre yalnız ko¬yun yavrusu; diğer bazılarına göre yalnız keçi yavrusudur. Hatta her hay¬vanın iki aylık doğan yavrusuna «Behm» denildiği rivayet olunur. Müfre-di «Behme» gelir. Buhârî'nin rivayetinde bu kelime «Bühm» diye zabt edilmiştir. Bu takdirde müfredi «Behim» gelir ki, kara manasınadır. Hal1âbi'ye göre ise «Biihm» meçhul demektir. Sonra ayni kelimenin mîmi hem kesre hem de zamme hareke ile rivayet olunmuştur. Kesre ile harekeîendiğine göre kelime, üst tarafındaki «lbil»in sıfatı olur ve kara develer manasına gelir. Zamme ile okunursa «Riâ»m sıfatı olur, ki kara ço¬banlar demektir.
Bazılarına göre bu kelimeyi çobanlara sıfat yapmak onların yoksullu¬ğundan kinayedir. Hatta bununla bütün araplarm kasdedilmiş olması ih¬timalinden bahsedenler bile vardır. Çünkü araplarm renkleri ekseriyetle
esmerdir.
Resûlüllah (S.A.V.)'in okuduğu âyet sure-i Lokman'm sonun-dadır. Bu ayetde zikredilen beş şeyi Allah 'dan başka bilecek yoktur. Bunlara «Mugayyebat-ı Hams» derler mezkûr beş şey:
1- Kıyametin ne zaman kopacağı,
2- Yağmurun ne zaman yağacağı,
3- Hamilelerin,ne doğuracağı,
4- Yarın kimin ne kazanacağı,
5- Kimin nerede öleceği meseleleridir. Bu bâbta Ebu Bekir îbn'İ- Arabi şunları söylemiştir.
«Hiç bîr kimse bu mugayyebâtm birini bildiğini iddia edemez. Bir kimse:
— Yarın yağmur yağacak, yahud,
__Yarın şu olacak, derse kâfir olur. Ve lev ki yağmur meselesinde bir
emareye istinâd etsin. Çünkü Allahü Teâlâ bunlardan kıyametten maada hiç birine emare halk etmemiştir. Rahimde ne olduğunu bilirim iddiasın¬da bulunmak da böyledir. Meğer bu hususta tecrübeye istin a d eyleye. Me¬selâ doktor: "Eğer ağırlık sağ tarafta ise yahud memelerin uçları siyah ise, çocuk erkketir; aksi halde kız doğar" demiş ola: Ama.
Yann güneş tutulacak, demek bu kabilden değildir. Zira güneşin tu¬tulması hesapla bilinir. Bununla beraber avam tabakasına şüphe getireceği içîn ulemamız:
Böyleleri te'dib olunur, demişlerdir.»
Hasılı ilim ve tecrübeye dayanan tahminlere mugayyebâtı bilme hük¬mü verilemez. "!

6 (...) Bize Muhammed b. Abdillâh b. Nümeyr rivayet etti. (Dedi ki): Bize Muhammed b. Bişr [35] rivayet etti. (Dedi ki);
— Bize Ebû Hayyân et-Teymî bu isnadla bu hadisin benzerini rivayet etti. Ancak onun rivayetinde: « Eme kocasını doğurduğu zaman,» cümlesi vardır ki, cariyeleri kasdeder.
Serâriy yahud serarî: Seriyyenin cem'idir. Serîyye: Cima' için tahsis edilen câriyedir.

7 (10)- Bana Züheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Cerir, Umâ-ra'dan — ki İbni'l-Ka'kaa'dır [36] — o da Ebu Zür'a'dan, o da Ebu Hüreyre'-den naklen rivayet etti. Ebu Hüreyre şöyle demiş:
KesulüHah (SalîaîîahU Aleyhi ve Seîİem): «Sorun banal» dedi. Ashab ona bir şey sormaktan çekindiler. Derken bir adam geldi; ve Resûlüllah (S.A.V.)'in iki dizinin dibine oturarak:
«Ya Resulâllah! İslâm nedir?» dedi, Resûlüllah (S.A.V.):
«Allah'a hiç bir şeyi şerik koşmazsın; namazı dosdoğru kılarsın; Zekâtı verirsin ve Ramazanı tutarsın.» buyurdu. Adam:
«Doğru söyledin» dedi (tekrar;)
«Yâ Resulâllah! İmân nedir? diye sordu. Resûlüllah (S.A.V.):
«Allah'a, Meleklerine, Kitabına, Allah'a kavuşmaya ve Peygamberlerine, bir de öldükten sonra dirilmeye inanman, bir de bütün kadere inanmandır.» buyurdu. Adam:
«Doğru söyledin.» dedi. (ve):
«Ya Resulâllah! thsan nedir?» diye sordu.,Resûlüllah (S.A.V.):
-AHah'dan, Onu gorüyormuşsun gibi korkmandır. Çünkü her ne kadar en Onu görmüyorsan â& O muhakkak seni görür.» buyurdu, O zât (yine):
«Doğru söyledin» dedi. (Bu sefer):
«Ya Resulâllah! Kıyamet ne zaman kopacak?» dedi. Resûlüllah (S.A.V.):
«Bu meselede sorulan sorandan daha âlim değildir. Ama ben sana onun alâmetlerini söyleyeyim : Kadının efendisini doğurduğunu görürsen işte bu kıyametin alâmetlerinden biridir. Yalın ayak, çıplak, sağır, dilsiz takımını yer yüzünün hükümdarları olmuş görürsen bu da onun alâmetlerinden d ir. Kuzu oğîak, çobanlarını binalar yapmakta yarış ederken görürsen bu da onun alâmetlerindendir. Kıyametin ne zaman kopacağı AHah'dan başka hiç bir kimsenin bilmediği beş gâib şeyde dahildir.» buyurdu. Bundan sonra Hesûlüllah (S.A.V.) şu âyeti okudu: «Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek şüphesiz ki Allah'a mahsustur. Yağmuru O indirir; rahimlerde olanları O bilir. Hiç bir kimse yarın ne ka¬zanacağını bilemez. Hiç bir kimse de nerede öleceğini bilemez. Muhakkak Allah en iyi bilen ve haberdar olandır.» [37] Ebu Hüreyre demiş ki:
Sonra o zât kalkıp gitti. Arkasından Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seîiem): «O adamı bana geri getirin.- dedi.
Derhal adam araştırıldı. Fakat onu bulamadılar. Bunun üzerine Resû¬lüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seltem):
«O Cibril'dir. Sizin öğrenmenizi diledi. Çünkü siz sormadınız.»buyutdu. Resûlüllah (S.A.V.)'in: «Bana sorun!» buyurması ashaba ca¬nı sıkıldığı içindi.
Çünkü ashab bir çok sualler sormuşlardı. Hatta Peygamber (S.A.V.) bazılarının kendisini müşkül mevki'de bırakmak için sual sor¬duklarını hissederek gadaba gelmiş; yüzü kıpkırmızı olmuştu. İşte bu tees¬sür ve iğbirar haleti içerisinde onlara:
«Sorun bana, sorun! Vallahi şu yerimde bulunduğum müddetçe bana ne sorarsanız size ondan haber veririm...» buyurmuşlardı. Hadisin tamamı ileride gelecektir.
Ashab bundan korktular. Sual hususuna dair bir de âyet nazil oldu. Ar¬tık kimse sual sormaz oldu. Teâlâ Hazretleri, Cibril (A.S.)'ı in¬sanlara dinlerini öğretmek için o zaman göndermiştir.

Hadis-i Şerif Şu Hükümlere Delalet Etmektedir:

1- Âlim bir zât, halkın muhtaç olduğu bilgileri kendisine sormala¬rını emredebilir.
2- Sormadıkları takdirde kendisi onlara talimde bulunabilir. Çün¬kü Cibril (A.S.) öyle yapmıştır.
Hadisde zikri geçen sağır ve dilsizlerden murâd: El ayak takımı, câ¬hil ve ahlâksızlardır. Zira böyleleri A11ah'm kendilerine ihsan ettiği kulak ve dil gibi âzâdan faydalanmasını bilmedikleri için âdeta sağır ve dilsiz gibidirler. Ma'nâ şudur:
«El ayak takımının hükümdar olması kıyamet alâmetlerinden biridir.» Bazıları bunu:
«Hükümdarın dünya zevklerine dalarak el ayak takımı seviyesine düş¬mesi kıyamet alâmetlerindendir.» şeklinde tefsir etmişlerse de birinci ma'-na daha doğrudur. Çünkü hadisde hükümdarın sonradan bu sıfatı takın¬dığına delil yoktur.
Müs1im'in üç tarikten rivayet ettiği bu hadis «Cibril hadisi» nâ-mıyle meşhurdur.

2- İslamın Rükünlerinden biri Olan Namazların Beyanı Babı

8 (11)- Bize Kuteybeti'bnü Said b. Cemil b. Tarif b. Abdillâh es-Se-kafî, Mâlik b. Enes'den, ona da Ebû Süheyl [38] tarafından babasından nak¬len okunan bir hadisi rivayet etti. Ebû Süheyl'in babası, Talhatü'bnü Ubey-dillâh-ı [39] şöyle derken işitmiş:
«Necd ahâlisinden saçı darmadağın bir adam Resûlüllah (Salîaîlahii Aleyhi ve Sellem)'e geldi. Biz sesinin mırıltısını duyuyor; fakat ne söyledi¬ğini anlayamıyorduk* Nihayet Resulüllah (Sallaîîahü Aleyhi ve Seîîem) e yaklaştı. Meğer islâraın ne olduğunu soruyormuş. Kesûlüllah (Sallaîîahü Aleyhi ve Sellem): «Gece ile gündüzde beş (vakit) namazdır» cevabını ver. di. Adam:
«Bana bunlardan başka namaz var mı?» dedi. Resulüllah (S.A.V.):
«Hayır! Ancak kendiliğinden kılarsan o başka. Bir de Ramazan ayının orucu.» buyurdu. Adam:
«Bana bundan başka oruç var mı?» diye sordu. Resulüllah (S.A.V.):
«Hayirl Ancak kendiliğinden tutarsan o başka.» buyurdu.
Kesûlüllah (Sallaîîahü Aleyhi ve Sellem) ona zekâtı da söyledi. Adam:
«Bana bundan başka zekât var mı?» diye sordu. Peygamber (S.A.V.):
«Hayır! Ancak kendiliğinden verirsen o başka.» buyurdular.
Talha demiş ki:
— Az sonra o zât:
Vallahi bundan ne ziyâde yaparım ne de noksan!» diyerek dönüp git¬ti. Bunun üzerine Resulüllah (Sallaîîahü Aleyhi ve Sellem):
«Eğer doğru söyledi ise felaha erdi.» buyurdular.
Bu hadisi Buharı, Müslim, Ebû Davud ve Nesaî tahric etmişlerdir.
İmam Buhâri gelen zatın Dımâm b. Sa'lebe olduğu¬nu rivayet etmiştir. Ancak bazıları Buhâri 'nin Hz. E n e s (R.A.)' dan rivayet ettiği o hadisle bu hadisin ayni ma'nada. olmadıklarını, Bu¬hâri hadisinde hacem da zikredildiğini söylerler. O zât islâmın hakika¬tim değil, ibâdetlerini Öğrenmek istemişti. Bundan dolayı Peygamber (S.A.V.) ona Cibril (A.S.)'a verdiği cevâbı vermemiştir.
Hadis-i şerif :
«Sesinin mırıltısı duyuluyor; fakat ne söylediği anlaşılmıyordu.» şek¬linde de rivayet edilmişse de birinci rivayet daha meşhurdur. Keza «De¬viy» kelimesinin «Düviy» şeklinde de okunabileceği rivayet olunmuştur. Bununda birinci şekli daha meşhurdur.
Deviy: uğultu, gürültü manalarmadır. Araplar gök gürültüsüne «De-viyyü'r-Ra'd» derler. Ba'zılanna göre deviy: anlaşılmayan sestir; nitekim arı vızıltısına da «Deviyyü'n-Nahl» derler.
Gelen zâtın sesi uzaktan konuştuğu için evvela anlaşılamamış; yakla¬şarak konuşunca anlaşılmıştır. Resulüllah (S.A.V.) kendisine bir ibâdetin farz olanını bildirdikçe:
«Bana daha başkası var mı?» diye sormuş o da kendisine:
«Hayirl Ancak kendiliğinden yaparsan o başka.» cevâbını vermiştir.
Buradaki istisna Şiüilerîe diğer bazı ulemaya göre istîsna'-î münka-lı'dır. Ma'nâsı:
«Lâkin kendiliğinden kılıp tutman senin için m üst eh ab olur.» demektir.
Binaenaleyh onlara göre niyet edilen nâüle bir ibâdeti tamamlamak farz değil, sadece müstehabtır.
Hanelilerle Mâliküere göre ise buradaki istisna muttasıldır. Ve ma'nâ şudur: «Sana başkası farz değildir. Ancak niyetlenmiş olursan o başka.»
Şu halde niyet edilen nafile bir ibâdeti tamamlamak onlara göre farz¬dır. Çünkü kaideye göre nefiden istinâ yapmak o istisna edilen kısmı isbât olur. Burada nefi edilen şey, başka nafilelerin farz olmasıdır. Niyet edi¬len nafileler ise istisna edilmişlerdir. Binaenaleyh onlar zimmetde sabit ve onları tamamlamak farzdır. Soran o zâtın
«Vallahi bundan ne ziyade yaparım ne de noksan» şeklindeki yemini¬ne gelince; burada şöyle bir sual hatıra gelebilir: Hayır yapmamaya yemin etmek şer'an yasak olduğu halde bu zât bundan fazla ibâdet etmemeye nasıl yemin edebilmiştir? Hadis-i şerifde bütün farzlarla şer'an yasak olan şeyler ve keza sünnetler müstehablar beyân edilmemiştir. Şu halde zikre¬dilenlerden başkasını yapmamaya yemin etmek, onları kabul etmemek de¬ğil midir? Bu suâlin cevâbı şudur:
Ayni hadîsin Buhârî 'deki rivayetinin sonunda maksad güzelce izah edilmiş: ve:
«Resulüllah (Sallaîîahü Aleyhi ve Sellem) o zâta islâmın şeriatlarını ha¬ber verdi. Müteakiben adam:
— Vallahi ben Allahü Teâlâ'nin bana farz kıldığı şeylerden hiç birini ziyâde ve noksan yapmam, diyerek döndü gitti.» denilmiştir. Bu suretle farzları yapmayacağına değil. Bilâkis onları noksansız yapacağına yemin etmiş olduğundan farzlar hakkındaki işkâl ortadan kalkar.
Nafilelere gelince: Bazılarına göre bu konuşma ihtimal nafile ibâdet¬ler meşru' olmazdan önce vuku' bulmuştur. Bir takımları:
«O zât bu sözü ile ihtimâl farzların sıfatını değiştirmeyeceğine] mese¬lâ öğlenin farzını beş rekât kılmayacağına yemin etmiştir.» derlerj Fakat bu te'vil zaif görülmüştür. Hatta:
«İhtimal hiç nafile ibâdet etmemeye yemin etmiştir. Çünkü tarzları noksansız edâ eden "kimse felâba erer.» diyenler bile olmuştur. Maamafih sünnetleri terk etmek şer'an mezmumdur. Hatta sünnetleri terk;edenin şâhidliği bile kabul edilmez. Magrib ulemasından bazıları buradaki yemi¬ni:
«Vallahi söyleneni Öyle kabul ve tasdik ettim ki artık bu tasdiki ne artırır ne de eksiltirim.» manasına mübalağaya hamletmişlerdirJıBu ha-disde olsun Kz. Ebu Hüreyre (R.A.) 'dan rivayet edilen Cibril hadisinde olsun hacdan bahsedilmemiştir- Hatta bu babta vârid olan hadis¬lerin bazısında oruç, bazısında zekât da zikredilmemiş; buna mukabil bazı rivayetlerde sıla-i rahimden bazılarında beş vakit namazdan bahse¬dilmiştir. Demek ki bu hadisler imân edilecek şeylerin sayısı ile, o şeyle¬ri isbât edip etmeme hususunda bir birlerinden farklıdırlar. Bu cihete Kaadi I yaz ve başkaları cevap vermişlerdir. Ayni cevab'ın İbn- i Salâh tarafından yapılan hulâsası şudur:
«Zikri geçen ihtilâf hadîsin ResülüUâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) den sâdır olup olmadığından değil, râvîîerin belleyiş ve zabt farklarından ileri gelmektedir. Çünkü bazı ravîler işi kısadan keserek yalnız kendi bel¬lediği mikdarla iktifa etmiş; başkasının rivayetine isbât veya nefi cihetin¬den hiç temas etmemiştir. Vakıa onun bu hareketi hadîsin tamamı o ka¬dardan ibâretmiş zannım verirse de diğer mevsuk râvîîerin rivayetinden, onun rivayetinin tamam olmadığı; rivayeti o kadarla bırakması, bütünü¬nü belleyemediğinden ileri geldiği anlaşılmıştır...»

9 (...) Bana Yahya b. Eyyub [40] ile Kuteybetü'bnü Saîd'in ikisi birden İsmaü b. Ca'fer [41] den, o da Ebû Süheyl'den, o da babasından, o da Tal-hatü'bnü Ubeydillâh'dan, o da Kehi(SallaUahü Aleyhi ve Sellem) 'den nak¬len bu hadîsi Mâîik'în hadîsi gibi rivayet etdiler. Şu kadar var ki, (burada) Talha şöyle demiş: Bunun üzerine Resûlüllâh(Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
— Babasma and olsun, eğer doğru söyledi ise felaha erdi,» yahud:
— Babasına and olsun, eğer doğru söyledi ise Cennete girdi,» buyur¬du.
Resûlüîlah (S.A.V.) bir hadîsinde :
«Kim yemin edecekse Allah'a yemin elsin» diğer bir hadislerinde: «Şüphesiz ki Allah size babalarınıza yemin vermeyi yasak eder.» buyurmuşken burada kendisi niçin ayni şeyi yapmıştır diye bir suâl hatı¬ra gelebilir. Bu suâlin cevabı şudur: Babaya yemin, hakikatte yemin de¬ğildir. Araplar söz arasında bunu söylemeyi âdet edinmişlerse de onunla yeminin hakikatini kasd etmezler. Neni hadîsi, yemininin hakikatini kas-dedenler hakkındadır. Çünkü hakiki yeminde kendisine yemin edilen şe¬yi büyütme ve onu Allah'a benzetme ma'nası vardır.
Bazıları Resu1u11ah (S.A.V.)'in bu y.mini, Allah 'dan başkasına yemin yasak edilmezden önce etmiş olmasını muhtemel görür¬ler. Bir takımları da:
«Babaya yemin, Allah'dan başkasını ta'zim olacağı için yasak edilmiş¬tir. Peygamber (S.A.V.) hakkında böyle bir şey düşünülemez; binaenaleyh ona bu türlü yemin caizdir.» demişlerdir. Yahud:
«Babasına and olsun, eğer doğru söyledi ise cennete girdi»
cümlesi, ondan önceki: «Felaha erdi» cümlesinin tefsiridir. Bu cümle:
«İman-ı Kâmil için şehâdet getirmek kâfidir. Günah işlemenin bir za¬rarı yoktur. Zira şirkten başka bütün günahlar affolunur.» diyen mürcie taifesine red cevâbı teşkil etmektedir. Çünkü cennete girmek suretiyle fe¬laha kavuşmanın, farz ibâdetlerden hiç bir şey noksan etmemeye müte¬vakkıf olduğu bu cümle ile beyan edilmiştir.
Bu hadîs, islâmın erkânından bir rükn-i rekin olan namazın beş vakit olduğuna ve bu namazların mükellef olanlar tarafından her gün, her ge¬ce kılınması icabettiğine delildir. Başka hadîslerde namaz mutlak zikredil¬miştir.
Vitir ve bayram namazlarının vâcib olmadığına kail olan cumhuru ulemâ bu hadîsle istidlal ederler. İmam A'zam Ebû Hanife ile bir takım ulema' vitir ve bayram namazlarının vâcib olduğuna kaildirler.
Ramazan orucundan maada hiç bir orucun farz olmadığı da bu hadî¬sin hükümleri cümlesindendir. Bu cihet ittifâki ise de ramazan orucu farz kılınmazdan önce Âşûra orucunun farz olup olmadığı ihtilaflıdır. İmam A'zama göre farzdı. İmam Ş â f i î'nin de bir kavli budur. İkinci kavline göre Âşûra orucu mendub idi. Hadis-i şerif malda zekâttan başka alına¬cak hak olmadığına da delildir.

3- Îslamın Rükünlerini Sual Babı

10 (12)- Bana Amru'bnü Muhammed b. Bükeyr en-Nâkıd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hâşim b. el-Kaasim Ebü'n-Nadr rivayet etti. (Dedi ki): Bi¬ze Süleyman b. el-Mugira [42], SâbHMen, o da Enes b. Malik'den naklen rivayet eyledi- Enes şöyle demiş:
ResulüllahfSallallahü Aleyhi ve Seltem)'e bir şey sormaktan nehiy olun¬muştuk. Bundan dolayı çöl halkından aklı başında bir adam gelerek biz de dinlemek şartiyle Peygamber (S.A.V.)'e sual sorması çok hoşumuza gi¬derdi. Derken çoî halkından bir adam geldi ve:
«Ya Muhammed! Bize senin elçin geldi de şöyle bir lakırdı etti. Gü¬ya sen, Allah'ın seni Peygamber gönderdiği iddiasında bulunuyormuşsun öyle mi?» dedi. Resûlüllah (S.A.V.):
«(Evet) doğru söylemiş.» buyurdu. O zât:
Şu halde gök yüzünü yaratan kimdir?» diye sordu. Resûlüllah (S.A.V.:
«Allah'dır.» buyurdu. Adam:
«Ya yeri kim yaratmıştır?.» dedi. Peygamber (S.A.V.):
«Allah» cevabını verdi. Adam:
« (Peki) şu dağlan kim dikti; ve onlarda her ne yarattı ise kim yarat¬tı?» diye sordu. Peygamber (S.A.V.) (yine):
«Allah» buyurdu. Adam:
«Öyle ise Gök yüzünü ye yeri yaratan, şu dağlan diken Allah aşkına seni Allah mı gönderdi?» dedi. Resûlüllah (S.A.V.):
«Evet» buyurdu. Adam:
«Hem senin elçin bize günümüzle gecemizde beş namaz farz olduğu¬nu söyledi?" dedi. Peygamber (S.A.V.) :
«Doğru söylemiş» buyurdu. (Yine) o zat:
«Öyle ise seni gönderen Allah aşkına: Bunu sana Allah mı emretti?» de¬di. Resûlüllah (S.A.V.):
«Evet» cevabını verdi. Adam:
«Elçin bize, mallarımızdan zekât vermenin farz olduğunu söyledi.» dedi. Peygamber (S.A.V.):
«Doğru söylemiş» buyurdu. Adam:
«Seni gönderen Allah aşkına: bunu sana Allah mı emretti?» dedi. Re¬sûlüllah (SA.V.) (yine):
«-Evet» buyurdu. Adam:
«Elçin bize, yılda bir Ramazan ayı orucunun farz olduğunu söyledi.» dedi. Peygamber (S.A.V.):
«Doğru söylemiş» buyurdu. Adam:
«Seni gönderen Allah aşkına: bunu sana Allah mı emretti?» dedi. Re¬sûlüllah (S.A.V.):
«Evet» buyurdu. Adam:
«Elçin bize, yoluna gücü yetenlerimize Beyti hacc etmenin farz oldu¬ğunu söyledi.» dedi. Peygamber (S.A.V.):
«Doğru söylemiş» buyurdular.
Enes demiş ki: Sonra o adam:
__Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin olsun ki, bu farzlardan
ne fazla yaparım ne de eksik, diyerek dönüp gitti. Bunun üzerine Peygam¬ber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Yemin olsun, eğer bu adam doğru söyledi ise mutlaka cennete girer.» buyurdular.
Hz. Enes (R.A.) :
«Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e bir şey sormaktan nehiy olunmuştuk-* demekle »
«Çok şeyler sormayın...» [43]
ayet-i kerimesine işaret etmiştir.
Bundan niçin nehyedildiklerini az yukarıda görmüştük. Yine orada Peygamber (S.A.V.):
«Bana sorun.» buyurmuştu. Hadîadeki «Sorun» emri ile ayetteki «Sormayın» nehyi bir birine muarız gibi görünüyorsada hakikâtte ara- larmda hiçbir münâfât yoktur. Çünkü sorulmaması istenilen şeyler ihtiyaç görülmeyen lüzumsuz suallerdir. Yoksa lüzumlu suâli ayet-i kerime de yasak etmemiştir.
Sormak yasak edildikten sonra ashab-ı kiramın çöl halkından birinin sormasına arzu etmeleri, onlara henüz bu nehi ulaşmadığından ma'zur sa- yılacaklan içindir. Bir de çölde yaşayanlar zaten kaba saba olurlar. On¬ların bu hâli sual sormak için bir ma'zeret olabilir.
Ayrıca aklı başında biri olmasını istemeleri, lüzumlu şeyler sorsun ve sormasını da becerebilsin de herkes istifade etsin diyedir. Nitekim imam Mâiik hazretleri pek heybetli bir zât olduğu için talebesi ken¬disine çok çok sual soramaz; yabancı biri gelsin de sorsun diye beklerler-miş,
Hadîsde çölden geldiği bildirilen zât D.mâm b, Sa'lebe 'dir. Bu zâtın vefat tarihi ihtilaflıdır. Bazıları hicretten beş sene sonra olduğu¬nu söylerlerse de yanlıştır. Çünkü o zaman henüz hacc farz olmamıştı. Doğ¬rusu dokuzuncu yılda vefat etmiştir. Zaten insanların din-i İslama takım takım girmeye başlaması, Mekke'nin fethinden ve Hevâ2in'in hezimetinden sonradır. Bu da dokuzuncu yılda olmuş hatta o yıla «Sene-tü'I-Vüfûd», «Hey'etler Yılı» adı verilmiştir.
Hz. Dimam (R.A.)'in Peygamber (S.A,V.)'e «Ya Mu-hammed» diye hitâb etmesi ihtimâl, ona adıyla hitâbda bulunmanın yasak edilmesinden öncedir. Yahud da yasak edildiğini henüz duymamıştır.
Dimâm (R,A.)'m huzur-ı Nebeviye girerken müsîüman olup olma¬dığı da ihtilaflıdır. Hadîsin zahiri müsîüman olduğunu gösteriyor. Re¬sulü11ah (S.A.V.)'in huzuruna gelişi, onu görmek ve evvelce öğren¬diklerini sağlamlaştırmak içindir. Fakat İbni Abbâs (R.A.)'dan gelen rivayette Dimam'm suallerini bitirdikten sonra şahadet getir¬diği, sonra kavminin yanma dönerek onlara islâmiyyeti arzettiği ve hepsi¬nin müsîüman oldukları kaydediliyor. İmam Buhâri Hz. Dimâm (R.A.)'in müsîüman olarak geldiğine kaildir. Bu takdirde Resulülîah (S.A.V.)'e:
«Gökyüzünü kim yarattı?» diye sorması ve diğer sualleri hakikatte suâl değil, takrirdir.

Mezkür Sualler Muhtelif Bilgilere Delalet Ederler.

Şöyle ki:
1- Evvela:
«Gök yüzünü kim yarattı?» diye mahlukatın yaratanını sorması güzel ve tertibli suâl sormayı bildiğini gösterir.
2- Sonra gök yüzünün ve yerin yaradanına yemin vererek Resu¬lülîah (S.A.V.)'in onun Peygamberi olduğunu tasdike zemin hazırla¬mak için: «Seni Allah mı gönderdi?» diye sormuştur.
3- Peygamber (S.A.V.)'in risâletine iyice vâkıf olduktan son¬ra onu Resul gönderene yemin etmiştir ki, bu iş akl-ı selime vabeste güzel bir tertiptir.
4- Hadîsdeki yeminler, ihtiyaç üzerine değil, meseleyi te'kid ve tak¬rir kabilindendir. Nitekim Teâ1a Hazretleri, de hiç bir ihtiyacı olmadiği halde Kur'an-ı Kerim'de bir çok şeylere yemin etmiştir.
5- Hadîs-i şerif, beş vakit namazın her gün ve gece tekrarlanacağına ve her sene ramazan ayında oruç tutmanın farz olduğuna delildir.
6- İbni Salah:
«Mukallidin imâm sahihtir.* diyen ulemaya bu hadîsin delil olduğunu söylemiştir. Çünkü Peygamber (S.A.V.) Hz. Dimâm'in bir kişiden işiterek hiç delil aramadan inandığı risâlet meselelerinde kendisi¬ni takrir ve tasdik buyurmuş:
«Benim peygamber olduğumu anlaman için rou'cizelerîmi görmen ve kafi delillerle istidlal etmen lâzımdı...» dememiştir.
7- Hadîs, haber-i vâhidle amel caiz olduğuna da delildir.
8- Mühim işlerde ve müthiş haberlerde yemin caizdir.
Bu hadîsin Buhâri'deki rivayetinde Hz. E n e s (R.A.)*in şöyle dediği zikrediliyor:.
«Bir defa biz mescidde otururken deve üzerinde gelen bir adam ya¬nımıza girdi. Ve hemen deveyi mescidin içine çökHirerek bağladı. Sonra:
— Muhammed hanginizdir? diye sordu. Biz kendisine:
— Şu oturan beyaz zâttır, diye cevap verdik. Adam:
— Abdülmuttalib'in oğlu mu? dedi. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Selîem): Lebbeyk
«Sana icabet ettim» buyurdu. Adam:
«Ben sana bir şeyler soracağım ve biraz başını ağrıtacağım. Ama sa¬kın bana darılma!» dedi. Resulülîah (S.A.V.)
«Aklına geleni sor.» buyurdular. Adam:
«Seni yaratan aşkına sana soruyorum. Seni Allah mı gönderdi?» dedi. Resulülîah (S.A.V.):
«Evet» buyurdular...
Hadîsin bundan sonrası M ü s 1 i m 'de olduğu gibidir. Buhâri rivayetinin delâlet ettiği ahkâm şunlardır:
1- Hin-i hacette sözü biraz uzatmak caizdir.
2- Câhilin sualine sabru tehammül göstermek ve dini hususunda muhtâc olduğu bilgileri ona. öğretmek lâzımdır.
3- Büyüklerin huzurunda özür beyan etmek caizdir.

11 (.,.)- Bana Abdullah h. Hâşim [44] el-Abdi rivayet etti. (Dedi ki):
Bize Behzi [45] rivayet etti. (Dedi ki); Bize Süleyman b. el-Mugira, Sabit, [46] den naklen rivayet eyledi. Sabit demiş ki:
«Enes: Biz Kur'anda ResûHillah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) 'e (lüzum¬suz) bir şey sormaktan nehyolunmuştuk...» dedi; ve hadîsi bundan evvel¬ki gibi rivayet etti.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar
Administrator

Administrator
haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 2630
Kayıt tarihi : 24/05/09
Nerden : ANKARA

İMAN BAHSİ Empty
MesajKonu: Geri: İMAN BAHSİ   İMAN BAHSİ Icon_minitimePaz Mayıs 02, 2010 12:43 pm

4 – Kendisile Cennete Girilen İmanı Beyan Babı

Bu babta Ebu Eyyûb, Ebû Hüreyre ve Câbir (R. Anhüm) hazeratmdan rivayet olunan hadîsler görülecektir. Câbir hadîsini yalnız Müslim rivayet etmiştir. Diğerleri Buhari'de de vardır.

12 (13)- Bize Muhâmmed b. Abdillâh b. Nümeyr rivayet etti. (Dedi ki): Bize babam rivayet etti. (Dedi ki): Bize Amru'bnü Osman [47] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Mûsâ b. Talha [48] rivayet etti. Dedi ki: Bana Ebu Ey-yub [49] rivayet etti ki:
Resulüllah (Salîalîahü Aleyhi ve Sellem) bir seferde iken önüne bir a'râ-bî çıkarak devesinin yedeğini yahud yularım tutmuş. Sonra:
«Ya Re&ulallab: Yahud Ya Muhammedi Beni cennete yaklaştıracak ve Cehennemden uzaklaştıracak şeyi bana haber ver!» demiş. Ebû Eyyub di¬yor ki:
Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.) sükût buyurdu. Sonra ashabı i ra-sında göz gezdirdi ve:
— Yemin olsun tevftka m az har oldu; yahud:
— Yemin olsun hidâyete erdirildi, buyurdu. Ebu Eyyûb diyor ki: Resulüllah (S.A.V.) o zata: «Nasıl demiştin?» diye sordu.
O da sorduğu şeyi tekrar etti. Müteakiben Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem):
«Allah'a ibâdet eder; ona hiç bir şey şerik koşmazsın. Namazı dosdoğru kılar; zekâtı verirsin. Sıla-İ rahîmi de yaparsın. Deveyi bırak.» buyurdu."
A'râbî: Kırda, çölde yaşayan demektir ki hazari yani şehirlinin zıd-dıdır. Nitekim arabî de aceminin zıddıdır.
Kelâm ulemasının ta'riüne göre tevfik: tâat için kudret halketmektir. Ma'siyet için kudret halketmeye de hizlân derler. Şu halde :
-Tevfike mazhar oldu.» cümlesinin ma'nası:
«Tâat işlemeye muvaffak kılındı» demek olur.
«•Allah'a ibâdet edersin...» cümlesindeki ibâdetten murad tevhidi ise namazı onun üzerine atfetmek te'sis yani temel bir sözdür. Fakat ibâdet¬ten murâd tâat ise bu atıf, hâssı âmm üzerine atıf olur ki, hâssi iki defa zikretmekle onun şerefini göstermeyi ifâde eder. Namaza niçin mektûbe, zekâta neden mefruza denildiğini yukarıda görmüştük. Araplar hem Al¬lah'a ibâdet eder hem de putlara taparlar; onları Allah'a şerik sayarlardı. Bundan dolayı Peygamber (S.A.V.) a'râbiye ibadeti tavsiye ettikten sonra ayrıca Allah'a şerik koşmamasını da tenbih buyurmuştur.
Sıla-i rahim: akrabaya iyilik ve yardım etmektir ki; icabına göre se¬lâm göndermek, nafaka vermek suretiyle geçimini kolaylaştırmak, ziya¬rette bulunmak ve hürmet göstermek gibi şeylerdir.
Suâli soran zât, Peygamber (S.A.V.)'den alacağı cevabı zor¬luk çekmeden anlayabilmek için devesinin yularını veya yedeğini sımsıkı tutmuştu. Bu sebebîe Resulüllah (S.A.V.) kendisine lâzım gelen cevabı verdikten sonra:
«Artık deveyi bırak» buyurdular.

13 (...)- Bana Muhâmmed b. Hatim ile Abdurrahman b. Bişr rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Behz rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be rivayet etti. (Dedi ki): Bize Muhammed b. Osman b. Abdillâh b. Mevîıeb ile babası Osman, Mûsâ b. Talha'yi Ebu EyyuVdan o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den dinlemiş olmak üzere bu hadîsin bir benzerini riva¬yet ederken işittiklerini anlattılar.
Bu hadîsin bütün asıl nüshalarında birinci tarikinde senedinde Amr b. Osman; ikinci tarikinde Muhammed b. Osman zikredilmiştir. Halbuki râvi ikisinde de ayni zst olup ismi Amr b. Osman'' dır. Ona Ş u ' b e yanlışlıkla bir defa Muhammed de¬miş ve bu ismi bir daha böyle bellemiştir. Ş u ' b e 'nin bu vehmini bir çok hadis uleması beyan etmişlerdir. Hadîsi Buharı imam Ahmed b. Hanbe1 ve Nesai dahi rivayet etmişlerdir.

14 (...)- Bize Yahya b. Yahya et-temîmî rivayet etti. {Dedi ki): Bize Ebu'l-Ahvas haber verdi (H).
Bize Ebu Bekir b. Ebî Şeybe de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû'l-Ah-vas [50] Ebu İshâk'dan [51] o da Musa b. Talha'dan o da Ebû Eyyub'dan naklen rivayet etti. Ebu Eyyub demiş ki:
Bir adam Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem)'e gelerek:
«Bana bir iş göster ki onu yaptığım takdirde beni cennete yaklaştır¬sın ve cehennemden uzaklaştırsm.» dedi. Peygamber (S.A.V.):
«Allah'a ibâdet eder; ona hiç bir şey şerik koşmazsın. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirsin. Akrabana da iyilik edersin.» buyurdu.
O zât dönüp gidince Resulüllah (SaliaUahü Aleyhi ve Selletn) :
«Eğer emrolunduğu şeylere sımsıkı sarılırsa cennete girmiştir.»* buyurdu.
îbni Ebî Şeybe 'nin rivayetinde:
«Eğer bunlara sımsıkı sar ılırsa» buyrutmuştur.
Kulun cennete girebilmesi, emrolunduğu şeyleri yapmasına ve yasak edilenlerden kaçmasına bağlıdır. Binaenaleyh burada:
«Nehyolunan şeylerden de kaçınırsa» cümlesi mukadderdir.
Maamafih ibâdetten murâd tâat olduğuna göre böyle bir takdire lüzum da görülmeyebilir. Bu hadîs, asıl nüshaların ekserisinde burada olduğu gibi
«Eğer emrolunduğu şeylere sımsıkı aarılırsa..» şeklinde zabtolunmuştur. Hafız Ebû Âmir el-Abderi
-Eğer kendisine emrettiğim şeylere sımsıkı sarılırsa...» şeklinde rivayet etmiştir. Her iki rivayet de sahihtir.
Resulüllah (S.A.V.)'in bu hadîsde sıla-i rahimi, başka hadîs¬lerde daha başka şeyleri zikretmesi, soranların hâlini nazar-ı i'tibara aî-dığmdandır.

15 (14)- Bana Ebu Bekir b. İshâk [52] rivayet etti. {Dedi ki): Bize Af-iân [53] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Vüheyb [54] rivayet etti. (Dedi ki): Bi¬ze Yahya b. Saîd, Ebû Zür'a'dan, o da Ebu Hüreyre'den naklen rivayet et¬ti ki:
Bedevinin biri ResuHillah(Saüallahü Aleyhi ve Sellem) fe gelerek:
__Yâ Resulâlîah! Bana bir amel göster ki, onu yaptığım zaman cen¬nete gireyim, demiş. Resulüllah (S.A.V.):
-Allah'a ibâdet eder; ona hiç bir şeyi şerik koşmazsın. Fara olan na¬mazı dosdoğru kılarsın; farz kılınan zekâtı verirsin. Ramazanı da tutarsın.»
buyurmuş. Bedevî:
__Nefsim kabza-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, ebediy-
yen bundan ne fazla bir şey yaparım; ne de eksik bırakırım, demiş, O dönüp giderken Peygamber (Sallailahii Aleyhi ve Sellem):
-Cennetlik bir adam görmek isteyen şu zâta bakıversin!-buyurmuşlar.
Buhari şârihi Aynî 'nin beyanına göre gelen bedevinin adı ISa'd b. el-Ahram 'dır. Anlaşılan Peygamber (S.A.V.) >bu zatın sözünde durarak ibâdetine devam edeceğini ve cennete gire¬ceğini bilmiştir. Burada şöyle bir sual hatıra gelebilir: Cennetle müj-delenenler on zâttır. Bununla on bir olmuyorlar mı? Bu suâlin cevabı şu¬dur:
Evet on bir oluyorlar; fakat bir şeyi nassan bir sayı ile bildirmek o sayıdan fazla olamayacağına delâlet etmez. Binaenaleyh .Resulüllah (S.A.V.)'in bir defa cennetliklerin on kişi olduğunu beyan etmesi başka defa daha başkalarının da cennetlik olduğunu müjdelemesine mâni' değil¬dir. Nitekim Peygamber (S.A.V.) Hz. Hasan ve Hüseyn (R.A.) ile ümmehat-i mü'minin olan zevcelerinin de cennetlik oldukları¬nı tebşir buyurmuştur.

Hadis-i Şerif Aşağıdaki Meselelere Delalet Etmektedir:

1- Ulemadan bazılarına göre Ramazan A11ah'in isimlerinden biri olduğu için Ramazan ayma sadece Ramazan demek caiz değilsede bu hadîs onların aleyhine delildir. Yani «Ramazan geldi; ramazan gitti» de¬mekte bir beis yoktur.
2- Kelime-i şehâdeü getirerek namaz, oruç ve hacc gibi ibâdetleri ifâ eden cennete girecektir.
3- Bilmeyen bir kimsenin bilene: «Cennete hangi amel sebebile gi¬rilebilir?» diye sorması caizdir.
4- Dini hususâtı bilenlere sormak lâzımdır.
5- Bütün dinî vazifelerini hakkıyla îfa eden bir mü'min cennetle müjdelenebilir.

16 (15)- Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile Ebû Küreyb [55] rivayet etti. ler. Lalız Ebu Kureyb'indir. Dediler ki: Bize Ebû Muâviye [56], A'meş'den o da Ebû Süfyan'dan [57], o da Cabir'den [58] naklen rivayet etti, Câbir şöy¬le demiş:
Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e Nu'mân b. Kavkal geldi ve:
— Yâ Resulâllah! Ne buyurursun? Farz namazı kıldığım, haramı ha¬ram ve helâli helâl bildiğim zaman ben cennete girer miyim? dedi. Pey¬gamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem);
«Evet» buyurdular.
A'meş [59] lakabıyla anılan Süleyman b. Mihrân müdellislerdendir. Müdellis bir râvînin «an fülânm» diyerek rivayet ettiği hadîs¬le ihticâc olunamaz. Ancak o hadîsi başka bir tarikten işittiğini tasrih eder¬se o zaman kabul edilir. Buhâri ile Müs1im'de bu nevi'den gö¬rülen hadîsler râvînin başka tarikten işittiğine hamlolunmuşlardır. Ebu Amr îbni Salâh'a göre:
«Harami ds haram tanırsam...» cümlesinden murâd iki şeydir.
Haramı haram i'tikad etmek ve bir de onu yapmamak. Helâli helâl ta¬nımakta ise sadece o şeyin helâl olduğuna i'tikad etmek kâfidir.
Bu hadîs bütün imân vazifelerine ve sünnetlere şamildir. Zira haramı haram, helâli helâl tanımak şeriatın bütün emir ve nehiylerine uymaktan kinayedir.

17 (...)- Bana Haccâc b. eş-Şâir ile el-Kaasim b. Zekeriyya [60] riva¬yet ettiler. Dediler ki: Bize Ubeydullah b. Mûsâ [61], Şeyban'dan [62], o da A'meş'den, o da Ebû Salih ile Ebû Süfyân'dan onlar da Câbir'den naklen rivayet ettiler. Câbir:
Numan b. Kavkal:
— Ya Besulâllah!... dedi, diyerek bundan evvelki hadîsin benzerini rivayet etmiştir. [63] Ebû Salih ile Ebû Süfyân bu hadîse:
«Ve bunun üzerine hiç bir şey katmazsam» cümlesini ziyade etmiş¬lerdir.
Hz. Nu'man'ınbuve bundan sonraki hadîslerde farz namazı kıl¬mayı ve haramı haram, helâli helâl tanımayı kabul ettikten sonra:
«Bunun Üzerine hiç bir şey katmazsam...» diyerek bunlarla iktifa et¬mesi ihtimal müslümanhğı yeni kabul ettiği içindir. Bu takdirde ona alış¬mak ve hayıra karşı kendinde bir hırs ve gayret hasıl obuası için âdeta mühlet istemiş oluyor. Maamafih cihâd gibi pek mühim hayır işleriyle meşgul olduğundan nafile ibâdetlere vakit bulamayacağım anlatmak is¬temiş olması ihtimali de vardır.

18 (...)- Bana Selemetü'bnü Şebîb [64] rivayet etti. (Dedi ki): Bize el-Hasen b. A'yen [65] rivayet etti. (Dedi ki): Bize M a'kil [66] —ki İbni Ubey-dillahtir— Ebu'z-Zübeyr' [67]den, o da Câbir'den naklen rivayet etti ki:
Bir adam Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e sormuş. Ve:
— Ne buyurursun? Farz namazları kıldığım, Ramazanı tuttuğum, he¬lâli helâl, haramı haram tanıdığım ve bunların üzerine hiç bir şey ziyâde etmediğim zaman ben cennete girer miyim? demiş. Peygamber (S.A.V.):
«Evet- buyurmuş. Adam:
— Vallahi bunun üzerine hiç bir şey ziyade etmem., demiş.
Hadîsin senedinde imam Müslim (R.)'in Mâ'kıl b. Ubey-dil1ah yerine:
«Ma'kıl ki tbni Ubeydülah'dır» demesi, rivayette «tbn» kelimesi bulun-madığmdandir. Kitabımızın baş tarafında da görüldüğü vecihle böyle yer¬lerde Müs1im'in âdeti burada olduğu gibi rivayete bir şey katma¬mak şartıyla izâhda bulunmakdır.

5 - İslamın Erkanı İle Yüce Temellerini Beyan Babı

19 (16)- Bize Muhammed b. Abdillâh b. Nümeyr el-Hemdânı rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Hâlid yâni Süleyman b. Hayyân el-Ahmer, [68] Ebû Mâük el-Eşca'i'den [69] , o da Sa'd b. Ubeyde'den [70] o da İbni Ömer'den, [71] o da Peygamber (Sallatlahü Aleyhi ve Sellemt'den naklen rivayet etti. Resûlüilah (S.A.V.):
«İslâm beş şey üzerine kurulmuştur :1 - Allah'ın tevhid olunması, 2 - Na¬mazın kılınması, 3 - Zekâtın verilmesi, 4 - Ramazanın tutulması, 5 - Hacc üzerine.» buyurmuşlar. Derken bir adam: [72]
«Rivayetin tertibi: hacc edilmesi ve Ramazanın tutulması şeklinde de¬ğil midir?» demiş. İbni Ömer:
«Hayır; (Ramazanın tutulması ve hacc edilmesi şeklindedir.) Ben bunu Resûlüilah (Saîhllahü Aleyhi ve Sellem) 'den böylece işittim.» demiştir.
Temel başka onun üzerine bina edilen şey başka olduğuna göre eğer bu hadîsdeki «İslâm» dan murad Cibril hadîsinde zikri geçen şeyler ise ma'na:
«İslâm beş şeyden kurulmuştur.» takdirindedir.
Çünkü İslâm bu beş şeyin kendisidir. Yok islâm kelimesiyle daha umumi bir mâna yani din kasdedilmişse o zaman bu kelime istiare olur. Yani din, beş rüknüyle birlikde, beş direk üzerine kurulan çadırla temsil edilmiş demektir. Zira bu beş şey dinin temelidir.
Asıl nüshalarda bu hadîsin birinci ve dördüncü tariklerinde ki «Hamse» kelimesi müennes tası ile yani şeklinde; ikinci ve üçüncü tarik¬lerde ise (tâ) sız yani şeklinde yazılmıştır. Hatta bazı mu'temed nüshalarda dördüncü tarikde bile (tâ) sız zikredilmiştir. Bu rivayetlerin iki şeklide sahihtir, (tâ) ile rivayet:
«Beş rükün üzerine» diye yahud buna benzer bir şekilde; (tâ) sız rivayet ise:
«Beş haslet» diye yahud benzeri bir şekilde tavsif olunur.
Keza birinci ve dördüncü rivayetlerde oruç hacdan evvel; ikinci ve üçüncü rivayetlerde ise hacc oruçtan önce zikredilmiştir. Hz. İbni Ömer (R.A.) bu hadîsi iki şekilde de rivayet etmişken neden haccı oruç¬tan evvel zikreden o zâta karşı inkârda bulunduğu ulemâ arasında ihti¬laflıdır. İmanı Nevevi 'nin tahminine göre ihtimal İbni Ömer (R.A.) bu hadîsi Resûlüilah (S.A.V.)'den iki defa işitmiş; ve bir defasında evvela haccı sonra orucu; diğerinde evvelâ orucu sonra haccı zikretmiş; o da muhtelif zamanlarda hadîsi iki şekilde rivayet etmiştir. Ancak o zât kendisine itiraz ederek haccın oruçtan önce söyleneceği iddia¬sında bulununca Hz. îbni Ömer (R.A.):
«Bilmediğin bir şey hususunda bana i'tiraz ederek karşı gelme ve ; tahkik etmediğin şeye dil uzatma! Bu hadisde oruç evvel zikredilmiştir. Ben bunu Eesûlüllah (S.A.V.)'den böyle işittim...» demiştir; ki bu söz kendisinin ayni hadîsi iki şekilde işitmiş olduğunu inkâr demek değildir. İkinci bir ihtimal de İbni Ömer (R.A.)'m hadîsi Peygam¬ber (S.A.V.)'den iki vecihle işitmişken haccın evvel zikredildiği şek¬lini unutmuş olmasıdır. O zata inkârda bulunması bundandır. Bu babdâ ü/erinde durulan en kuvvetli ihtimaller bunlardır. Ayrıca muhaddisler-den Ebu Amr İbni' s-Salâh şunları söylemiştir:
«İbni Ömer (Radıyallahu Anhüma)'nm Resûlüilah (SaMlahü Aleyhi ve Seliem) 'den işittiği şekli muhafaza ederek aksini kabul etmemesi (vav) in tertib iktiza ettiğine delil olabilir. Nitekim Şâfüyye fukahasından bir çokîanyla bazı nahv imamlarının mezhebi budur.»
(Vav) m tertib iktizâ etmediğini söyleyenler —ki cumhura gorî muh¬tar olan kavil budur — :
İbni Ömer (R.A.)'mn bu şekilde hareket etmesi (vav) tertib , iktizâ ettiği için değil, Ramazan orucu hicretin ikinci yılında farz kılın¬dığı, hacc farizası ise altıncı veya dokuzuncu yılda nazil olduğu içindir. Tabiî ki ilk farz olanın hakkı evvel zikredilmektir. İbni Ömer (Radıyallahu Anhüma) 'nm işittiği şekli muhafaza etmesi bundandır, diye bilirler.
Haccın evvel zikredildiği rivayete gelince: galiba bunu manâ itiba¬riyle rivayeti caiz gören biri yapmış olacak. Evvel zikredilmek icâbeden yahud daba mübim olan bir şeyi sonra zikretmek arapçada çok vâki ol¬duğundan takdim te'hir yapmak suretiyle tasarrufta bulunmuştur. Bunu rivayet eden râvi İbni Ömer (R.A.)'nm ayni şeyi yasak ettiğini de duyma¬mıştır. Bunu iyi anla! Zira bu mesele ulema tarafından beyan edildiğini görmediğim müşküllerden biridir.»
İbni's-Salâh'm sözü burada bitti. Ancak onun bu mütalâasını imanı Nevevi iki verinle zaif buluyor. Şöyle ki:
(1) Her iki rivayet (yanî bir rivayette haccın diğer rivayette orucun tvvel zikredilmesi) sahih olarak sübût bulmuşlardır. Ma'nâ itibariyle iki¬si de sahihtir; aralarında hiç bir münâfât yoktur. Binaenaleyh bu iki riva¬yetin birini iptal etmek caiz olamaz.
(2) Böyle bir yerde takdim te'hir ihtimaline kapı açmak hem râvi-lere hem de rivayetlere dokunmak demek olur. Çünkü eğer böyle bir kapı açılırsa bize rivayet nâmına i'timada şayan pek az şey kalır. Bunun but¬lanı ile üzerine terettüp eden mef sedetlef ise meydandadır.
Ebû Avâne 'nin rivayetinde Hz. îbni Ömer (ît. A.) o zâta: «Ramazan orucunu Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve 5e//emj'in ağzın-dai işittiğin vecihle o beş şeyin sonuna bırak:» demiştir.
tbni's-Salâh bu rivayetin Müslim rivayetine mukave¬met edemeyeceğini söylemiş ise de Nevevi bunun da sahih olması ihtimalinden bahsederek hadisenin ayrı ayrı, şahıslarla iki defa vuku' bulmuş olabileceğini ileri sürmüştür.

20 (...)- Bize Sehl b. Osman [73] el-Askerî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yahya b. Zekeriyyâ [74] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Sa'd b. Târik rivayet etti. Dedi ki: Bana Sa'd b. Ubeydete's-Sülemi, tbni Ömer'den o da Pey¬gamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'den naklen rivayet eyledi. Resulüllah (S.A.V.) şöyle buyurmuşlar:
«islâm beş temel üzerine kurulmuştur: 1- Allah'a İbâdet edilmek, On¬dan başka (tapılan) şeylere de küfürde bulunulmak, 2- Namazın dosdoğruoru- kılınması, 3 - Zekâtın verilmesi, 4 - Beytin haccedi.rnesi, 5 - Ramazan cunun tutulması üzerine..*
Salât: lûgatta duâ etmek, çantı sallamak, bir şeyi yumuşatıp doğrult¬mak ve ateşe sokmak veya yaslamak ma'nalarma gelir.
Şeriatte: Erkân-ı ma'lume ve ef'al-i mahsusa'dır ki, bu erkân ve fiil¬lerin içinde salâtın büf n lügat ma'nâlan mevcuddur.
Zekât: lûgatta temizlik, büyüyüp gelişme, lâyık olma ve bolluk için¬de yaşama ma'nalarma gelir.
Şeriatte: Üzerinden sene geçen nisâb mikdarı malın bir cüzünü iâşimî olmayan bir fakire vermektir. Zekâtta da kelimenin lügat n a'na-lan mevcuddur.
Hacc: lûgatta, kasdetmek ma'nasınadır. Şer'an: İbâdet için Mîkke'yi kasdetmek olup: Vakt-i mahsusda mekân-ı mahsusu kasd-i mah¬sustur diye tâ'fif edilir.
Savın: lûgatta yemekten kesilmek, yememek, susmak, rüzgârı ı sa¬kinleşmesi gibi bir çok ma'nalara gelir.
g Şeriatte: Niyetli olmak şartıyla gündüzün yiyip içmekden ve cima*
etmekden kendini tutmaktır.
Salâtın ikâmesi: namazı bütün erkân ve şartlarına riâyet ederek kıl¬maktan kinayedir.
ttâ-i zekât ve savm-ı ramazan terkipieriyle haceda hazifler vardır.
Bunların asılları: «Zekâtı miistehik olanlara vermek,-
«Ramazan ayının orucunu tutmak»
«Beyti hacc etmek» takdirindedirler.
Terkiblerdeki izafetler de hükmün sebebine izafeti kabilindendir. Çünkü hacem sebebi Beyt yani Kâbedir. Bundan dolayıdır ki sebebi te¬kerrür etmediği için hacc da tekerrür etmeyip bir kişiye ömründe bir de¬fa farz olur. Orucun sebebi aydır. Ayı görmek her yıl tekerrür ettiği için oruçda her sene tekrarlanır.

21 (...)- BizeUbeydüllah b. Muâz rivayet etti. (Dedi ki): Bize babam rivayet etti. (Dedi ki): Bize Âsim —ki İbni Muhammed b. Zeyd b. Abdil-lâh b. Ömer'dir — babasından naklen rivayet etti. Dedi ki: Abdullah şun¬ları söyledi:
Resulü 11 ah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): buyurdular.
İslâm beş teme! üzerine kurulmuştur: 1 - Allah'dan başka ilâh olma¬dığına ve Muhammed'in onun kulu ve Resulü olduğuna şehadet etmek, 2 - Namazı kılmak, 3 - Zekâtı vermek, 4 - Beyti haccetmek, 5 - Ramazan
orucu üzerine.»
Bu hadislerin zahirlerine bakılırsa beş şeyden birini terk eden kim¬senin müslüman olamayacağı anlaşılırsa da hakikatde bunlardan birini terk edenin dinden çıkmadığına icmâ-ı ümmet vardır. Vâkıâ imam Şafiî ile imam Ahmed b. Hanbel'e göre namazım kılma¬yan kimse öldürülürse de bu ceza küfür ettiği için değil bir hadd-i şer'i olmak üzere verilir. İmam Ahmed'le bazı Mâlikilerden bir rivayete göre namazını kılmayan kimse küfrettiği için öldürülür; fakat bu rivayet
icmaı bozacak mahiyette değildir.
-«Bir kimse kasden bir namaz terkederse muhakkak kâfir olur.» hadis-i şerifi zecir ve tehdide hamlolunmuştur.
Yahud: namazı terketmeyi helâl i'tikad ederse, diye te'vü olunmuş¬tur. Buradaki küfürden, küfran-ı ni'met ma'nası kasdedilmiş de olabilir.

Babımız Hadislerinin İfade Ettiklebi İkinci Hüküm:

Mezkûr beş şeyin farz-ı ayın olduklarıdır. Binaenaleyh bunlardan hiç biri, bazı kimselerin eda etmesiyle diğerlerinden sakıt olmaz.

22 (...)- Bana İbni Nümeyr rivayet etti. (Dedi ki): Bize babam rivayet etti, (Dedi ki): Bize Hanzale [75] rivayet etti. Dedi ki:
İkrimetü'bnü Hâlid'i [76] Tâvûs'a şunu rivayet ederken. işittim:
— Bir adam Abdullah b. Ömer'e:
«Sen gaza etmiyor musun?» demiş. İbni Ömer (R.A.): «Ben Besulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'i:
«Şüphesiz ki islâm beş teineİ üzerine kurulmuştur: 1- Allah'dan başka hiç bir ilâh olmadığına şehâdet, 2 - Namazı kılmak, 3 - Zekâtı vermek, 4 - Ramazanı tutmak, 5 - Beyti hacc etmek (temelleri özerine) » derken işit¬tim, cevabım vermiş.
Beyhaki îbni Ömer (Radıyallahu Anhüma) 'ya suâl soran zâ¬tın Hakîm namında bir adam olduğunu söyler.
İbni Ömer hazretlerinin kendisine bu şekilde cevap vermesi onun cihâdı farz-ı ayın i'tikad ettiğim anladığı içindir. Halbuki cihâd farz-ı kifâyedir. Bunu kendisine hadîsle anlatmak istemiştir. Zaten nefs-i hadisde cihâdın zikredilmemesi ya farz-ı kifaye olduğundan yahud o gün henüz cihâd farz kılınmadığındandır. Hadîsde zikredilen beş şey ise farz-ı ayındırlar. Ulemâdan Davûdî'nin beyanına göre cihad evvelâ farz-ı ayn olarak meşru' kılınmış; Mekke 'nin fethinden sonra kâfirlerden uzakta yaşayan müslümanlardan bu farz sakıt olmuş; kâfirlere yakın bu¬lunanlara cihâd farz olarak kalmıştır. Hz. îbni Ömer (R.A.) ile Süfyari-ı Sevri ve İbni Şübfüme'ye göre cihâdın farz olmadığı rivayet edilir. Ancak düşman hücum eder de islâm hükümda¬rı müslümanlara cihadı emreylerse onlara göre de cihad herkese farz olur. Mamafih bu onlardan gelen bir rivayettir. İhtimal diğer bir kavle gere onlar da cihâdın farz olduğuna kaildirler. Bu suretle cihâdın farziy-yetine icma-ı ümmet de vaki' olmuş ve bu mühim vazife kitab, sünnet ve icma'ı ümmet ile muhkem bir farize halinde meşru kılınmıştır. Şayet bu zevatın cihadın farz değil mendûb olduğuna kail bulundukları riva¬yeti doğru ise te'vîli gerekir ve: «Onların muradı cihadın farz-ı ayın olma¬dığını beyandır.» denilir. Tafsilât fıkıh kitaplanndadır.
Burada bazı sualler hatıra gelebilir şöyle kir
1- İslâmın şartlarını bildiren bu hadîslerin bazılarında:
"Allah'dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in onun kulu ve Resulü olduğuna şehâdet etmek-denildiği halde neden diğer bazılarında bunun ye¬rine: «Allah'ın tevhİd olunması» veya: «Allah'a ibâdet edilmek» denilmiştir.
Bu suâle cevaben bazıları, birinci hadîsin lâfzan, diğerlerinin ise ma¬nan nakledildiğini ve farkın bundan ileri geldiğini söylemişlerdir. Alim bir zâtın hadîsi ma'nen nakli meselesi ulema arasında ihtilaflıdır. İmam Mâ1ik'e göre caiz değildir. Ekser-i ulema bunu caiz görürler. Fakat hadîsdeki lâfızların yerlerini ve terkiplerini bilmeyenlerin, ma'nâ itiba¬riyle hadîs rivayet etmeleri bilittifak haramdır.
2- Bu hadislerde beş şeyin dinin temeli olarak gösterilmesinin vec-hi nedir?
Cevap: Çünkü ibâdet yâ sözlü yahud sözsüz olur. Sözle edilen ibâdet Kelime-i şehadettir, sözsüz ibâdet de ya terk ya fiille olur. Terk suretiy¬le edilen ibâdet oruçtur. Zira oruç yeyip içmeyi ve cimâı terk etmekle tahakkuk eder. Fi'li ibâdetler de ya bedenle yapılır; yahud mal ile veya her ikisiyle eda edilir. Bedenle yapılan ibâdet namazdır. Mal vermek su¬retiyle yapılan zekât, her ikisiyle eda edilen de hacc'dır.
3- Bu hadîslerde peygamberlerle melekler ve diğer inanılması icâb-eden şeyler neden zikredilmemiştir? Halbuki bunlar Cibril hadî¬sinde zikredilmişlerdir.
Cevap: Çünkü şehadetten murâd: Peygamber (S.A.V.) ı ve onun getirdiği her şeyi tasdik ve kabuldür. Bittabi bu, i'tikad edilmesi ge¬reken her şeye şamildir. Hadîs-i şerif dinin erkânını bildiren pek büyük bir esastır.

6- Allah Teala İle Resulü Sallallahu Aleyhi ve Selleme ve Dinin Şeriatlerine İman, Dine Da'vet Île Onun Mahiyetini Sormayı ve Bellemeyi, Kendisine Dini Ulaşmamış Olana Dini Tebliğ Etmeyi Emir Babı

'Bubâbta İbni Abbâs (R.A.) ile Ebu Saîd-i Hudrî (R.A.)'dan rivayet edilen hadîsler vardır. İbni Abbâs hadîsini Buhâri'de rivayet etmiş; Ebû Saîd hadîsini ise yalnız Müs1im tahrîc eylemiştir.

23 (17)- Bize Halef b. Hişâm [77] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Haramâd b. Zeyd, Ebû Cemre'den [78] naklen rivayet etti. Sbû Cemre: İbni Ab-bûs'tan işittim, demiş. H.
Bize Yahya b. Yahya dahi rivayet etti. Bu lâfız onundur. (Dedi ki): Bize Abbâd b. Abbâd, [79], Ebû Cemre'den ,o da İbni Abbâs'tan naklen haber verdi. İbni Abbas şöyle demiş :
Abdiilkays hey'eti Resûlüllâh (Salîaîlahü Aleyhi ve Sellent) *in huzuru¬na gelerek:
— Yâ Resulâllah! Şu mahalle sakinleri bizler, Rabîa'mn bir koluyuz. Seninle aramıza Mudar kâfirleri girmiştir. Bu yüzden sana ancak haram, aylarda gelebiliyoruz. İmdi bize öyle bir şey emret ki onunla hem ken¬dimiz amel edelim hem de bizden sonrakileri ona da'vet ey ley elim; dedi¬ler. Besulüllah (S.A.V.) şöyle buyurdular:
«Size dört şey emrediyor; dört şeyden de sizi nehyediyorum : 1 - Al¬lah'a İmanı, (sonra bunu kendilerine tefsir ederek) Atlah'dan başka ilâh ol¬madığına ve Muhammed'in Resulüllah olduğuna şehâdeti; 2 - Namazı kılma¬yı; 3 - Zekâtı vermeyi; 4 - Bir de aldığınız ganimetlerin beşte birini ver¬menizi (emrediyorum). 1 - Dubbâ'dan, 2 - Han tem'den, 3 - Nakir, 4 - Mu-kayyer'den de sîzi nehyediyorum.»
Halef kendi rivayetinde:
«Allah'dan başka ilâh olmadığına şehâdeti...» ifadesini ziyâde etmiş ve bir parmağını yummuştur.
Nevevi'nin beyanına göre hadîs ilmini bilmeyenler:
«Bu hadîsin isnadını Müslim lüzumsuz uzatmış; halbuki böyle yer¬lerde gerek' kendisinin gerekse sair muhaddislerin âdeti silsileyi kısalta¬rak:
— Hammad ile Abbâd'dan, onlarda Ebû Cemre'den, o da İbni Abbas'-dan naklen rivayet olunmuştur, demektir, şeklinde bir iddia da ortaya atabilirler* Fakat bu iddia bir vehimden ibarettir. Çünkü muhaddisîerin iki rivayeti birleştirmesi ancak râvilerin sözü birbirlerinin ayni olduğu za¬mandır. Burada öyle değildir. Hanım âdın Ebû Cemre'den rivayetinde:
— İbni Abbâs'tan işittim, denilmiş; Abbâd'ın Ebû Cemre'den rivaye¬tinde ise;
— İbni Abbâs'tan rivayet olunmuştur, ifâdesi kullanılmıştır. Binaena¬leyh her iki râvinin rivayetini olduğu gibi zikretmek gerekir. İmam Müslim bu gibi inceliklere son derece dikkat eder.» Nevevi , talebenin İde dikkatli olmasını tenbih etmektedir.
Bu hadîsi Buhâri, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesaî muhtelif yerlerde tahric etmişlerdir.
Vefd: Mühim şeyler görüşmek üzere büyüklerin huzuruna gönderil¬mek için seçilen cemâattir. Müfredi (Vâfid) tir. Bazılarına göre vefd de-mlebi:_nek için uzaklardan gelmiş olmaları şarttır. Yakından gelenlere vefd denilmez.
Abdülkays kabileleri içinde Peygamber (S.A.V.'e ilk gelen hey'et budur ve Mekke 'nin fethedildiği sene gelmiştir. Hey'e-tin başında el-Eşeccü'l -Aşarî lâkabını taşıyan el-Mün-i r b. Âiz bulunuyordu. Bunların kaç kişi oldukları ihtilaflıdır. Bir rivayette on dört, diğer bir rivayete göre on üç süvari imişler. Kırk kişi oldukları dahi rivayet olunmaktadır. Hatta hadîsin muhtelif rivayet¬leri bir araya getirilince ayni hey'ete dahil olanların sayısı kırk beşe yük¬selmektedir. Binaenaleyh muayyen bir aded üzerinde durmak sahih gö¬rülmemektedir. Zâten Buhârî ile Müs1im bu sebebten hadîsi muayyen bir adedle tahriç etmemişlerdir.
Bu hey'etin Peygamber (S.A.V.)'e gelmesinin sebebi şudur: Münkız b. Hayyan namında bir zât câhiliyyet devrinde Medine'ye ticaret mallan getirirdi. Bu işe hicreti Nebiy (S.A.V.)'den sonra da devam etti. Bir gün Münkız bir yerde otururken yanından Resulüllah (S.A.V.) geçti. Münkız onu görünce hemen ayağa kalktı. Peygamber (S.A.V.) kendisine iltifatta bulundu; ve kav¬minin hal'ü şanını sordu. Sonra eşraf takımının birer birer isimlerini söyle¬yerek ne vaziyette olduklarını sordu. Bunun üzerine Münkız (K.A.) derhal müslüman oldu; ve Fatiha ile Alâk sûrelerini öğrendi. Bilâhare Hecer tarafına gitti. Resulüllah (S.A.V.) onunla Abdül¬kays kabilelerine bir mektup gönderdi. Münkız (R,A.) mektubu götürdü. Ve bir kaç zaman yanında gizledi ise de sonra karısı onu buldu. Münkız'm karısı el-Münzir b. Âiz'in yani Peygam¬ber (S.A.V.) 'e gelen hey'etin reisi el-Eşecc'in kızı idi. Hz. Mün¬kız (R.A.) namaz kılar; Kur'an okurdu. Karısı bundan kuşkulan-nııştı. Keyfiyeti babasına açarak;
«Kocam Medine'den geleli esrarengiz bir hâl aldı. Ellerini ayaklarını yıkıyor — Kıbleyi göstererek — şu tarafa dönüyor; ve kimi belini eğilti-yor; kimi yere kapanıyor. Oradan geleli âdeti budur.» dedi. Bunun üzeri¬ne babası, Hz. Münkız (R.A.) ile buluştu; ve bu meseleyi görüştü¬ler. Neticede E ş e c c 'in kalbine islâmiyyet yerleşti. Sonra Resu¬lüllah (S.A.V.)'in mektubunu kavmine götürdü. Mektubu kendileri¬ne okuyunca hepsi müslüman oldular; ve Resulüllah (S.A.V.)'in yanma gitmeye ittifak ettiler. Evvela mevzu'u bahsimiz heyet yola çıktı.
Bunlar Medine'ye yaklaşınca Peygamber (S.A.V.) yanında¬kilere:
-Size çarklıların en hayırlısı olan Abdülkays hey1eti içlerinde el-Eşec-cü'i-Asari olduğu halde ahîdlerini bozmadan, değiştirmeden ve şüpheye düşmeden gelmiştir...» buyurarak onların geldiklerini haber verdi.
Gelen hey'etin kendilerini Rabia kabilesinden diye takdim et¬meleri Abdülkays, Rabia kabilesinin bir dalı olduğundan¬dır. Bunlar Bahreyn taraflarında yaşarlardı. Kendileriyle Medine arasında Mudar kabilesi bulunuyordu. Mudar kabilesi aslında Rabia'nm kardeşi olmakla beraber henüz müşrik idiler. Bu sebebten Rabia'lılar kolay kolay Medine'ye gidemiyor; oraya gitmek için haram ayların gelmesini bekliyorlardı. Çünkü kâfirler o aylara hürmeten onlarda harb etmezlerdi. Müslü¬manlar da bundan bilistifade Medine-i Münevvere'ye
Resulüllah (S.A.V.)'in yanma giderlerdi. Hadîsdeki:
cümlesinde nahiv ilmine göre ihtisas vardır. Mansub oluşu bundandır, Cümle:
«Bizler, şu kabile, Rabîamn bir kolu-
yuz.» takdirindedir.
Hayy: aslında kabilenin oturduğu yerin ismi yani mahalledir. Son¬ra bu isim kabileye verilmiştir.
terkibindeki izafet Küfe ulemasına göre mevsufu
sıfatına izafet kabîlindendir. Bu onlara göre caizdir. Fakat Basra 'lılara göre caiz değildir. Onlara göre burada cümlede mahzuf vardır. Terkib:
«Haram olan vaktin ayı» takdirindedir. Buradaki terkibde şehr kelimesi müfred kullanılmışsa da maksad cins itibariyle bütün haram aylardır. Nitekim bazı rivayetler:
«Haram aylan» diye cem'i suretinde' zikredilmiştir.
Haram ayları: Zülka'de, Züîhicce, Muharrem ve Receb'tir. Bu hu¬susta ulemanın ittifakı vardır. Yalnız mezkûr ayların nasıl sayılacağında ihtilâf etmişlerdir. Bazılarına göre Muharrem'den başlayarak Receb, Zül¬ka'de ve Züîhicce denilir. Medinellier Zülka'de'den başlayarak Züîhicce, Muharrem ve Receb diye sayarlar. Ekseri ulemanın bu kavli tercih ettik¬leri söylenir.
Haram aylarda harbetmek tâ Hz. İbrahim (S.A.V.) zamanında haram kılınmıştır. Bu tahrîm îslâmiyetin ilk zamanalrına kadar devam etmiş; nihayet Receb ayında harp helâl kılınmış; diğerlerinde yine haram
olarak kalmıştır. Hatta bazılarına göre Eeceb ayında bile haramdır. Bu¬nun sırrı, emniyeti sağlamaktır.
FAİDE: Arabî aylardan yalnız Muharrem'in başına harf-i ta'rîf geti¬rilerek el-Muharrem denilmiştir. Diğerleri harf-i ta'rifsiz kullanılırlar. Keza aylardan üçü yani Ramazan, Rebîülevvel ve Rebiülâhir şehr ke¬limesinin izâfetiyle Şehr-u Ramazan ilâh... şeklinde kullanılır.
Şehr : ay demektir. Aya bu ismin verilmesi ma'lûm ve meşhur olma¬sındandır. Bu hadîsi gerek Müslim gerekse Buharı muhtelif lâfızlarla rivayet etmişlerdir. Hatta bazı rivayetlerde hacc, bazılarında oruç zikredilmemiştir. Bunları müşkil sayanlar olmuşsa da ehl-i tahkik ulemaya göre burada işkâl yoktur. Asıl işkâl Resulüliah (S.A.V.) : «Size dört şey emrediyorum» buyurmuş olduğu halde ekseri riva¬yetlerde beş şey zikredilmesindedir. Ulema bu müşküle muhtelif cevap¬lar vermişlerdir. Mezkûr cevaplar içinde en ziyade kabule şayan olanı îbnİ Battal'in Sahih-i Buharı şerhinde verdiği şu ce¬vaptır :
* «Resulüliah (S.A.V.) onlara va'dettiği dört şeyi emir buyurmuş; sonra ayrıca bir beşinciyi yani beşte bir meselesini ziyade etmiştir. Çün¬kü gelen hey'et Mudar kâfirlerine komşu yaşıyorlardı. Bu sebebten hepsi cengâver ve ehl-i ganimet kimselerdi.»
Ebu Amr İbni Salâh dahi buna yakın izahatta bulunmuş
ve şöyle demiştir :
Peygamber (S.A.V.)'in o hey'ete tekrar imânı emretmesi, söyleyece¬ği dört şeyi anlatmak ve onları imân diye tavsif etmek içindir. Ondan son¬ra dört şeyi: iki şehâdet, namaz, zekât ve oruçla tefsir buyurmuştur.»
Görülüyor ki bu hadîs, islâmın beş temel üzerine kurulduğunu ifade eden hadîse ve Cibril hadîsinde islâmın beş şeyle tefsir edilmesine muva¬fıktır. İslama iman da denilebüdiği; imanla islâmın. bazen ayni ma'naya hazan da ayrı manalara geldikleri yukarıda görülmüştü.
İbni Salâh bundan sonra hulasaten şunları söyler : «Bu hadîsde haccın zikredilmemesi o zaman henüz hacc farz kılınma-dığındandır denilmiştir. Fakat ayni rivayette orucun zikredilmemesi ra-vinin ihmalindendir. Yâni Peygamber (S.A.V.)'den sâdır olma ihtilaftan değil, râvîlerin belleyiş ve zabıt hususundaki farklardan doğan ihtilaf¬tandır. «Ganimetin beşte birini vermeniz...» ta'biri üzerine ma'tuf değildir. Zira bu takdirde va'dedilen dört şey beş olmuş olur. O ancak: üzerine atfedilir. Ve bu suretle dört şeye izafe ve ilâve edilmiş olur. Yani size dört şeyi ve bir de beşte bir meselesini emrediyorum, demek olur. Hadîsin bu cümlesi ganimet mallarınm beştebirini vermenin farzolduğunu ifade etmektedir. Bu bâbtaki taf¬silât inşallah yeri gelince verilecektir.
Dübbâ', hantem, nakir ve mukayyerden nehiy buyurulmasma gelince: Dübhâ': Kuru kabaktan yapılan kaptır.
Hantem: Yeşil küpler demektir. Müfredi hanteme gelir. Ekseriyetle lügat, hadîs ve fıkıh ulemasının kavli budur. Diğer bir kavle göre her ne¬vi' küplere hantem derler. Abdullah b, Ömer'le Said b. Cübeyr ve Ebu Seleme hazerâtı bu manaya kaildirler.
Üçüncü bir kavle göre hantem, Mısır 'dan getirilen içleri ziftli küplerdir. Bu ta'rif Hz. Enes b. Mâlik (R.A.) ile İbni Ebî Leylâ 'dan rivayet olunmuştur. Hatta İbni Ebî Leylâ bu küplerin kırmızı olduklarını söylemiştir. Dördüncü kavil Hz. Âişe (R.A.)'dan rivayet olunmuştur. Buna göre hantem, boğazlan yan taraf¬larında olan kırmızı küplerdir, ki bunlarla Mısır 'dan şarap getirilir. Beşinci kavil yine İbni Ebî Leylâ 'dan mervîdir. Bu kavle gö¬re hantem, ağızları yan taraflarında bulunan küplerdir, ki bunlarla Tâif 'ten şarap getirilir. Halk bu küplere şıra koyar: onu şarabrt koku-turlardı. Altıncı kavle göre hantem kılla karışık kan ve çamurdan yapı¬lan küplerdir. Bu kavil Ata 'dan rivayet olunmuştur. Hantem hususun¬da daha başka kaviller de vardır.
Nakîr : Hadîsin son rivayetinde İzah olunduğu vecihle içi oyulmuş hur¬ma kütüğünden yapılan kaptır.
Mukayyer : Ziftli kap demektir. Buna müzeffet de derler. Bu dört nevî' kabın yasak edilmesinden murâd, onlara şıra koymamaktır. Çünkü kap eskiden içtiği şarabı şıraya kusacağı için böyle kaplara konulan şıra¬lar da necis olur. Ve şer'an mal olmaktan çıkar. İşte mevzu'u bahis kap¬lar bu suretle mal itlafına ve şıra zanmyle şarap içmeye sebeb olacakları için kullanılmaları yasak edilmiştir. Deriden yapılan kaplara ise şıra koy¬mak yasak değildir. Zira deriden yapılan tulumlar ince oldukları için için¬deki şıranın şarap olduğu kolay anlaşılır. Hatta içindeki şıra şarap olun¬ca ekseriya bu gibi kaplar patlarlarmış.
Ancak bu yasak sadrı islâmda bir müddet hüküm ferma olduktan son¬ra Büreyde hadîsi ile neshedilmiştir. Ebu Hanife ile Şafii'nin ve cumhuru ulemanın kavli budur. Hattâbi:
«Nesha kail olmak en doğru sözdür.» demiş; ve bazı ulemanın hâla tahri-min bakî olduğuna kail bulunduklarını söyledikten sonra imam Mâlik ile imam Ahmed b. Hanbel ve İshak'ında bunlar ara¬sında olduğunu beyan etmiştir. Tahrim, İbni'Abbas ile ibni Ömer (R.A.)'dan da rivayet olunur.

Bu Hadisden Çıkarılan Hükümler :

1- Mühim işler karşısında hükümdarlara hey'et gönderilebilir.
2- Hadîsde kelime-i şehâdet, namaz, zekât ve ganimetlerin beşte birini verme hususunda emir vardır.
3- Hadîsde imanla islâmın ayni ma'naya geldiklerine delil vardır.
4- Sorulacak suallere en mühim olanından başlanır.
5- Haber-i vahide i'timad caizdir.

24 (...)- Bize hem Ebû Bekir b. Ebî Şeybe hem de Muhammed b. el-Müsennâ ile Muhammed b. Beşşâr rivayet ettiler. Hepsinin lâfızları bir biri¬ne yakındır, Ebu Bekir dedi ki: Bize Gunder, Şu'be'den naklen rivayet etti. Diğer ikisi dediler ki: Bize Muhammed b. Ca'fer rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, Ebu Cemre'den rivayet etti. Ebu Cemre şöyle de¬miş :
«Ben İbni Abbâs'm huzurunda Onunla halk arasında tercümanlık edi¬yordum. Derken Ona bir kadın gelerek desti şırasını (n hükmünü) sordu. Bunun üzerine İbni Abbâs şunu söyledi:
— Abdülkays hey'eti Resulüllah (SaUaUahü Aleyhi ve SeUem)'e geldiler de Resulüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) kendilerine :
«Siz kimin hey'etisiniz?» yahud :
«Siz hangi kavimsiniz?» diye sordu. Onlar :
— Rabiâ'yız dediler.
«Hoş geldiniz ey kavm!» yahut «hey'et» Allah sizi utandırmasın pişman etmesin» buyurdu. Bunun üzerine Hey'et:
— Yâ Resûlâllah! Gerçekten bizler çok uzak bir yerden sana geliyo¬ruz. Seninle aramızda Mudar kâfirlerinden (müteşekkil) şu kabile var, da haranı aylardan başka bir zamanda sana gelemiyoruz. Şimdi bize kes¬tirme bir şey emret de onu bizden sonrakilere haber verelim; onunla cen¬nete girelim...» dediler, Resulüllah (S.A.V.) onlara dört şey emretti. Ve kendilerini dört şeyden nehiy buyurdu. Onlara (evvelâ) yalnız Allaha imam emretti. Ve: «Allaha imân nedir bilir misiniz?» dedi.
«Allah ve Resulü bilir,» cevabını verdiler. Resulüllah (S.A.V.) :
«AHah'dan başka îlâh olmadığına ve Muhammed'in ResûlüHah olduğuna şehâdet etmek, namazı dos doğru kılmak, zekâtı vermek, Ramazanı tutmak ve bîr de ganimetin beşte birini vermenizdtr.» buyurdu.
Ve kendilerini dübbâdan, hantemden ve müzeffetten nehyettî. Şu'be:
«Galiba nakirden de dedi»
«Galiba mukayyerden de dedi» demiştir. Resulüllah (S.A.V.:
«Bunu belleyin de sizden sonra haber verin!» buyurmuştur.
Ebu Bekir kendi rivayetinde: «Sizden sonrakilere» demiştir. Onun rivayetinde mukayyer lâfzı yoktur.
Hadîsin senedine dikkat edilirse görülür ki, imam Müslim (R) âdeti vecihle yine büyük bir dikkat ve ihtiyat göstermiştir. Şöyle ki: Se-nedde zikri geçen Gunder ile Muhammed b. Ga'fer ayni şahıstır. Binaenaleyh sözü kısadan keserek :
«Bu üç zât bize Gunder'den O da Şu'be'den ilâh... rivayet ettiler.» diye bilirdi. Fakat Müslim (R.) bunu yapmadı. Çünkü râvî Ebû Bekir: Bize Gunder Şu'beden... diyerek rivayet etmiş;; diğer iki zât ise:
«Bize Muhammed b. Ca'fer rivayet etti» ta'birini kullanmışlardır. Ya¬ni Ebu Bekir, ayni şahsın lakabını, diğerleri ise ismini zikretmiş¬lerdir. Bir de Ebu Bekir «Şube'den» demiş; ötekileri : «Bize Şu'be rivayet etti» ifadesini kullanmışlardır. Bu suretle iki rivayet arasında iki cihetten muhalefet hasıl olduğu için Müslim (R.) buna tenbihte bu¬lunmuştur,
«Siz kimin hey'etisiniz?» yahud «Siz hangi kavimsiniz?» ifade-sindeki «yahud» râvinin şüphesini bildiren bir sözdür. Buhâri şâ-rihi Aynî'nin beyânına göre bu söz Şu'be 'nin olacaktır. Maamâfih Ebu Cemre'ni nolması ihtimali de vardır. Kirmâni onu İbni Abbas (R.A.)'a nisbet etmek istemişse de doğru değildir.
Terceme : Bir lisânı başka lisânla ifâde etmektir. Rivayete nazaran Hz. Ebû Cemre (R.A.) aslen acem olduğundan bu dille konuşu¬lanları İbni Ab bas (R.A.)'a terceme edermiş. E bu Amr îb-n i Salâh diyor ki:
«Bence bu zât tbni Abbâs'm sözünü, işitmeyenlere duyuruyordu. Bu da ya işitmeye mâni' olacak derecede kalabalıktan yahud sözün anlaşila-mayacak kadar kısa omlasmdan ileri gelirdi. Ebu Cemre (R.A.) onu anla¬tırdı...»
İbni Salah, tercemenin bir lisânı başka bîr lisânla ifadeye mahsus olmadığını, ulemanın «bâb» yerine »terceme» sözünü de kullan¬dıklarını söylüyor.
Nevevî tercemenin, berikinden duyduğunu Ötekilerine, ötekiler¬den işittiğini berikine anlatmak ma'nasına geldiğini kabul ediyor. «Mer¬haba» kelimesi masdardır. Mef'ulü mutlak olmak üzere nasbediîmiştir. Araplar bu kelimeyi hoş beşte ve birbirleriyle karşılaştıkları zaman ik¬ram ve iyilik ma'nasında çok kullanırlar. Hattâ onlardan lisanımıza da geçmiştir. Bizde ekseriyetle selâm ma'nasında kullanılır. Aslında mar-hab: geniş yer ma'nasınadır. Gelen ziyaretçiye marhaba demek :
«Geniş yere geldin; rahat ol, sıkılma» ma'nasını ifade eder. Askeri’nin beyanına göre araplardan ilk defa merhaba diyen Zü Yezen olmuştur.
Hazâya: Hazyân'm cem'İdir.
Hazyân,: Utanan demektir. Zelîl ve hakir manasjna gelir diyenler de vardır. Hatta :
«Bir belâya duçar oldu da Allah kendisini rezîl rüsvay etti» ma'na¬sına geldiğini söyleyenler vardır ki burada da bu ma'nada kullanılmıştır. Yani : Hiç bir belâya duçar olup da rezîl ve hakir olmuş değilsiniz.
terkibi hâldir. Mamafih «Kavime sıfat olarak mecrur ri¬vayeti de vardır.
Ncdmâ: Bazılarına göre nedmân'ın cem'İdir; pişman olanlar ma'na-sınadır. Bir takımları bunun «nadimdin cem'i olduğunu söylerler. Bu tak¬dirde cem'i «Nadimin» gelmek icâbederse de sözü güzelleştirmek için «Hazâya» kelimesine tâbi' kılınmıştır. Bunun emsali arapçada çoktur. Me¬selâ araplar : Ben ona sabahları akşamları gelirim» derler. Bu cümlede «Gadâyâ»
kelimesi «Aşâyâ»'yâ tâbi' kılınmıştır. Müfredi «Gadât» olduğu için «Aşâyâ»'-
dan ayrılarak cemi' yapılsa «Gadevât» demek icâbeder, Herevi bu
hadîsin ; şeklinde de rivayet edildiğini söy¬lemiştir. Hasılı Resu1ü11ah (S.A.V.)'ın hoş beş ederken bu ke¬limeleri kullanmasından maksadı, kendilerine iltifatta bulunmaktır. Yani:
«Sizler müslümanlıği kabul etmekte gecikmediniz İnatlık göstermediniz. Sîzi utandıracak veya rezil-ü rüsvay edecek yahud geldiğinize pişman bıra¬kacak esirlik ve benzeri bir halde başınıza gelmedi.» demek istemiştir.
cümlesindeki emrin iş ma'nasına da nehyin zıddı olan
emir ma'nasına da kullanılmış olması ihtimali vardır. Birinci ihtimâle gö¬re cümledeki «Fasıl» kelimesi «beyan edilmiş, açık» ma'nasına gelir. O halde cümlenin ma'nası şöyle olur : «Bize ayan beyan bir iş emret.»
İkinci ihtimale göre «Fasıl» hakla bâtılın arasını ayıran demektir. Bu takdirde cümlenin ma'nası :
«Bize hakla bâtılın arasım ayıran bir emir ver» şekline girer.
Hadîsdeki kelimeleri asıl nüshalarda böy¬le bulunmuşlardır. İkisinin rna'nası da netice i'tibariyle birdir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar
Administrator

Administrator
haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 2630
Kayıt tarihi : 24/05/09
Nerden : ANKARA

İMAN BAHSİ Empty
MesajKonu: Geri: İMAN BAHSİ   İMAN BAHSİ Icon_minitimePaz Mayıs 02, 2010 12:44 pm

Yukarıki Rivayetten Fazla Olarak Bu Rivayettan Çıkarılan Hükümler:

1- Terceme caizdir.
2- Terceme için bir kişi kâfidir. Çünkü terceme, haber kabîlinden-dir. Haber-i vahide i'timad edilir.
3- Kadının, yabancı erkeklere fetva sorması ve hîn-i hacette onla¬ra sesini işittirmesi caizdir.
4- Bir kimsenin misafirlerine merhaba diyerek tatyib-i hatırda bu¬lunması müstehabtır.
5- Bir cemaata ders takrir eden âlim, gerek onlara maksadını anlat¬mak gerekse onların maksadını anlamak için başkasının yardımına mü¬racaat edebilir. Nitekim İbni Abbas (R.A.) öyle yapmıştır.
6- Hadîs-i Şerifde, ibâdetlerini edâ eden bir müslümanı, cennetle tebşir vardır.

25 (...)- Bana Ubeydullah b. Muâz rivayet etti. (Dedi ki): Bize ba¬bam rivayet etti. H.
Bize Nasr b. Alîy el-Cahdamî dahi rivayet etti. Dedi ki: Bana ba¬bam haber verdi. İkisi (nin babaları) hep birden demişler ki: Bize Kurratü'bnû Hâlid [80] , Ebû Cemre'den, o da'îbni Abbas'dan, o da Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Sellernyden naklen bu hadîsi Şu'be'nin hadîsi gibi ri¬vayet etti. (Bu rivayette) Kesulüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) «Sizi dübbâ, nakir, hantem ve müzeffet'de ekşitilen hoşafdan nehyediyorum.» buyurmuş:
İbni Mu âz babasından naklen rivayet ettiği hadisinde şu cümleyi de ziyade etmiştir :
«Babam dedi ki: ResulüIIah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) Eşecc'e, Ab-dülkays'm Eşecc'ine:
«Hakikaten sende Allah'ın sevdiği iki haslet var. Vakar ve teenni.» buyurdu.
Hilm: Akıl, vekar ve sabır ma'nalarma gelir.
Enâet: Acele etmeyip teenni ile hareket etmektir.
Eşecc : Başı yarık ma'nasmadır. Eşecc'in ismi el-Münzir b. Âiz'dir.
Sahih ve meşhur olan bu ise de ismi yine de ihtilaflıdır. İbni'1-Kelbî'ye göre el-Münzir b. el-Hâris 'dir. Bazıları e. 1- Münzir b. Âmir olduğunu söylemiş; bir takımları el-Münzir b.Ubeyd, daha başkaları Abdullah b. Avf olduğunu ri¬vayet etmişlerdir. Hatta Âiz b. el-Münzir olduğunu iddia eden¬ler bile vardır. Bu zât Peygamber (S.A.V.)'in mektubunu Abdü1kays kabilelerine götüren Münkız b. Hayyan (R.A.)'m kayın pederidir. Yüzünde kılıç veya bıçak yarasından kalma iz bulundu¬ğu için ResulüIIah (S.A.V.) kendisine «Eşecc» yani başı yarık la¬kabını vermişti. Sonraları Eşeccü Abdilkays diye şöhret buldu.
Bu lakab hâdisesi şöyle olmuştur: Abdulkays hey'eti Medine'ye vâsıl olunca derhal Peygamber (S.A.V.)'in yanma koştular. Yalnız Eşecc hayvanların yanında kalarak eşyayı topladı; devesini bağladı; ve en güzel elbisesini giydikten sonra Peygamber (S.A.V.) '-in huzuruna gitti. Hz. Fahr-i Kâinat (S.A.V.) onu yanma oturt¬mak suretiyle kendisine ikram ve iltifatta bulundu. Sonra hey'ete şunu sordu : «Gerek kendiniz gerekse kavminiz içîn bey'at ediyor musunuz?»
Hey'et: «Evet» diye cevap verdiler. O zaman Eşecc şunları söy¬ledi :
«Ya Resulâllab! şüphesiz ki sen bir kişiden, dininden daha aziz bir şey istemedin. Biz kendi nâmımıza sana beyat ederiz. Sen de bizimle bir¬likte onları dine da'vet edecek birini gönderirsin. Artık bize tâbi' olan biz¬den olur. Tâbi' olmayanı da öldürürüz...»'
Eşecc'in bu sözleri üzerine Peygamber (S.A.V.) :
«Doğru söyledin. Hakikaten sende Allah'ın sevdiği iki haslet var: Vakar ve teenni.» buyurdu.
Ebû Ya'1â'nın Müsned'i ile diğer bazı eserlerde kaydedil¬diğine göre Peygamber (S.A.V.) bunu söyleyince Eşecc
«Bu hasletler bende eskiden mi vardı yoksa yeni mi peyda oldular?» diye sormuş. Peygamber (S.A.V.) : «Hayır eskidir.» buyurmuş.
Eşecc: «Beni sevdiği iki hasletle yaratan Allah'a hamdolsun..» demiştir.
Hadis-i Şerif, fitneye düşürmeyeceğinden emin olmak şartıyle bir kim¬seyi yüzüne karşı medhetmenin caiz olduğuna delâlet ediyor. Peygam¬ber (S.A.V.) bunu bir çok ashabına karşı yapmıştır. Bâ husus Hz. Ebu Bekir (R.A.) hakkında :
«Eğer bir kimseyi kendime yakın dost ittihâz etseydim Ebu Bekir'i dosx edinirdim.» demiş; Hz. Ömer (R.A.)'a:
«Şeytan bir yolda sana rasîlasa mutlaka başka yoSa sapar.» buyurmuş; Hz. Ali (R;A.)'a: dahî:
«Bana nisbetle sen, Musa'ya nisbetîe Harun yerîndesin.» hadîsiy-le medh-u senada bulunmuştur. Bununla beraber :
«Medhden sakının; çünkü o insanı boğazlamaktır.» hadis-i şerifiyle ResulüIIah (S.A.V.)'in medheden birine :«Din kardeşinin boynunu vurdun.» buyurması gösteriyor ki, bir kimseyi yüzüne karşı medhde bu¬lunmak tehlikeli bir iştir. Binaenaleyh bu bâbta kaide; fitneden yüzde yüz emin olmadıkça rnedhe yanaşmamaktır...

26 (18)- Bize Yahya b. Ilyyub rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Uley-ye [81] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Saîdü'bnü Ebi Arûbe [82] Katâde'den naklen rivayet etti. Katâde demiş ki:
«Bize Abdülkays kabilesinden Resulüllalî (Safta//a/ıü Aleyhi ve Selîem) e gelen hey'etle görüşen biri rivayet etti. Said demiş ki:
— Katâde Ebû Nadra [83] dan, onun da Ebû Said-i Hudrî'den nak¬len rivayet ettiği bu hadîsinde (şöyle demektedir) :
Abdülkays kabilesinden bîr takım insanlar Resulüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) 'e gelerek :
«Ya Nebiyyallâh! Bizler Kabîa'dan bir cemaatız. Seninle aramızda Mudar kâfirleri vardır. (Bu sebeble) haram aylardan başka zamanlarda sana gelemiyomz. Şimdi bize öyle bir şey emret ki onu bizden sonra ge¬lenlere emredelim ve onu yaptığımız takdirde biz de onunla cennete gi¬relim.» dediler.
Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Size dört şey emrediyorum; dört şeyden de sizi nehyediyorum: A İlaha ibâdet edin; ve ona hiç bir şeyi şerik koşmayın. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Ramazanı tutun, ganimetlerin beşte bîrini de verin, buyurdu. Hey'et:
«Yâ Nebiyyallâh! Nakir hakkında malumatın var mı?» dediler. Resu¬lüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): «Hay hay, bir hurma kütüğüdür. Onu oyar, İçine ufak hurmalardan atarsınız buyurdu.
Said demiş ki: Yahut «Kuru hurma atarsın, dedi. (Ve sözüne devamla) sonra içine su dökersiniz. Tâ ki galeyanı yatıştı mı onu içersiniz. Hatta sizden biriniz (yahut onlardan biri) amcasının oğlunu kılıçla pekâlâ vurur!» buyurmuşlar.
— O cemaatin içinde kendisine bu gûnâ bir yara isabet etmiş bir adam varmiş.O zat şunları söylemiş
«Ben Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den utandığıma bu yara¬yı gizliyordum. Peygamber (S.A.V.)'in mezkur izahatı üzerine:
«O halde biz ne içinden su içeceğiz Ya Resuîallah? dedim.»
«Ağızları bağlanan deri su kaplarından» buyurdular. Gelen hey'et:
«Yâ Resuîallah! Bizim arazîmiz çok sıçanhktir. Orada deriden ma'-mul su kaplan duramaz.» dediler. Pyegamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ise (üç defa):
«Onları fareler de yese, onları fareler de yese; onları fareler de yese» buyurdular. Sa'd demiş ki:
Nebİyyullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Abdülkays'in Eşeec'ine:
«Hakikaten sende Allahın sevdiği iki haslet var: Vakar ve teenni.» buyurmuşlar.
Hadîsin râvilerinden Said b. Ebî Arûbe ömrünün sonu¬na doğru bunamış ve bildiği hadisleri karıştırmağa başlamıştır. Kaide icâ¬bı böylelerin sağlamken rivayet ettikleri makbul, bunadıktan sonra riva¬yet ettikleri ile hangi devirde rivayet ettikleri şüpheli olanlar merdûddur. S a lıî h a y n 'da bu gibi zevattan rivayet edilen hadîsler sıhhat devirle¬rine, yani bunamazdan önceki zamanlara aid kabul edilir.
Gelen hey'etin : Nakîr hakkında ma'lûmatın var mıdır?» diye sorma¬ları, onu bilmediğini zannettikleri içindir. Çünkü Resulüllah
(S.A.V.)'in yaşadığı yerlerde bu kap kullanılmazdı. « jy-ü:» » Keli¬mesi 8 şekillerinde de rivayet edilmiştir.
Hatta bazı rivayetlerde bu fiillerin if âl babından kullanıldığı görülmüş¬tür. Bununla beraber bütün şekillerinde bu kelime karıştırmak ma'nasına gelmektedir.
Kutay'â: Bir nevî' ufak hurmadır. Hurmanın koruğudur, diyenler de vardır.
«Sizden biriniz» yahut «Onlardan biri amcası o&lunu kılıçla vurur.» cümlesinin ma'nası şudur: Bir kimse bu şırayı içtimi sarhoş olur; aklı gider; ve sarhoşluk kendisini cûş-u huruşa getirir. Nihayet o derece coşar ki en ziyade sevdiği dostu ve akrabası olan amcası oğlunu bile vu¬rur. Bu da şüphesiz pek büyük bir fesaddır. Demek oluyor ki hadis-i şerifde içkinin en büyük mazarratı zikredilmek suretiyle sair zararlarına tenbih ve işaret buyurulmuştur.
«Sizden biriniz» yahut «Onlardan biri» ifadesi râvinin şekkini göster¬mektedir.
Hey'etin içindeki yaralı zâtın ismi Cehmü'bnü Kuşem 'dir. Bu zât tıpkı Resulüllah (S.A.V.)'in buyurduğu şekilde sarhoş olan amcası oğlu tarafından bacağından yaralanmıştı. Onun için de Peygamber (S. A. V.)'den utanıyor ve yaralı olduğunu ondan giz¬liyordu. Lâkin Fahr-ı kâinat (S.A.V.) efendimiz nübüvvetine bu da bir nîşâne olmak üzere gaibten haber vererek mezkûr yarayı oldu¬ğu gibi anlattı.
cümlesi ekseri asıl nüshalarda bu şekilde rivayet edilmişse de bazı riva¬yetlerde denildiği görülmüştür. Bunların ikisinin ma'na-
sı da sahihtir. Zira birinci rivayete göre ma'nâ: «Deri kapların ağızlarına ip dolanarak onunla bağlanırlar.» İkinciye göre «Su kaplan ağızlarından bağlanırlar» demek olur. cümlesi: şeklinde de rivayet olunmuştur.
Cirzân: Cürazın cem'idir. Manası bazılarına göre bir nevi* faredir. Diğer bazılarına göre erkek farelerdir. Mutlak surette faredir diyenler de vardır,
Abdülkays hey'eti şeriatı Muhammediy yenin, kolaylık üzerine kurulmuş bir din-î ilâhî olduğunu bildikleri için, yerlerinin çok fâreük ol¬duğunu söylemekle Peygamber (S.A.V.)'den bu bâbta bir ruhsat ümid etmişlerse de Kesulüllah (S.A.V.) kendilerine ruhsat ver¬memiştir. Çünkü farelerden korunmanın, ruhsat icâbettirecek derecede güç bir iş olduğunu kabul etmemiş; ve fareler yese dâhi suyu deri kaplar¬dan içmeleri gerektiğini üç defa tekrarlayarak beyan buyurmuştur.

27 — (...) Bana Muhammed b. el-Müsennâ ile tbni Beşşâr rivayet ettiler. Dediler ki: Bize îbni Ebî Adiy [84] , Said'den, o da Katâ'deden naklen ri¬vayet etti. Katâ'de:
«Bana o hey'etle görüşen bir çok kimseler rivayet etti.» demiş ve Ebu Nadra'nın Ebu Said-i Hudrî'den rivâyeten Abdülkays hey'eti Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)ye geldikleri zaman ilah... hadîsini İbni Uîey-ye'nin ki gibi rivayet ettiğini söylemiş. Şu kadar var ki bu rivayette: «İçinde ufak hurma veya kuru hurma ile suyu karıştırırsınız.» ibaresi vardır. Ama:
«Saidin yahud (Kuru hurmadan) dedi» sözünü zikretmemiştir.

28 — (...) Bana Muhammed b. Bekkâr [85] el-Basri rivayet etti. (Dedi ki:) Bize Ebu Âstm [86], İbni Cüreyc'den [87]rivayet etti. H.
Bana Muhammed b. Bâfi' dahi rivayet eyledi. Bu lâfız onundur. (De¬di ki): Bize Abdürrezzâk rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Cüreyc haber verdi. Dedi ki: Bana Ebû Kazea [88] kendisiyle Hasan'a [89] Ebu Nadra'-um haber verdiğini söyledi ikisine de Ebu Said-i Hudri'nin kendisine şunu haber verdiğini söylemiş:
«Abdülkays hey'eti Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)^ geldikle¬ri vakit:
— Ya Nebiyyallah! Allah bizleri sana feda kılsın! Bize içki kapların¬dan hangisi elverişlidir?» dediler. Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ; «Nakilden içmeyin.» buyurdu. Hey'et:
«Ya Nebiyyallah! Allah bizleri sana feda kılsın. Nakirin ne olduğunu sen biliyor musun?» dediler.
«Evet. Ortası oyulan hurma kütüğüdür. Dübbâdan da hantemden de içmeyin. Siz ağzı bağlı kaplardan ayrılmayın» buyurdular.
Bu hadîsin isnadı müşkilâttan sayılmıştır. Bu sebebîe hadîs imamları¬nın onun hakkındaki sözleri birbirini tutmamaktadır. Hatta bir çok hadîs hafızları bu bâbta hataya düşmüşlepdir. Meseleyi imam Ebu Musa el-Isbahânî bir cüz kitab yazarak güzelce tahkik ve izah etmiş; sonra onu İbni Salâh kisaîtmıştır.
Mezkur tahkikden anlaşıldığına göre bu hususta hatâya düşenlerden sahih-i Müslim Ibiri Ebû Nuaym-ı îsbâhân'î 'dir. Bu zât Sahih-i Müslim üzerine te'lif ettiğinde
«Bana Ebu Kazea haber verdi ki, Ebu Nadra ile Hasan'a, Ebû Said-i Hudrî'nin kendisine şu hadîsi haber verdiğini bildirmiş.» demektedir.. Şu halde hadisi Ebu Said"den, Ebu Kazea işitmiş ve onu Ebu Nadra ile Hasan !a rivayet etmiş oluyor ki, bunun hatâ olduğu
şüphesizdir.
İkinci hatayı yapanların başında Ebu Alî el-Gassânî ge¬lir. Gaesânî imam Müs1im'in buradaki rivayetini reddederek :
«Bana Ebu Kazea haber verdi M Ebu Nadra ile Hasen, Ebu Said'in ona (Ebu Nadra'ya) haber verdiği hadisi kendisine ikisi haber vermişler demiş.»
Demek oluyor ki Hz. Ebu Said-i Hudrî (R.A.)'dan hadîsi yal¬nız Ebu Nadra işitmiş; fakat Ebû Kazea'ya Hasan'la birîikde rivayet etmişler. Filhakika Gassâni'nin iddiası budur. Bu babta bir çok hafızlar Gassâni'nin izinden gitmişlerdir. Hatta onla¬ra göre buradaki Hasan 'dan murad: Hasan-ı Basri 'dir. Hal¬buki mesele onların dediği gibi değil, Müs1im'in rivayet ettiği gibi¬dir. Yani hadîsi Hz. Ebu Said (R.A.)'dan Ebu Nadra işit¬miş ve onu Ebû Kazea ile Hsan'a rivayet etmiştir. Hafız Ebû Musa el-îsbahâni 'nin beyanına göre burada zikri geçen Hasan, Hasan b. Müslim 'dir. îbni Cüreyc mezkûr Hasan 'dan buradaki hadîsden başka hadîsler de rivayet etmiştir,
Ebu Mes'ud ed-Dımeşki ile diğer bazı ulema hadisin se¬nedinden Hasanı çıkarmışlardır. Zira zikri, işkâle yol açmasına rağ¬men rivayete bir dahlü tesiri yoktur, cümlesinden murâd: «Allah seni belâlardan korusun» demektir.
Bu hadise aid hükümler yeri geldikçe yukarıda geçen rivayetlerde görüldü. Son rivayet ayrıca bir müslümana: «Allah beni sana feda kılsın»
denilebileceğine delâlet ediyor.

7- İki Kelime-i Şehadete ve İslamın Şeriatlarına Da'vet Babı

Bu bâbta Hz. Muaz (R.A.)'in Yemen'e gönderilmesi me¬selesi görülecektir. Muaz (R.A.) hadîsi müttefekun aleyhtir.

29 — (19) Bize Ebu Bekir İbni Ebî Şeybe ile Ebu Kürcyb ve İshak b. İbrahim [90] toptan Vekî'den rivayet ettiler. Ebu Bekir dedi ki: Bize Vokî', Zekerîyya b. İshâk'tan [91] rivayet etti. Dedi ki: Bana Yahya b. Abdil-lah k Sayfi, [92], Ebu Ma'bed'den [93], o da İbni Abbas'tan, o da Muâz b. Cebel'den [94] işitmiş olmak üzere rivayet eyledi. Ebu Bekir dedi ki: Ga¬liba Veki', îbni Abbas'dan diyerek rivayet etti. Muâz şöyle demiş:
«Resulüllah (SaUaUahü Aleyhi ve Sellem) beni (Yemen'e) gönderdi. Bu¬yurdu ki:
«Gerçekten sen ehM kitaptan mâdut bîr kavme gidiyorsun. İmdi onları; Aüahdan başka ilâh olmadığına benîm de Allah'ın Resulü olduğuma şehâdet getirmeye davet eyle. Eğer buna itâât ederlerse kendilerine bildir ki, Allah cidara her gün ve gecede beş vakit namaz farz kılmıştır. Buna da itaat ederlerse onlara bildir ki, Allah kendilerine, zengin'ednden alınıp fakirlerine verilecek bir zekât farz kılmıştır. Şayed buna da iîâaî ederlerse sakın malla¬rının en kıymetlilerini alma! Mazlumun {bed) duasından da korun! Çünkü bu dua île Allah'ın arasında perde yoktur.»
İmam Müslim (R.) bu hadîsin isnadında dahî son derece ihtiyat¬lı ve dikkatli davranmış; ve birinci rivayette «an Muâz» demiş; ikinci rivayette ise «enne Muâzen» ta'birini kullanmıştır, «an» ile «enne» edatlarının ma'naları arasında ise fark vardır. Vakiâ cumhur-u ulemaya göre ikisinin ma'nalaıjı birdir. Ve ikisi de hadîsin muttasıl olduğunu ifade eder¬lerse de bir çok ulema iki edat arasında fark görmüş ve «enne» ile rivayet edilen hadîsin mürsel hükmünde olduğunu söylemişlerdir. Şu var ki bu¬radaki irsali sahâbî yaptığı için hadîs yine muttasıl hükümündedir, Ek-ser-i ulemanın kavli budur. Bu hususta muhalefet eden yalnız ,E b u îshâk-ı Esferâînî 'dir. Ona göre sahâbin±n mürseli ile ihticac olunamıyacağı için imam Müslim ihtiyatlı davranmış ve her iki ri¬vayet şeklini göstermiştir.
Bu hadîs kütübü sittenin hepsinde rivayet edilmiştir. Buhâri onu, Tevhîd, Ccnâiz, Megâzî, Zekât ve Mezâlim bahislerinde muhtelif ravîlerden tahric etmiş; Ebû Davud, Tirmizi, Nesâi ve İbni Mâce'de yine muhtelif râviîerden zekât bahsinde rivayet eyle¬mişlerdir.
Tirmizi 'nin rivayetine göre Resulüllah (S.A.V.) Hz. Muâz'ı Yemen'e vali olarak gönderirken kendisine şu suâlleri tev¬cih buyurmuştur:
«Yemen'de ne ile hüküm vereceksin ya Muâz?»
Muâz buna :
«Allâhm kitâbîle...» cevabını vermiş.
«— Kitabda faulamazsan ne yaparsın?» sualine;
«— Resulüllahm sünneti ile hükmederim...» diye mukabele etmiş;
«— Ya sünnetde de bulamazsan?» sualine de:
«—Kendi re'ymüe İcühad ederim...» cevabını vermiştir. Bunun üze¬rine Resulüllah (S.A.V.) :
«Resulünün elçisini Resulünün hoşnud olduğu şeye muvaffak eyleyen Allah'a hamdolsun» buyurmuşlardır.
Muâz (R.A.)'ın Yemen'e vali gönderilmesi Tebük ga¬zasından sonra yani dokuzuncu hicrî yılda vuku' bulmuştur. Bir rivayet¬te Hz. Muâz son derece cömerd bir zât olduğundan borçlanmış; ve nihayet alacaklıların müracaatı üzerine bütün malı alacaklılarına dağıtı¬larak elinde avucunda bir şey kalmamış. Bunun üzerine Peygamber (S.A.V.) kendisini Yemen'e vali ve kaadî olarak göndermiş ve:
«Ola ki Allah mâlî vaziyetini İslah eyleye!» buyurarak, zekât me¬murlarının topladığı zekât mallarını tesellüme de onu tevkil eylemiştir. Resulüllah (S.A.V.) Yemen'i beş vilâyete ayırmış; bunlar¬dan San 'a vilâyetine Hâ1id b, Said - ,i Kinde'ye Muha¬cir _ b i n Ebî Ümeyye 'yi, Hadra Mevt'e Ziyâd bin Lebîd'i, Cened'e Muâz'ı, Zebid ve Aden'e Ebû Mûse'l-Eş'arî'yi vali göndermiştir.
Yemen 'liler ehl-i Kitâb idiler. [95] «et-Telvih» nam eserde bunların yahudi oldukları kaydedilmektedir. İslama da'vet, her sınıf hal¬kın i'tikadına göre yapılmak icabeder. Bundan dolayıdır ki ehl-i kitâb ya¬ni Allah ve Peygamber tanıyan bir kavme gönderilen Muâz (R.A-)'a Resulüllah (S.A.V.) kelime-i şehâdetten işe başlamasını emir buyurmuştur.
Burada şöyle bir sual hatıra gelebilir: Ehl-i kitâb nâmı verilen yahu-dilerle hıristiyanlar Allah ve Peygamber tanıdıklarına göre bunları ayni şeyleri kabul ve tasdikâ da'vet etmek hâsılı tahsil olmaz mı?
Cevab: Hayır olmaz. Çünkü ehl-i kitâb her ne kadar A11ah'in varlığını i'tiraf etseler de ona şerik koşmaktan hâli kalmazlar. Meselâ hı¬ristiyanlar: «İsâ Allahın oğludur» derler. Yahudiler dahi «Üzeyr (A.S.) Allah'ın oğludur» iddiasında bulunurlar. Hz. Muhammed (S.A.V.)'-in peygamberliğini ise ya hiç kabul etmezler yahud kendilerine gönderil¬diğine inanmazlar. Bittabi böyle sakat inançlara seran îman denilemez. Onun için ehl-i kitâb her şeyden evvel Allah 'dan başka ilâh olmadı¬ğına ve Muhammed (S.A.V.)'in onun Resulü olduğuna şehâdet getirmeye da'vet edilmişlerdir. Bu hususta Kaadi lyâz şunları söyler:
Peygamber (S.A.V.) in Hz. Muaz'a, evvela yemenlileri Allah'ı tev¬hîd ve Muhammed (S.A.V.)'in peygamberliğini tasdike da'vet etmesini emir buyurması, onların Allah Teâlâ'yı bilmediklerine delildir.»
Yahudilerle hıristiyanlar hakkında hâzik kelâm ulemasının mezhebi de budur. Yahudilerle hıristiyanlar her ne kadar ibadet ederek ellerinde¬ki sem'i deliller icâbı A11ah'ı bildiklerini göstermek isterlerse de onlar hakikatta A11ah'ı bilmezler.
Gerçi akıl, bir peygamberi tanımayan kimsenin Allah Teâlâ'-yı bilmesini mümteni' saymaz ama böylesi hakkında Kaadi Iyaz şöyle der :
«Allah'ı mahlûkatma benzeten ve onu cisimleştiren yahudilerle ona çocuk veya zevce izafe eyleyen yahud ona hululü, intikali ve imtizacı caiz gören hıristiyanlar; Keza Allah'ı, lâyık olmadığı sıfatlarla vasıflandıran veya ona şerik izafe eden ve mahlûkaatı hakkında muarız davranan me-cûsilerle seneviyye fırkaları Allah'ı bilmemişlerdir. Binaenaleyh onlar kendisine ibâdet ettikleri mabutları için «Allah» da deseler Allah o de¬ğildir. Çünkü o vacibu i-vücûd olan Allah'ın sîfatlariyîe mevsuf değildir.
Şu halde yahudilerle Hıristiyanlar Allah u Azîmüşşânı bilmiyorlar demek¬tir...»
Ulemadan bazılarına göre Resulüllah (S.A.V.)'in Yemenli¬lerden iki şehadeti getirmelerini istemesi, bunlar dinin temeli olduğu içindir. Zira temel olmazsa dinin fürûuna aid hiç bir şey sahih olamaz.
«Dinde ilk vâcibolaıı şey ikrardır» diyenlerin delili buradaki şehâdet emridir. Fakat bu istidlale i'tiraz edenler vardır. Derler ki:
«Burada iki şehadeti getirmeye da'vetten murad: harp başlarken düş¬mana yapılan da'vetür. Bunun vâcib olup olmadığı ihtilaflı ise de hadis-i şerif vâcib olduğuna delâlet etmektedir. Dinde ilk vâcib olan şeyin ikrar olup olmaması ihtilâfı ise bulûğ zamanına mahsustur.»
Hadis-i şerifde günle gecede beş vakit namaz emredildikten sonra: «Buna da itaat ederlerse...» Duyurulmuştur ki bu itaatin iki veçhe ihtimali vardır :
1- Namazın kendilerine farz kılındığını ikrar etmeleri;
2- Bilfiil namaz kümak suretiyle itaatte bulunmaları.
Hadisde namazın farz kılındığı haber verildiğine göre buradaki işa¬ret ona aid olmakla birinci vechin tercihini gerektirdiği gibi, namazın kendilerine farz kılındığını duydukları vakit hemen kılmış olsalar bunun da kâfi geleceği, vücubunu ikrar etmelerinin şart olmayışı da ikinci vec-h;n tercihini iktiza etmektedir. Zekâtın namazdan sonra zikredilmesi ter-tib-i vücubî değil tertib-i bcyanîdir. Yani evvela namaz, sonra zekât farz-olur, manasına değildir.
Burada şöyle bir tahmin yürütenler de vardır: Yemenliler kendilerin¬den istenilen iki şehadeti getirmek suretiyle İslama girerler de namazın farz kılındığını kabul etmezlerse bu yaptıkları, küfür ve irtidâd olur. Ar¬tık onların mallarıda ganimet olacağı için zekât vermekle me'mur olma¬yıp katledilirler. Namazın evvel, zekâtın sonra zikredilmesi bundan ola¬bilir.
Oruçla hacc ise hadîsde hiç zikredilmemişlerdir. Halbuki o zamana kadar her ikisi de farz kılınmışlardı. Oruç hicretin ikinci yılında, hacc ise hicretin dokuzuncu yılında Hz. Muâz, Yemen'e gönderilmezden bir kaç ay Önce farz kılınmıştı. Zaten Muâz (R,A.)'ı Yemen'e göndermek Resulüllah (S.A.V.)'in son icrââtı olmuştu. Çünkü bir rivayete göre o Yemen'de iken Hz. Fahr-i Kâinat (S.A.V.) irtihal eylemiştir. Ekser-i ulemanın kavli bu olmakla beraber ikinci bir rivayete göre Muâz (R.A.), Peygamber (S.A.V.) hayatta iken Yemen' den dönmüştür. Hatta bu rivayete göre Resulüllah (S.A.V.)'e secde etmiş. Peygamber (S.A.V.) gadaba gelerek:
«Bu ne?» diye sormuş. Muâz:
«Ben yahudilerle hiristiyanlardan böyle gördüm; hahamlarına ve pa-paslarına secde ediyorlar.» cevabını vermiş. Bunun üzerine Resulül1a h (S.A.V.) : «Haİt etmişler. Secde ancak Allah Teâla'ya olur.»
buyurmuş.
İbni Salâh'a göre oruçla hacem bu hadîsde zikredilmemesi ravîlere aid bir hatâdır. Yoksa Peygamber (S.A.V.) onlara da zik¬retmiştir. Fakat Kurtubî, İbni Salâh'in fikrinde değildir. O na göre bu hadis meşhurdur. Resulüllah (S.A.V.) onları da zik-retse mutlaka bize nakledenler bulunurdu. Nakledilmediğine göre onla. ı söylemediği anlaşılıyor. Buna sebep o zaman Yemenlilere nisbetle daha mühim ve müekked olan şeyleri bildirmek istemiş olmasıdır. Nitekim Peygamber (S.A.V.)'in daima âdeti bu idi.
Zekât olarak alınması yasak edilen en kıymetli mallardan murad: en sütlü, en yapağıh, en semiz ve en gösterişli olanlarıdır. Bunların alınma¬ması mal sahiplerine bir lütuftur.
«Çünkü bed duâ ile Allah arasında perde yoktur.» ifadesinden mu¬rad: bu duanın reddedilmeyerek derhal kabul oîunmasıdır. Hatta Dâre Kutnî 'nin rivayetinde, bed duâ eden kâfir bile olsa duasının kabul edi¬leceği bildirilmiştir.

Bu Hadisden Çıkarılan Hükümler:

1- Haber-i vâhid makbul ve onunla amel vaciptir. Vakıa «ette1vih » nam eserin sahibi Hz. Muâz (R.A.) ile birlikte Ebû Mûse'l-Eş'arî 'nin de gönderildiğine bakarak bu hadîsin haber-i vâhid olduğuna itiraz etmişse de bu i'tiraz tuhaf görülmüştür. Çünkü râ-vinin iki olması hadîsi haber-i vâhid olmaktan çıkarmaz.
2- Harpde çarpışma başlamazdan önce kâfirler islâm dinini kabule da'vet olunurlar.
3- Kâfir Allah 'dan başka ilâh olmadığına ve Muhamnıed (S.A.V.)'in O'nun Resulü olduğuna şehâdet-getirmedikçe, müslüman ol¬duğuna hükmedilemez. Ehl-i sünnetin mezhebi İJudur.
4- Her gün ve gecede beş vakit namaz farzdır.
5- Zenginlerin fukaraya zekât vermeleri farzdır.
6- Bazıları: bu hadîsdeki:
«Zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek bir zekât farz kılmıştır.» ifadesine bakarak zekâtın başka bedleye nakledilemeyeceğine kail ol-muşlarsa da bu doğru değildir. Çünkü fakirlerden murad yalnız o yer-dekiler değil nerede olursa olsun bütün müslüman fakirleridir. Tıybî bir yerden başka yere nakledilerek verilen zekâtın, farzı sahibinden iskat ettiğine ulemanın ittifakı bulunduğunu, buna-yalnız Ömer b. Ab-dilaziz'in muhalefet ettiğini ve Horasan 'dan Ş.a m 'a getirilen zekâtı tekrar Horasan'a iade ettiğini söyler.
7- «Küffar yalnız imanla me'murdur; dinin Sair ahkâmıyla me'mur değildirler» diyenler bu hadîsle istidlal ederler. Çünkü Peygamber (S'A.V.) vâcibâtı tertib üzere beyan etmiş; evvelâ şehâdeti, sonra nama¬zı, daha sonra zekâtı emir buyurmuştur.
Fakat Nevevî bu istidlali zaif bulmuş; ve :
«Maksad Küffar'ın dünyada namaz ve emsaliyle muhatab ve mes'ul olduklarını kendilerine bildirmektir. İbâdetlerin dünyada ifâsı ise ancak müslümanlığı kabul ettikten sonra istenir. Bundan kâfirlerin namaz ve saire île muhatap olmamaları lâzım gelmez. Bu gibi ibâdetler sebebiyle âhiretde onların azabları arttırılır.» dedikten sonra sözüne şöyle devam etmiştir:
«Bilmiş ol ki, muhtar olan kavle göre kâfirler şeriatın gerek me'mu-run bih g&rekse menhiyyun anh bütün furû'u ile muhataptırlar. Muhak¬kiklerle ekser-i ulemanın kavli budur. Bazıları Küffann furû' ile muhatap olmadığına, diğer bazıları yalnız yasak edilen şeylerle muhatap oldukla¬rına kaildirler...»
Şemsü'l Eimme dahi bu bâbta hulasaten şunları söylemiştir:
«Hilaf yoktur ki Küffâr îmanla muhataptırlar. Çünkü Peygamber (S.A.V.) bütün insanları imana da'vet için gönderilmiştir. Yine hilaf yok¬tur ki Küffâr meşru kılınan ukûbât (cezalar) la muhataptırlar. Bittabi muamelât bâbındaki hitâb da kendilerine şâmildir. Küffârm uhrevı muâ-haze hususunda dînin şerîatlarıyla muhatap bulundukları da ittifâkîdir. Dünyada vücûb-i edâ meselesi ihtilaflıdır. Hanefîlerin Irak ulemasına gö¬re bununla da me'murdurlar. Mâverâ-i Nehir ulemasına göre ise sükûta ihtimali olan ibâdetlerin edasiyle muhatap değildirler.»
8- Vitir namazının vâcib olmadığına kail olanlar bu hadîsle istidlal ederler,
9- «Zenginlerinden alınıp fakirlerine verilecek...» ifadesiyle Şafiiler sabî ve mecnunun malından zekât vermek lâzım geleceğine istid¬lal etmişlerdir. Hanefilere göre ise zekâtın îarzoîması için akıl ve bulûğ şart olduğundan sabî ile mecnunun malından zekât verilmez.
Yetim malından zekât verilip verilmeyeceği ihtilaflıdır. Ashâb-ı Ki¬ramdan: Öme-r, Ali, Âişeveîbni Ömer. (Radıyaîlahu Anhüm) ile diğer bazı sahabeye göre yetim malından zekât vermek icâbeder ki imam Mâlik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel'in mezheple¬ri de budur. Diğer bir takım ulemaya göre yetim malından zekât veril¬mez. Hanefilerle, Süfyan-ı Sevrî, Abdullah b. Müba¬rek, Said b. Cübeyr, İbrahim Nahai, Şa'bî ve Hasan- Basri 'nin kavilleri de budur. Said b. el-Müseyyeb:
«Zekât ancak kendilerine namaz ve oruç farz olanlara lâzımdır.» de¬miştir.
Hasan-ı Basri bu bâbta ashab-ı kiramın ittifak halinde ol¬duklarım rivayet etmektedir.
10- Malda zekâttan başka farz oîan bir hak yoktur.
«Zenginlerinden alınıp...» cümlesi hükümet reisinin mal sahiplerine memur göndererek zekâtlarını toplattırabileceğine delildir. İbnü'1-Münzir diyor ki:
«Vaktiyle zekâtın hem Resulüllah (S.A.V.)'e hem de Onun elçHeriyle memurlarına ve kendisine verilmesini emir buyurduğu zâta verildiğine ehl-i ilim ittifak etmişlerdir. Ümerâya zekât verilip verilemeyeceği hususunda ise ihtilâf vardır...»
12- Zekât me'muru malın en iyisini zekât olarak alamaz. İyisi ile kö¬tüsünün ortasını seçer.
13- Bazıları bu hadîsin imam Mâ1ik'e delil olduğunu söyler¬ler. İmam Mâlik zekâtın ayet-i kerîmede zikredilen sekiz sınıf muh¬taç arasında taksim edilmesinin vâcib olmadığına kaildir. Ona göre hü¬kümet reisi dînî bir maslahat görürse zekâtı mezkûr sekiz sınıftan yalnız birine verebilir.
14- Mazlumun bed duası mutlak surette reddedilmez.
15- Devlet reisinin valilerine nasihatta bulunarak onlara Allah'-dan kurkmalannı emretmesi, zulümden kendilerini son derece sakındır¬ması icâbeder.
16- Kâfire ve zengine zekât verilemez.

30 — (...) Bize İbni EM Ömer [96] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Biş-rü'-bnü'-Seriy [97] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Zekeriyya b. İshak riva¬yet etti. H.
Bize Abd b. Humeyd [98] de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû
Âsim [99] , Zekeriyya b. İshak'dan, o da Yahya b. AbdiIIah b. Sayfi'den, o da Ebu Ma'bed'den, o da İbni Abbas'dan naklen rivayet etti ki:
«Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Selîem) Muâz'ı Yemne'e göndermiş; (Veki' hadîsinde olduğu gibi): «Gerçekten sen bir kavme gideceksin ilah.» buyurmuştur.
Bundan evvelki hadîsi Resulüllah (S.A.V.)'e müsned olarak Muâz (R.A.) rivayet etmişti. Bu hadîsle bundan sonra gelen hadîsi ise yine müsned olarak îbni Abbas (R.A.) rivayet etmiştir. İki rivayetin arası şöyle bulunur : İbni Abbas (R.A.) hadîsi Muâz (R.A.)'dan işitmiştir. Ancak bazen muttasıl bazan da jnürsel olarak riva¬yet ettiğinden Muâz (R,A.)'ı anmamıştır. Her iki şekildeki rivayet sahihtir. Çünkü sahâbinin mürseli, senedde zikredilmeyen ravînin kim olduğu bilinmese bile hüccettir. Burada zikredilmeyen ravînin Hz. Muâz (R.A.) olduğu bilinip dururken hadîsin sıhhatinde elbette şüphe edilemez.
İbni Abbas (R.A.) hazretlerinin bu hadîsi hem Muâz (R.A.)'-dan işitmiş hem de onu Yemen'e giderirken Resulüllah (S.A.V.)'in yanında bulunmuş olması da 3|jtlwial dahilindedir. Bu takdir¬de hadîsi vasıtasız rivayet etmesi, bizzat o meclisde bulunduğu içindir. Muâz (R.A.)'dan rivayeti ise: Ya kendinin orada bulunduğunu unut¬tuğundan yahud başka bir sebeptendir.

31 — (...) Bize Ümeyyetü'bnü Bistâm [100] el-Ayşî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yezid b. Zürey' [101] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ravh [102] —ki lb-ni'I-Kaasım'dir — İsmail b, Ümeyye'den, [103] o da Yahya b. AbdilIâh b. Sayfi'den, o da Ebu Ma'bed'den, o da İbui Abbas'dan naklen rivayet etti ki: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Muâz'ı Yemen'e gönderirken
«Şüphesiz sen ehl-i kitâb bir kavme gidiyorsun. Şu halde onları ilk da'vet edeceğin şey Allah azze ve celeye ibâdet olsun. Allah'ı tanıdıkları vakit onlara haber ver ki, Allah kendilene günleriyle gecelerinde beş vakit npmaz farz kılmıştır. Bunu yaparlarsa onlara haber ver ki, Allah kendilerine zengin¬lerinden alınıp fakirlerine verilecek bir zekât farz kılmıştır. Buna da itaat ederlerse onu kendilerinden alıver. Ama mallarının en iyilerini almaktan sakın.» buyurmuş:
«Zenginlerinden alınıp...» ifadesiyle zekâtın icâbında zorla alına¬cağına istidlal olunur. Bu cihet ittifakı ise de sahibinin rızası olmadığr halde zorla malından alınan zekâtın hakikaten zekât yerine geçerek sa¬hibinin zimmetinden sakıt olup olmayacağı ihtilaflıdır.

8- Allahdan Başka İlah Yoktur; Muhammed Allah'ın Resulüdür......... Deyinceye Kadar İnsanlarla Çarpışmanın Emri Babi

32 — (20) Bize Kuteybetü'bnü Said rivayet etti, (Dedi ki): Bize Leys b. Sa'd, Ukayl'den, [104] o da Zühri'den [105]naklen rivayet etti. Zühri de-miş ki: Bana Ubeydullah b. Abdillâh b.Utbete'bni Mer-'ud [106] Ebu Hürey. re'den naklen haber verdi. Ebu Hüreyre şöyle demiş :
Resulüllah (Saîlaîtahü Aleyhi ve Selletn) dünyadan gidin de ondan son¬ra Ebû Bekir halife seçildiği ve araplardan küfredenler küfrettiği zaman Ömerü'bnü'l-Hattâb, Ebû Bekre: şunları söyledi:
— Resulüllah (SaİlaUahü Aleyhi ve Sellem) : İnsanlar: Allahdan başka ilâh yoktur deyinceye kadar (onlarla) çarpışmaya me'mur oidum; imdi her kim Allahdan başka ilâh yoktur derse malını ve canını benden korumuş olur. Ancak hakkiyle olursa müstesna! Onun da hesabı £J>aha kalmıştır, buyur¬duğu halde sen nasıl oluyor da insanlarla harb ediyorsun?
Ebû Bekir :
«Vallahi namazla zekâtın arasını ayıranlarla mutlaka harb edeceğim. Çünkü zekât, malın hakkıdır. Vallahi Resulüllah(SaUallahü Aleyhi ve Sellem) e vere geldikleri yularları bana vermezlerse, vermediklerinden dolayı on¬larla behemehal harb ederim.» dedi. Bunun üzerine Ömerü'bnü'1-Hattâb:
«Vallahi iyi anladım ki Allah Azze ve Ceîle Ebû Bekr'in kalbine kı¬tal için fütuhat vermiş. Ve anladım ki bu kıtal bakmış» dedi.
Bu hadîsi Müslim (R.) Ebû Hüreyre, Câbir, Ab¬dullah b. Ömer ve Târik (RadıyaUahu Anhiim) hazeratm-dan tahric ettiği gibi Buhâri (R.) dahi Ebu Hüreyre, Abdullah b. Ömer ve Enes (RadıyaUahu Anhum)'den namaz ve zekât bahislerinde rivayet eylemiştir. Hadîs diğer sahih kitaplarda da
mevcuddur.
«Resulüllah (S.A.V.) dünyadan gidip de ondan sonra Ebû Bekir hali¬fe seçildiği ve araplardan küfredenler küfrettiği zaman...» ifadesini
Hattâbi uzun uzadıya ve güzel bir şekilde şerh etmiş; Nevevi'de bunu beğenerek Müslim şerhine almıştır. Hulâsası şudur: ~Resulüllah (S.A.V.)'in irtihalinden son: a dinden dönenler iki sınıftır: Bunların biri tamamiyle dinden irtidâd edefek küfre dönmüştür. Hz. Ebu Hüreyre (R.A.)'m anlatmak istediği işte bunlardır ki,
iki taifeye ayrılırlar:
Birinci taife Müseylemetü'l-Kezzab'ın Peygamberlik id¬diasını tasdik eden Benî Hanîfe ile onlara tâbi' olanlar; Ve el-Esvedü'1-Ans î'nin peşinden giden Yeme h'lilerle onlara tâbi olanlardır. Bu fırkaya mensub olanların cümlesi Hz. Muhammec Mustafa (S.A.V.)'in peygamberliğini inkâr ediyorlardı. Hz. Ebî Bekir bunlarla harbetti. Binnetice Müscyleme'yi Yemame'de, e1- Ansî'yi de Sanâ 'da tepeletti ve onlara tâbi' olanla rın ekserisini helak etti. Kurtulabilenler de dağılıp kaçtılar.
İkinci taife dinden dönerek şeriatın bütün ahkâmını inkâr ve namaz, 2ekât gibi bütün ibâdetleri terkedenlerdir. Bunlar tamamiyle cshiliyyet devrindeki hallerine dönmüşlerdi. Bu sebeple Mekke, Medine mes-cidleriyle el-Bahreyn 'deki Abdülkays mescidinden başka ibâdete açık mescid hemen hemen kalmamış gibi idi. Müslümanlar, A11ah'm yardımı yetişinceye kadar bir hayli sıkıntı çektiler.
İkinci sınıf mürtedler namazla zekâtı birbirinden ayıranlardır. Bun¬lar namazın farz olduğunu kabul ediyor, fakat zekâtı tanımıyorlardı. Ha-kikatta mürted değil bâgi idiler. Ancak mürtedler arasına karıştıkları için onlara da mürted denilmiştir. Zekât vermeyenlerin içinde onu vermek is¬teyenler bile vardı. Yalnız reisleri buna mani' olduğundan veremiyorlar-dı. Benî Yerbû' kabilesi bunlardandır. Mezkûr kabile kendi ara¬larında zekâtlarım toplamış; tam Hz. E b û Bekir (R.A.)'a gönder¬mek üzere iken Mâlik b. Nüveyre buna mani' olmuş; ve top¬lanan zekât mallarım kabileye dağıtmıştır. Hz. Ömer (R.A.)'ın Ebû Bekir (R.A.)'a ı'tıraz eüeıch münakaşaya girişmesi bunlar hakkında¬dır. Hz. Ömer (R.A.)'ın i'tirazı hadîsin zahirine baktığı ve üzerinde fazla durmadığı içindir. Ebû Bekir (R.A.) ise şartları ifa edildiği takdirde meselenin mal ve can dokunulmazlığını tazammun ettiğini kasd-ederek:
«Zekât malın hakkıdır.» demişti. Hasılı Hz. Ebû Bekir, na¬maz kılmaktan imtina' edenlerle harb edileceğine ashab-ı kiramın icmaı bulunduğunu bildiği için zekât meselesini namaza kıyas etmiş; Hz. Ömer ise hadîsin umumu ile ihticacta bulunmuştu. Bu hâdise âmmın kıyasla tah¬sis edilebileceğine ve bir hüküm hakkında vârid olan emrin tazammun et¬tiği bütün şart ve istisnaların o hükmün sahih olabilmesi için muteber sa¬yılacağına delildir. Hz. Ömer, Ebû Bekir (R.A.)'in haklı oldu¬ğunu, gösterdiği delilden anlayarak kabul edince, harbin lüzumu husu¬sunda ona tâbi' olmuştur.
Dalâlet fırkalarından Râfiziler Hz. Ebû Bekir 'in, müslüman-ları esir eden ilk hükümdar olduğunu söyleyerek ona ta'n ederler. Akıl¬larınca Ebû Bekir (R.A.)m esir aldığı âsiler mürted değil, müteev-vil müslümanlarmış. Çünkü Teâ1â hazretlerinin:
«Onların mallarından, kendilerini temiz pak edeceğin bir zekât al...»
mealindeki ayet-i kerîmesi ve emsali hitablar Peygamber (S.A.V.)'e hâsmış. Zira zekât sahibini hiç bir kimse Resulüllah (S.A.V.) kadar temiz pak edemezmiş. Böyle bir şüphe karşısında ise ze¬kâtlarını vermeyen mürtedler ma'zur görülerek öldürülmemek icâbeder-miş,.. Bu sözlerle Râfiziler Hz. Ebû Bekir (R.A.)'a zulüm isnad etmeye çalışırlar. Hattâbî:
«Bunlar dinden nasipleri olmayan bir kavimdir. Sermayeleri yalnız yalan ve iftira, bir de selef-i salihîne atıp tutmaktır...» diyerek Râfizilerin kimler olduğunu güzel bir şekilde beyân etmiştir.
Mürtecilerin bir değil bir kaç sınıf olduğunu az yukarıda gördük. Bun¬ların içinden namazı, zekâtı ve bütün dinî ahkâmı inkâr edenlerine ashab-ı kiram kâfir hükmünü vermişlerdi. Onun için Ebû Bekir (R.A.) onları esir etmiş; sahabenin ekserisi de ona yardım etmişti. Hatta Hz. Ali (R.A.), Benî Hanîfe kabilesinden esir edilen bir câriye almış. Muhammedü'bnü'l.Hanefiyye ismindeki oğlu bu cariyeden doğmuştur. Ancak sonraları ashab, mürteddin esir alınamaya¬cağına ittifak etmişlerdir.
Râfizilerin zekât almayı emreden âyeti Resulüllah (S.A.V.)'e mahsusmuş gibi göstermeye çalışmaları bir mugaletadır. Âyet-i kerîme bütün müslümanlara âmm ve şamildir. Filvaki' Kur'an-ı Kerîm'-de Peygamber (S.A.V.)'e hâss emirler vardır. Fakat bunların ona mahsus olduğu hiç bir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde beyan edil¬miştir. «Gecenin bir kısmında o Kur'anla, sana
mahsus bir ziyade farz olmak üzere namaz kıl.» — İsrâ: 79 mealindeki âyet-i kerime bunlardandır. C>( Hulâsa : Kur'an-ı Kerîm'in. hitabları üç kısımdır :
1- Umumî hitaplar :
«Ey îman edenler namaza kalkmak İstediğiniz zaman yüzlerinizi yıkayın...»
— Mâide : 7 — gibi.
2- Peygamber (S.A.V.)'e hâss olan hitablar:
«Yalnız sana mahsus olmak üzere... mü'minlere caiz değil.» Azhâb: 50 — gibi.
3- Peygamber ,«Namazı zeval vaktinden sonra kıl...» — îsrâ:78 — gibi.
Zekât âyeti de bunlardandır. Binaenaleyh Resulüllah (S.A.V.)'-den sonra müslümanların başına geçen zatın zekât toplama hususunda da onun izinden gitmesi icâb eder. Bu gibi âyetlerde hitabın Peygamber (S.A.V.)'e tevcih buyurulması, A11ah'a imana da'vet eden ve Allah 'dan gelen ayetlerin ma'nasım beyan buyuran O olduğu içindir. Tâ ki gelen emre imtisal, Onun beyan ettiği vecihle olsun. Hattâbî diyor ki:
«Bâgîler hakkında şöyle bir suâl hatıra gelebilir: Bu adamlar zekâ¬tın farz olduğunu inkâr ettikleri halde nasıl müslüman sayıldılar? Za¬manımızda da bir kısım müslümanlar zekâtı inkâr etseler tunlara müslÜ-man hükmü verilebilir mi?
Cevap : Hayır, bu zamanda zekâtı inkâr eden kimse bütün müslü-maıılarm icmaile kâfir olur. Çünkü bu günün müslümanîarıyla o günün müslümanlan arasında fark vardır. Onların zamanında İslâmiyet henüz teessüs ediyordu. Nesih vaki' olarak bazı ahkâmın değişmesi ihtimali var¬dı. Müslümanlar, hu dini yeni kabul ettîkelri için onu henüz lâyıkiyîe bil¬miyorlardı. Bu sebeble şüpheye düşmüşlerdi. Bu gün ise böyle bir şey yok¬tur. Müslümanlık alabildiğine yayılmış; şüyu' bulmuş âlim, câhil, hass, âmm bütün müslümanlar zekâtın farz olduğunu Öğrenmişlerdir. Binaena- , leyh te'vil yolu arayarak onu inkâr eden hiç bir kimse ma'zur sayılamaz. Din babında farziyetine icmâ-ı ümmet vâkV olan namaz, zekât, oruç, cü-nüplükten temizlenme ve emsaliyle zina, içki ve mahrem olan akraba ile evlenmek gibi haram olduğu herkesçe bilinen hükümlerden birini inkâr eden dahî asla ma'zur olamaz. Şu kadar var kî yeni müslüman olan birisi dinin bütün ahkâmını bilemeyeceği cihetle bilmeyerek bazılarını inkâr etse kâfir olmaz. Bunun hâli sadr-ı îslâmdaki hâgîlerin hâli gibidir.
Dinin herkesçe ma'lum olmayan ahkâmına gelince: Bunlar, bir kadı¬nın teyzesi veya halasıyla bir nikâh altına alınmasının haram olması, ni¬nelere mirasın altıda birinin verilmesi gibi şeylerdir ki, bunlardan birini inkâr eden kâfir olmaz. Çünkü bu gibi şeyleri herkes bilmez.»
Yine Hattâbî 'ye göre bâgîler hakkındaki te'vile sebeb olan şüp¬he Ebû. Hüreyre 'nin rivayetinde hadîsin bir çok yerlerinin hazfe-dilmesinden doğmuştur. Buna sebeb de Ebû Hüreyre "(R.A.)'ın hadîsi olduğu gibi nakletmek değil, Ebu Bekir ile Ömer (Radıyalîahu Anhüma) arasında geçen münakaşayı anlatmak, istemiş olma¬sıdır. Galiba Hz. Ebû Hüreyre muhataplarının hâdiseyi bildik¬lerine i'timad ederek bütün kıssayı hikâye etmemiştir. Ebû Hüreyre (R.A.) hadîsinin muhtasar bırakıldığı, ayni hadîsin îbni Ömer ve Enes (Radıyalîahu Anhüma) rivayetinden anlaşılmaktadır. Maama-fih hadîsin üçüncü tarikinde görüleceği vecihle Ebû Hüreyre (R.A.)'m dahî mufassal rivayeti vardır. İbni Ömer (R.A.) rivayeti az ileride gelecektir. Enes (R.A.) rivayeti şudur:.
«Allahdan başka ilâh yoktur; Muhammed onun kulu ve resulüdür diye şehâ-det edinceye ve bizim kıblemize dönünceye, kestiklerimizi yeyinceye, bizim namazımızı kılıncaya kadar insanlarla cenk etmeye rıe'mur oldum. Bunları yaptılar mı artık bize onların canlar) ve malları haram olur. Ancak hakkiyle olursa (Söylenenlerden birini bırakırlarsa) o başka. Müslümanların lehine olan onların da lehine, aleyhine olan onların da aleyhine olur.»
Ebû Bekir ile Ömer (Radıyallahu Anhüma) 'nin buradaki muhaverelerinden anlaşılıyor ki onlar, İbni Ömer, Enes ve Ebû Hüreyre (R.A.) hazerâtınm rivayet ettikleri ziyadeleri Resu1ü11ah (S.A.V.)'den işitmemişler. Çünkü Hz. Ömer (R.A.) bu ziyadeleri işitmiş olsa Ebu Bekir (R.A.)'a muhalefet etmez ve hadîsi hüccet göstermezdi. Zira hadisdeki ziyadeler kendi aleyhine delil¬dir. Ebû Bekir (R.A.)'da ziyadeleri işitmiş olsa onları delil gös¬terir; Kıyasla ihticâc eylemezdi. Her halde İbni Ömer, Enes ve Ebû Hüreyre hazerâti, rivayet ettikleri bu ziyadeleri başka mec¬lislerde işitmiş olacaklardır.
«Aİlahdan başka ilâh yoktur deyinceye kadar insanlarla cenk etmeye me'mur oldum...» cümlesi hakkında Hattabî şunları söylemiştir:
«Ma'lûmdur ki, bununla ehl-i kitab değil put perestler kasdedilmiştir. Çünkü ehl-i kitab: Allah'dan başka ilâh yoktur derler ama yine de ken¬dileriyle harb olunur, tepelerinden kılıç kalkmaz.
«Hesabı da Allaha kalmıştır» cümlesinin ma'nası: sakladıkları ve gizlice yaptıkları şeyler hususundaki hesapları demektir. Yoksa açıkça ihlâl ettikleri vâcib ahkâm değildir. Bu hadîsde, içinde küfrü gizlediği halde dışından müslüman görünen kimsenin müslümanlığı kabul edile¬ceğine delil vardır. Ekser-i ulemanın kavli budur. İmam Mâlik, zındığın tevbesinin kabul edilmeyeceğine kaildir. Bu kavil İmam Ahmed b. Han-bel'den de rivayet olunmaktadır.»
Kaadî Iyaz'da Hattâbi 'nin sözünü ele alarak onu bi¬raz daha izah etmiş ve şöyle demiştir :
«Mal ve can doknulmazlığmm yalnız, Allah'dan başka ilâh yoktur diyenlere mahsus oluşu imana icabetin ifadesidir. Bu sözle kasdedilenler
Arap müşrikleriyle putperestler ve bir Allah tanımayanlardır. İlk defa İslâm'a da'vet olunanlar ve bu uğurda kendileriyle harbe dilenler bunlar¬dır. Tevhidi ikrar edenlere gelince: Onların dokunulmazlığı için yalnız «Allah*dan başka ilâh yoktur» demeleri kâfi değildir. Çünkü bunu on¬lar küfür halinde iken de söylüyorlardı. Zaten Allah'ı birlemek onların i'tikadlan cümlesindendir. Bundan dolayıdır ki bnşka bir hadîsde: «Benim de Allah'ın Resulü olduğumu söyleyinceye ve namazı kılıp zekâtı verinceye kadar...» Duyurulmuştur.»
Kaadi Iyaz'in bu izahatına Nevevi'de şunları ilâve ediyor: «Ben derim ki; Bütün bunlarla beraber Kesulüllah (S.A.V.)'in getir¬diği şeylerin hepsine inanmak da lâbüddür. Nitekim Hz. Ebû Hüreyre'-nin diğer rivayetinde vardır.» cümlesi (Ra)nın tahfifiyîe şeklinde de rivayet olunmuştur.
Bu cümleden murad :
«Vallahi namaz hakkında itaat edip zekâtı inkâr etmek veya verme¬mek suretiyle bu iki ibadeti birbirinden ayıranlarla mutlaka harb edece¬ğim» demektir. Ayni cümle hâkim meclisinde olmasa bile hin-i hacette yemin etmenin caiz olduğuna delildir.
Hadîsde geçen «Ikaal» kelimesi Buhar i'nin bazı rivayetlerinde «Anâk» diye zikredilmiştir.
Anâk : dişi oğlak ma'nasınadır. Bu rivayetlerin ikisi de sahihtir; ve Hz. Ebû Bekir'in sözünü iki defa tekrarlayarak birinde (Ikaal) diğerinde (Anâk) dediğine hamledilir.
Ikaal kelimesinin ma'nası üzerinde öteden beri ihtilâf olunagelmiştir. Bazılarına göre Ikaal: bir senenin zekâtı demektir. Lügatta dahi bu ma¬naya meşhurdur. Lügat ve fıkıh ulemasından bir cemaatin kavli budur. Bunlara göre devenin ayağını bağladıkları ipe de Ikaal denirse de burada murad o değildir. Çünkü zekâtda ipi vermek icabetmez. ipten dolayı harb-etmek de caiz değildir. Binaenaleyh hadîsdeki ikaali bu ma'naya almak doğru değildir. Muhakkik ulemadan bir çoklarına göre buradaki ikaalden r.iurad iptir. Bu kavil imam Mâli k'ten de rivayet olunur. « E t-Tahrir» nâmındaki Müslim Şerhinin sahibi de onu ihtiyar et¬miş ve şunları söylemiştir:
«ikaalden murad: bir yılın zekâtıdır, diyenlerin sözü hatadır; ve arap-ların usulünü terk etmek demektir. Zira bu söz darlık, sıkıntı ve mübalağa yerinde söylenmiştir. Binaenaleyh harbe sebeb gösterilen şeyin pek az ve kıymetsiz olmasını iktiza eder. Bir yılın zekâtı manâsına alınırsa bu mâna hasıl olmaz. Ben bunu ancak Peygamber (S.A.V.)'in: «Allah hırsfca ia'net eylesin. Yumurtayı çalar; ondan dolayı eli kesilir, ipi çalar; eli kesilir.»
hadis-i şerifindeki yumurtayı, harpte başa giyilen miğfer; İpi de gemi halatı diye tefsir eden zatın mantıksızlığına benzetiyorum. Halbuki mez¬kûr iki şeyin kıymetleri pek çok altına baliğ olur.»
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar
Administrator

Administrator
haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 2630
Kayıt tarihi : 24/05/09
Nerden : ANKARA

İMAN BAHSİ Empty
MesajKonu: Geri: İMAN BAHSİ   İMAN BAHSİ Icon_minitimePaz Mayıs 02, 2010 12:45 pm

Bu bâbta muhakkik ulemadan biri şöyle diyor :
«Bu söz Arap lisanını ve arapların sözlerinin yerlerini bilen bir kimse¬ye göre câİz değildir. Çünkü burası hırsızın çaldığı şeyi çok gösterme ye¬ri değil ki, bir çok altınlar değerindeki bir yumurta ile hırsızın taşıyama¬yacağı bir ip diye tefsir edilsin, «Allah filanın belasını versin; bir dizi ce¬vahir için kendisini hırsızlık cezasına çarptırdı.» demek arabm da âdeti de¬ğildir acemin de. Bu gibi yerlerde âdet: «Allah belasını versin çürük bir ip için yahud bir yumak kıl için elinin kesilmesine sebep oldu.» demektir. Böyle bir şey ne kadar kıymetsiz ise o derece beliğ olur.»
Nevevî dahi « Et-Tahrir » sahibinin mutâleasına iştirak ile:
«Doğrusu Onun ihtiyar ettiği şekildir... diyor.
«Anladım ki bu kıtal hakmış.» cümlesinden murad: Hz. E b u Be¬kir'in gösterdiği delilden Onun haklı olduğunu anladım demektir. Yok¬sa Ömer (R.A.) Hz. Ebû Bekir'i taklid etmemiştir. Çünkü kendisi de müetehiddir. Müctehidin müetehidi taklid etmesi caiz değildir.
Râfizüer Hz. Ömer'in Ebû Bekir (R.A.)'ı taklid ettiğine kaildirler. Bittabi bu onların apaçık bir cehaletidir.

Hadisden Çıkarılan Hükümler:

1- Bu hadis-i şerif Ebû Bekir (R.A.)'ın ilim ve şecaatte baş¬kalarından üstün olduğuna en büyük delildir. Çünkü en müşkül bir anda tek başına mürtedlerle harbe karar vermiş; ileri görüşü ve olgun fikriyle, hiç bir kimsenin yeknazarda vâkıf olamadığı bir ilmî kendisi istinbât et¬miştir. Bu ve emsali sebeblerden dolayıdır ki, ehl-i hak Resulüllah (S.A.V.) ümmetinin en hayırlısı Ebû Bekir es-Siddik (R.A.) olduğuna ittifak etmişlerdir.
2- Hak ve hakikati meydana çıkarmak için büyüklere, müracaat et¬mek ve hak zahir olunca reyinden dönmek caizdir.
3- Devlete isyan eden bâgilerle harbetmek vaciptir.
4- Nevevî diyor ki:
«Namazın farz olduğuna i'tikâd ettiği halde onu kasden terk eden kim¬senin öldürüleceğine bu hadîsle istidlal olunur. Cumhurun kavli budur.» Fakat Buhâri sârini Aynî bu istidlale i'tiraz ediyor; ve: «Bu istidlal sahih değildir; çünkü emrolunan şey kıtaldir. Kıtalin mu¬bah olmasından katlin de mubah olması lâzınv gelmez. Zira kıtal mufâale babındandır. Mufâale babı müşareket için olup fiilin iki taraftan yapıl¬masını icâbeder. Katil ise böyle değildir.» diyor. Yani mukaatele: birbirini öldürmek, çarpışmak, muharebe etmektir. Katil ise yalnız Öldürmek ma¬nasınadır demek istiyor.
Filhakika namazını terkeden ganîlere göre öldürül!.r. Yalnız terk et¬tiği andamı yoksa üç gün mühlet verdikten sonra mı öldürüleceği ihtilaf¬lıdır. Esah olan, bir vakit namazım bırakırsa o namazın zaruret vakti çık¬tığı zaman öldürülmektir. îdâm kılıçla yapılır ve hudud-u şer'iyyeden bir haddir. İmam Ahmed b. Hanbel'den gelen rivayetlerin ekseri¬sine göre kasden namazını terk eden kimse kâfir olur. Hatta şafiîlerden de bı ~ıa kail olanlar vardır. Bu takdirde o kimse yme öldürülürse de küf¬ründen dolayı öldürüldüğünden cenazesi yıkanmaz; namazı kılınmaz. Ka¬rısı talâk-ı bâinle boş oîur.
Hanelilere göre namazını terk eden kimse fasıktır. Binaenaleyh Öl¬dürülmez. Fakat tevbe edinceye kadar habsolunur. Hatta bir rivayette vü¬cudundan kan fışkırıncaya kadar döğülür. Kirman î'ye kasden ze¬kâtım terkedenin hükmü soruldukta : «Namazla ikisinin hükmü de birdir»
cevabını vermiş ve :
«Hz. Sıddik (R.A.)'m zekât vermeyenlerle harb etmesi bundandır.» demiştir.
Ramazan orucunu terk eden hapsolunur; ve kendisine gündüzleri yi¬yecek içecek verilmez. Çünkü orucun farz olduğuna inandığı için, aç ve susuz bırakıldığı zaman zâhir-i hale göre oruca niyet eder.
5- Nevevî ;
«Bu hadîsle, az olsun çok olsun namaz, zekât ve sair İslâmî vâcibâtı terkedenlerle harbetmenin vâcib olduğuna istidlal edilir.» diyor. Bundan dolayıdır ki, Hanefîlerden İmam Muhammed b. Hasan:
«Bir belde veya köy ahâlîsi eaanı okumamaya ittifak etseler devlet reisi onlarla faarb eder; şeâîr-i isiâmiyyeden olan her şeyin hükmü böyle¬dir.», demiştir'.
6- Müslüman olduğunu beyanla ibadetlerini eda eden kimseye do¬kunmamak vaciptir.
7- Zındığın tevbesi makbuldür :
Zındık: Şeriatı büsbütün inkâr eden fakat zahirde müslüman görü¬nen kafirdir. Böylesinin küfrü ya şahidle yahud ikrarıyla bilinir. Zındık hakkında Şafiilerden beş kavil rivayet olunur.
a) Zındığın tevbesi mutlak surette kabul olunur. İmam Şafii fden nassan rivayet edilen en doğru kavil budur. Delili sahih hadîslerdir,
b) Zındığın tevbesi kabul edilmez. Yalnız tevbesinde samimi ise bu tevbe kendisine âhirette fayda verir: ve cennete girer. İmam Mâ1ik'in kavli de budur. İmam A'zam Ebu Hanife 'den Şafiilerin yukanki iki kavli gibi iki rivayet vardır.
c) Dalâlet mezhepleri için propaganda yapanlardan ise o kimsenin tevbesi kabul edilmez. Avam takımının tevbesi makbuldür.
d) İdam için tevkif edildiği zaman tevbe ederse tevbesi kabul edilmez. Fakat kendiliğinden tevbekâr olarak gelir ve üzerinde sadâkat alâmetleri görünürse tevbesi makbuldür. Bu kavil İmam Mâlik 'ten de rivayet olunur.
e) Zındık bir defa tevbe ederse kabul edilir. Tekrar tekrar tevbe ederse tevbesi kabul olunmaz. Hanefîîerden İmam Ebû Yusuf 'un Ebû Hanife 'den rivayetine göre müslümanlık taslayan zındıktan mürted gibi tevbe etmesi istenir. Bir müddet Ebû Yusuf'da buna kail olmuşsa da sonraları zındıkların müslüman görünerek küfürlerinde daim olduklarını görünce :
«Bana bir zındık getirseler kendisinden tevbe istemeden idamını ein-reder; şayed öldürmeden kendiliğinden tevbekâr olursa onu serbest bıra¬kırdım.» demiştir. Yine İmam Ebû Vusuf'un «Nevâdir» !in|de Imam-ı A'zamdan bir rivayetine göre Hz. imam :
«Gizlenen zındığı öldürün! Çünkü onun tevbe edip etmediği malum değildir.» demiştir.
8- Bir kâfirin müslüman olduğuna hükmedebilmek için iki kelime-i şehadeti söylemesi şarttır. Bunları söylemedikçe kâfirlerle harb etmek¬ten vazgeçilemez.
9- Ehi-i şehâdet olan bid'atçılar tekfir edilemez.
10- Zahirî ameller makbuldür. Hüküm zahire göre verilir.
11- Hadîs-i şerif gerek Peygamber (S.A.V.)'in gerekse on¬dan sonra gelen halifelerin zahire göre hüküm verdiklerine, bâtında gizli olan şeylerin hesabını istemek kula değil ancak Allah Teâlâ'ya aid oldu¬ğuna delâlet ediyor.
12- Sünnetin bir kısmını sahâbe-i kiramın büyükleri bilmeyip sair efradı bilebilir; ve bir kişinin muhalefetiyle icmâ mün'akid olmaz.
13- İki şehadeti getirerek namazını kılan ve zekâtını veren bir kim¬se ma'sum sayıldığı cihedle muâhaze edilmezse de İslâmiyetin haklarkn-da kısas veya hadd gibi bir cezası sebebiyle muâhaze olunabilir.
14- Müslümanların ellerinde kuvvet bulunursa kâfirlerle ya müs-lümanlığı kabul yahud cizye vermeye razı oluncaya kadar harb etmeleri vâcib olur.

33 — (21) Bİze Ebû't-Tâhir [107] ile Harmeletü'bnü Yahya ve Ahmed b.
İsâ [108] rivayet ettiler. Ahmed: Bize Tahdis etti dedi. Diğer ikisi: Bize İbni Vehb haber verdi dediler. İbni Vehb demiş ki: Bana Yunus, [109] İbni Şi-hab'dan [110] naklen haber verdi. İbni Şihâb demiş ki; Bana Saidü'bnü'l-Müseyyeb rivayet etti ki, Ebû Hüreyre kendisine şunları haber vermiş:
Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Selletn) :
«Allah'dan başka ilâh yoktur deyinceye kadar insanlarla cenk etmeye me'mur oidum. Binaenaleyh her kim Ailahdan başka ilâh yoktur, derse malını ve canını benden korumuş olur. Ancak hakkiyle (öldürülmüş) olursa o başka, hesabı ise Allâha kalmıştır.» buyurmuşlar.

34 — (...) Bize Ahmed b. Abdete'd-Dabbiy rivayet etti. (Dediki):Bize Abdülaziz yani ed-Derâverdi, [111] el-Alâ [112] dan rivayet eyledi. H.
Bize Ümeyyetü'bnü Bistâm da rivayet etti. Bu lâfız onundur. (Dedi ki): Bize Yezid b. Zürey' rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ravh [113], el-Alâ' b. Abdirrahman b. Ya'kub'dan o da babasından, o da Ebû HÜreyre'den, o da Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'âen naklen rivayet etti. Şöyle bu¬yurmuşlar :
«İnsanlarla: Allah'dan başka ilâh yoktur deyerek bana ve getirdiklerime imân edinceye kadar cenk etmeye me'mur oldum. Bunu yaptılar mı canla* rını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak (İslâm haklarından) bir hak karşılığı olursa o başka! (Bâtınî) hesapları da Allah'a kalmıştır.»
Bu rivayet yukarıki rivayetlerde muhtasar bırakılan yerleri beyan etmektedir. Ve bir kimse îslâm dinine tereddüdsüz, Kat'î bir i'tikadla iman ederse bu imanın kâfi geleceğine, o kimseye mü'min denileceğine; mü'min olmak için mutlaka kelâm ulemasının gösterdikleri delilleri öğrenmek vâ-cib olmadığına delildir ki, selef ve halefin cumhuru ile muhakıkîn ulema¬nın mezhepleri de budur. Bazı kelâm ulemasiyle mu'teziîenin ekserisine göre ise Allah 'a, varlığının delillerini bilerek iman etmek şarttır. Bu şekilde iman etmeyenlere mü'min denilemez. Mu mezhep için Nevevî: «Aşikâr bir hatâdır.» dedikten sonra şunları söylüyor :
«Çünkü murad olan, kat'î tasdiktir; o da hasıl olmuştur. Bir de Pey¬gamber (S.A.V.) getirdiği şeylere iman hususunda tasdik ile iktifa etmiş; onları delilleriyle bilmeyi şart konmamıştır. Bu hususta sahîhaynda pey¬derpey bir çok hadîsler rivayet olunmuştur ki, nıecmu'u ile tevatür ve i
kat'î husul bulur.»

35- Bize Ebû Bekir b. Ebû Şeyhe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hafs b. Gıyâs [114] , El-A'meş/den, o da Ebû SÜfyan'dan [115], o da Câbir'den: ve (Yine El-A'meş), Ebû Sâlih'den [116] , o da Ebû HÜreyre'den naklen riva¬yet etti. Câbir ile EbûHüreyre tıpkı İbni'l-MüseyycVin Ebû HÜreyre'den rivayet ettiği gibi: Bcsulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«İnsanlarla cenk etmeye me'mur oldum...» buyurdu; demişler. H.
Bana (Yine) Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etli. (Dedi ki): Bize Vekî' rivayet eyledi. H.
Bana Muhammed b. el-Müsennâ dahi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ab-durrahman yani İbni Mehdi rivayet etti. Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile Mu¬hammed b. el'Müsenna ikisi de dediler ki: Bize Süfyân, EbuVZübeyr'-den, [117] o da Câbir'den naklen rivayet etti. Câhir şöyle demiş:
Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem);
«İnsanlarla: Allah'dan başka ilâh yoktur deyinceye kadar cenk etmeye memur oldum. Altah'dan başka ilâh yoktur dediler mi mallarını, canlarını benden korumuş olurlar. Ancak (İslâmm haklarından) bir hak karşılığı olursa o başka. (Batınî) hesapları da Allaha kalmıştır.» buyurdular. Sonra:
«Sen ancak bir nasihatçısın. Onların üzerine musallat değilsin.» [118] âyetini okudu.
Müzekkiri; müfessirler vaiz diye tefsir etmişlerdir. Müseytır: Mu¬sallat manasınadır. Sahip ve cebbar mânalarına dahi gelir. O gün için Resulüllah (S.A.V.)'in vazifesi nasihattan ibaretti. Sonra kendisine düşmanla harb etmek emrolundu.

36- (22) Bize Ebû Gassân el-Mismaî Mâlik b. Abdilvâhid [119] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdühnelik b. Es-Sabbâh, Şu'be'den, odaVâkid b. Mu-hammed [120] b. Zeyd b. Abdullah b. Ömer'den, o da babasından, o da Ab¬dullah b. Ömer'den naklen rivayet etti. Abdullah b. Ömer şöyle demiş:
Resulüllah (SaUailahü Aleyhi ve Seîlem) «Allah'dan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Resulüllah olduğuna şehâdet, namazı ikaame ve zekâtı edâ edinceye kadar insanlarla cenk etmeye me'mur oldum. Bunları yaptılar mı canlarını ve mallarını benden korumuş olurlar. Ancak İslâmm haklarından bir hak karşılığı olursa o başka! (Batınî) hesapları da Allah'a kalmıştır.
Taberânî'nin cEl-Evsat» nâm eserinde Hz. Enes (R.A.)'dan rivayet ettiği bir hadîse göre bu rivayetlerde istisna edilen İs¬lâm haklarından muradın neler olduğu Resulüllah (S.A.V.)'e so¬rulmuş. Cevaben : «Evlendikten sonra zina, müsiüman olduktan sonra irtidâd, bir de insan öldürmektir. Bunlara mukabil öldürülebilir» diyerek izah buyurmuşlardır.

37 - (23) Bize Süveyd b. Said [121] ile İbni Ebî Ömer rivayet ettiler. El-Fezârî'yi kasdederek dediler ki: Bize Mervân (119), Ebû Mâlik'den, [122] o da babasından naklen rivayet etti. Babası şöyle demiş:
Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i:
«Her kim A Hah'dan başka ilâh yoktur der de Allah'dan başka tapılan şeylere küfrederse onun maiı [123] ve canıfna dokunmak) haramdır. (Batınî) hesabı ise Allah'a kalmıştır.» buyururken işittim.
Peygamber (S.A.V.) insanların kalblerinde neler gizlediklerini Öğrenmeğe me'mur değildir. Zaten bu bir sır olduğu için onu Allah'¬dan başka bilecek yoktur. Bundan dolayı hadîsin bütün rivayetlerinde Allah ve Resulün'e şehâdet, bazılarında namaz kılmak, zekât vermek ve Allah tarafından getirdiği her şeyi dil ile ikrar etmek is¬tenilmiştir. Çünkü zahirde bir kimsenin müsiüman olduğuna delâlet eden şeyler bunlardır. Bunları yapana rmrmin denilir. Gönülden geçen veya kalpte gizlenen sırlardan dolayı hesaba çekmek ise yalnız A11ah'a
aiddir. Ulemnnıız bu babta:
«Biz İnsanların dışına göre hüküm veririz; içine göre hüküm vermek ise Allah'a mahsustur» demişlerdir.

38 — (...) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Hâlid el-Ahmer [124] rivayet eyledi. H.
Bu hadîsi bana Züheyr b. Harb dahi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yezîd b. Harun rivayet etti. Zübeyr ile Yezid'in her ikisinin Ebû Mâlik'den, onunda babasından naklen rivayetine göre Ebû Mâük'in bahası Peygamber (SallaHahü Aleyhi ve Seiİem)'\: «Her kim AHah'ı tevhid ederse...» buyurur¬ken îşitmiştîr. Scnra Ebû Mâlik (yukariki) hadîsin benzerini zikretmiş.

9- Ölmek Üzere Bulunan Bir Kimsenin Müslümanlığı Kabul Etmesinin Sahih Olduğuna.....Delil Babı

39 — (24) Bana Harraeletü'bnü Yahya et-Tücîbî rivayet etti. {Dedi ki): Bize Abdullah b. Vehb haber verdi. Dedi ki: Bana Yûnus, [125] , İbni Şi-hâb'dan [126] natıen rivayet etti. Demiş ki: Bana Said b. el-Müseyyeb, ba¬basından naklen rivayet eyledi. Babası şöyle demiş:
Ebu Tâlib'in [127] ölümü yaklaşınca (SallallahÜ Aleyhi ve SeUem) ona geldi. Ve yanında Ebû Cehil [128] ile Abdullah b. Eltf Ümeyycte'bni'l-Mtıgirâ'y* [129] buldu. Müteakiben Resulüllah (Sailallah'd Aleyhi ve Seilenı) : ctEy amca! Allah'dan başka ilâh yoktur de. Bu kelimeyi söyîe kî, onun sebe¬biyle huzur-u İlâhide senin lehine şehâdet eyleyeyim.» dedi. Bunun üzerine Ebû Cehil iîe Abdullah b. Ebi Ümeyye : «Yâ Ebâ Tâlib, Abdulmuttalih'in dîninden dönmek mi istiyorsun?» dediler. Eesulüllah (Sailalîahü Aleyhi ve SeUem) o sözü amcasına arz etti, durdu. Nihayet Ebû Tâlib onlara son söz olarak kendisinin AbdÜİmutta-lib'in dîni üzere bulunduğunu söyledi, ve «Allah'dan başka ilâh yoktur» demekten imtina' etti, Resulüllah (SallallahÜ Aleyhi ve SeUem): de: «İyi bil, vallahi senin hakkında niyaz etmekden nehyolunmadığtm müddetçe senin için mutlaka istiğfara devam edeceğim; dedi.
Hem&n arkasından da Allah Azze ve Celi şu ayet-i kerîmeyi indirdi: «Müşriklerin cehennemlik oldukları kendilerince anlaşıldıktan sonra akraba hile olsalar Peygambere de mü'minlere de onlar için istiğfar etmek gerek¬mez,» [130]
Allahü Teâlâ Ehû Tâlib hakkında dahi âyet indirerek Resulü (Süllallahü Aleyhi ve SeUem) 'e: «Şüphesiz ki sen sevdiğine hidâyet veremezsin; ama Allah dilediğine hidâyet verir. Hem o hidayete erecekleri daha iyi bilir.» [131] buyurdu.
Bu hadîsi Buhâri Müslim ittifakla Said b. el-Mü¬seyyeb 'ten tahric etmişlerdir. Hadîsi Said babasından rivayet et¬miştir. cümlesinin asıl mânası:
«Ebû Tâlib'e ölüm geldiği zaman...» demek ise de burda: Ölümü yaklaş¬tığı, ölüm alâmetleri görülmeye başladığı zaman kastedilmiştir. Çünkü ölüm ânına hai-i intizâr derler ki, o anda imân etmenin bir faydası yok¬tur. Bazıları bu ifâdeden hakikaten ihtizarı yani koma halini anlamış; ve:
«O halde Peygamber (S.A.V.) kendisinin orada bulunması bereketine amcasının rahmet-i İlahiyye'yc nail olacağım ümid etmişti" demişlerse de bu mütâlea doğru görülmemektedir. Zira Teâlâ Hazretleri:
Bütün kötülükleri işleyip de (içlerinden) birine ölüm geldiği vakit: Şimdiben tevbe etdim diyen o kimseler için tövbe yoktur.»
[132] buyurarak can çekiştirmekte olan bir kimsenin imâm kabul edilmeye¬ceğini saraheten bildirmiştir. Binaenaleyh Resûlüllah (S.A.V.)
0 halde bulunan bir kimseye iman teklif etmez. Anlaşılıyor ki bu konuş¬ma esnasında amcası henüz koma hâlinde değilmiş. Zaten Ebû Tâ1ib'in Peygamber (S.A.V.)'le konuşması da koma hâlinde olma¬dığım gösterir.
Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz, amcası Ebû Tâ1ib'in imân etmesini son derece arzu ediyordu. Çünkü kendilerini bir ba¬ba şefkatiyle büyüten, her badirede imdadına koşan onu öz evladından daha ziyâde bağrına basan o idi. Resûlüllah (S.A.V.) doğmadan babası, altı yaşında iken de annesi vefat etmişti. Bunun üzerine O'na dedesi Abdülmuttalib baktı. Onun vefatından sonra Peygam¬berimiz Muharamed Mustafa (S.A.V.) amcası Ebû Tâlib'e kaldı. Ebû Tâlib, Resûlüllah (S.A.V.)'i kendi ço¬cuklarından ziyâde severdi. Bu hâl kendisine peygamberlik gelinceye ka¬dar böyle gittiği gibi Peygamber olduktan sonra da devam etti. Kureyş'in nice düşmanlıklarından Onu amcası Ebû Tâlib koru¬muş; bu uğurda ölümle tehdid olunduğu halde Resûlüllah (S.A.V.)'i onlara teslim etmemişti. Nihayet başta yine Ebû Tâlib olmak üzere Peygamber (S.A.V.)'in mensûb bulunduğu Benî Hâşim Kabilesi Kureyş'in müdhiş bir boykotuna ma'ruz kaldılar. Kureyş, Benî Hâşim'le olan bütün alâkalarını kesmişti. Onlar¬la alış veriş yapmıyor, kız alıp vermiyor, kendilerine en küçük bir insan¬lığı reva görmüyordu. Bu hal tâ Benî Hâşim, Resûlüllah (S.A.V.) 'i kendilerine teslim edinceye kadar devam edecekti. Hatta bu hu¬susta bir de misâk yazılarak Kabe 'nin kapısına asılmıştı. Beni Hâşim çok müşkül vaziyette kalmıştı, bilmecburiye kendilerine aid bir vadiden ibaret olan « Şi'b» a sığındılar. Ve burada tam üç sene mahsur kaldılar. Bu üç sene zarfında müslümanların ve dolayısiyîe Ebû Tâiib'in çekmediği zahmet ve mihnetler kalmadı. Hatta ağaç yaprak¬lan yemeye mecbur kaldılar. Fakat Ebû Tâlib cam gibi sevdiği birader zadesi Resûlüllah (S.A.V.)'i düşmanlarına teslimi bir an hatırına bile getirmedi. Nihayet Kureyş, ahidnameyi kendileri yır¬tarak boykotu kaldırdılar. Ancak « Ş i' b > daki mahsur hayattan kurtul¬duktan bir kaç gün sonra Ebû Tâlib vefat etti. Ondan üç gün son¬ra da ümmül mü'minin Hz. Hadice (R.A.) dünyadan gitmişti. Onun için Resûlüllah (S.A.V.) o seneye «Âmü'I-Hüzn» (keder yılı) na¬mını vermişti. O zaman Peygamber (S.A.V.)'in yaşı elliyi doldur¬mak üzere idi. İşte Resujüllah (S.A.V.), üzerinde bu derece emek ve hakkı bulunan amcasının ebedî seâdete ermesini istiyordu. Bu¬nun için ise müslüman olmak şarttı. Resûlüllah (SalîaUahü Aleyhi ve Sellem) 'in amcasını görür görmez şehadet tavsiyesinde bulunması bun¬dandır.
Vahidi 'nin Musa b. Ubeyde 'den tahric ettiği bir rivayete göre: Ebû Tâlib Ölüm döşeğine düşünce Kureyş:
«Kardeşin oğluna haber gönder de sana şu söylediği cennetten şifâbahş olacak bir şeyler yollasın!» demişler. O da Resûlüllah (Saîlaîîahü Aleyhi ve Sellem) J& haber yollamış, ^Peygamber efendimiz:
..Şüphesiz ki Allah o cennetin yiyecek ve içeceklerini kâfirlere haram kıl¬mıştır.» buyurmuş.
Sonra Ebû Tâlib'in yanma giderek ona islâmı arzetmiştir. Ebû Tâlib şu cevabı vermiş:
«Eğer bu şehâdet sebebiyle ta'yib edilerek: amcan ölümden korktu, denilmese bu şehâdeti getirerek seni mutlaka memnun ederdim.»
Sa1ebi'nin rivayetine göre Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Ebû Tâlib'e:
«Ey amca! Muhakkak üzerimde en çok hakkı olan ve bana en büyük minnet ihsan eden insan, sensin. Hiç şüphe yok ki üzerimde babamdan da ziyade hakkı olan sensin. İmdi bir kelime söyle ki, kıyamet gününde onun sebebiyle şefaatim sana vâcib olsun!» demiştir.
Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyin amcasından:.
«Allah'dan başka ilâh yoktur» demesini istemesi kinaye yolu ile ken¬disinin de Resûlüllah olduğunu istemektir. Çünkü bu iki şehâdeti yapmadıkça bir kimseye müslüman hükmü verilemez. Yalnız tevhidi is¬temiş olmasıda ihtimal dahilindedir. Çünkü Ebû Tâlib, Pey¬gamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in hak Peygamber olduğunu bili¬yordu. ifadesi bütün asıl nüshalarda bu şekilde rivayet
edilmiştir; Ve:
«Ebû Tâlib Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e o sözii tekrar¬lıyordu» ma'nasina gelir. Ancak Kaadi Iyaz bir nüshada » şeklinde gördüğünü ve bu rivayetin daha muvafık ol¬duğunu söylemiştir. Bu takdirde ma'na:
«Ebû Cehil ile îbni Ebî Ümeyye söylediklerini tekrarlayıp durdular. demek olur.
«Nihayet Ebû Tâlib onlara son söz olarak kendisinin Abdülmuttaîib'ir dîni üzre bulunduğunu söyledi» ifâdesi en güzel âdâb ve konuşma! usullerinden sayılır. Yani başkasının nahoş bir sözünü nakleden, burada olduğu gibi gaib zamiri kullanmalıdır. Burada mezkûr adaba riâyet edilmese:«Ben Abülmuttalib'in dîni üzereyim dedi.» ifadesini kullanmak gerekirdi. Çünkü Ebû Tâ1ib'in ağzından çıkan söz bu idi.
«Şüphesiz ki sen sevdiğine hidayet veremezsin...» ayet-i kerimesi¬nin Ebû Tâlib hakkında nazil olduğunda bütün müfessirler müt¬tefiktirler. Keza hidâyet ve dalâlet ancak Allah'a mahsus olduğun¬da dahi bütün ulemâ ittifak halindedirler.

Hadîsden Çıkarılan Hükümler:

1- Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in şehâdeti, kendi¬sine nasib olan kimse için bir fazilettir.
2- İstenilmeden yemin etmek caizdir.
3- Bu hadîs Ebû Tâîib'in müşrik olarak vefat ettiğine nas-san delildir. Maamafih mesele ihtilaflıdır. Çünkü İbni îshâk'm ri¬vayetinde:
«Abbas; Peygamber(Saliaîlahü Aleyhi ve Selkm)Je;
«Ey kardeşim oğluî Senin amcana arzetîiğin kelimeyi onun gerçekten söylediğini işittim.» dediği; Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) in ise:
«Ben işitmedim» cevabım verdiği zikredilmektedir. Sühey1i diyor ki:
«Abbasm sözünün kabul edilmemesi onu müsîüman değil iken söyle-diğindendîr. Şayed o sözü müsîüman olduktan sonra söylese kabul edi¬lirdi. Nitekim Cübeyr b. Mut'im'in kâfirken dinleyip müsîüman olduktan sonra eda ettiği hadîsi kabul edilmiştir.»
Tenbih : Kelâm ulemasının da beyan ettikleri vecihle Ebü Tâ1ib'in iman etmediğine kail olmak Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in gücenmesine sebeb olabilir. Binaenaleyh bu babta en ihtiyatlı hareket bu meseleye dil uzatmamaktır.

40 — (...) Bize İslı âk b. İbrahim [133] ile Abd h. Humeyd rivayet etti¬ler. Dediler ki: Bize Abdürrezzak [134] haber verdi. (Dedi ki): Bize Ma'-mer [135] haber verdi. H.
Bize Hasan el-Hulvâni ile Abd b. Humeyd dahî rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Yâkub [136] — ki îbni İbrahim b. Sâ'ddır — rivayet etti. Dedi ki: Bana babam, Salih'den, [137] Salih ile Ma'mer'in her ikisi de Zühri'den nak¬len bu isnadla bu hadîsin mislim rivayet etti. Şu kadar var ki, Salih'in ha¬dîsi:
«Bunun üzerine Allah Azze ve Celi onun hakkında (ayet) indirdi.» cüm¬lesinde nihayete ermiş, her iki âyeti zikretmemiştir, Salih hadîsinde:
«Ebû Cehil ile Abdullah o sözü tekrarlıyorlardı» denilmiştir. Ma'mer hadîsinde ise bu cümlenin yerinde:
«Onlar Ebû Tâlib'in yakasını bırakmadılar.» cümlesi vardır.

41 — (25) Bize Muhammed b. Abbâd ile İbni Ebî Ömer rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Mervan, [138] Yezid'den [139] — ki îbni Keysân'dır— o da Ebû Hâzim'den [140] o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebû Hü-reyre şöyle demiş:
— Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) amcası Ölürken ona: «Ailah'dan başka ilâh yoktur de bunun sebebiyle ben kıyamet gününde senin lehine şehâdet edeceğim« buyurdu.
Fakat o buna yanaşmadı. Bunun üzerine Allah:
«Şüphesiz ki sen sevdiğine hidâyet veremezsin... —el-Kasab: 56 ayet-i kerimesini indirdi.

42 — (...) Bize Muhammed b. Hatim b. Meymfin rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yahya b. Said [141] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yezid b. Keysân, Ebû Hâzini el-Eşcâi'den, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet eyledi. Ebû Hü-reyre şöyle demiş:
— Eesulüllah (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) amcasına: «Ailah'dan başka ilâh yoktur; de. Bunun sebebiyle kıyamet gününde ben senin lehine şehâdet edeceğim.» tuyurdu. Amcası:
«Kureyş beni ayıplayarak: Ebû Tâlib'i buna ancak korku şevketti; demeseler seni mutlaka memnun ederdim» dedi. Bunun üzerine Allah: «Şüphesiz ki sen sevdiğine hidâyet veremezsin: ama Allah dilediğine hidâyet verir... el-Kasas: 56 âyetini indirdi.
Bu hadîs, bütün esas nüshalarda ve bütün râvilerin nakillerinde şeklinde rivayet olunmuştur. Ancak lügat âlimle¬rinden Zemahşeri 'nin de dâhil olduğu bir cemaat bu ibarenin: olacağına kaildirler.
Hara': Za'f ve gevgaklik demektir. Birinci rivayete göre mezkûr cüm¬le:
Ebû Tâlib'i buna sevkeden ancak korkudur.» İkinciye göre ise:
«Ebû Tâlib'i îiaua sevkeden ancak za'fıdir» manasına gelir.Kaadı Iyaz:
«Bize üstadla.'anızdan bir çokları doğrusunun bu —hara'— olduğuna
lenbihde bulundular» demiştir.
»cümlesinin ma'nası Saleb'e: göre: «Muradım yapardım.» ma'nasına gelir. Çünkü araplar:
sözünü: Allah muradına erdirsin; tâ ki nefsi razı oîsun ve gözü ka¬rar kılsın da başka bir şeye göz dikmesin, mavnasında kullanırlar. Esmaî'ye göre ise bu sözün ma'nası: Allah gözünün yaşım soğutsun, demektir. Zira sevinç sebebiyle akan göz yaşı soğuk olur. Bazıları:
«Bu sözün ma'nası: Allah ona, sevindirecek bir şey göstersin» demek¬tir mutaleasmda bulunmuşlardır.

10- Tevhid Üzere Ölen Kimsenin Kati Olarak Cennete Gireceğine Delil Babı

Ehli Sünnet ve'I-Cemaat mezhebine göre imanım kurtaran mutlaka cennete girecektir. Hiç günahı olmayanlar doğrudan doğruya cennete gi¬recek, kat'iyyen cehennem azabı görmeyeceklerdir. Herkesin behemeha cehenneme varacağım bildiren bir âyet-i kerime varsa da sabih olan kav¬le göre ondan murad: Sıratı geçmektir. Çünki sırat cehennemin üzerine kurulmuş bir âhiret köprüsüdür. Cennete gidenler bu köprüden geçecek¬ler; cehennemlikler ise geçemeyip cehenneme düşeceklerdir.
Büyük günah işlemiş olanlar tevbe etmeden ölürlerse akıbetle¬ri A11ah'm meşietine kalmıştır. Dilerse böylelerini affeder; ve günahsızlar gibi hiç azâb etmeden cennetine koyar; dilerse dilediği müd¬det onları cehenneminde azâb ettikten sonra cennetine götürür. Fakat tiev-hid üzere Ölen bir mü'mini, günahları ne kadar çok olursa olsun cehen¬nemde ebedî bırakmadığı gibi, kâfir olarak dünyadan giden bir insani ha¬yır ve hasenatı ne derece çok olursa olsun ebediyyen cennetine sokmaz. İşte îmam Nevevi 'nin de beyan ettiği vecihle bu meselede ehl-i hak¬kın mezhebi kısaca budur. Kitab, sünnet ve icma'ı ümmet, yani bütün şer'î deliller bu hususda müttefiktirler. Bu kaide, görüldüğü şekilde sağlam te¬meller üzerine kurulmuştur. Binaenaleyh iman ve i'tikada dair görülmüş ve görülecek bütün hadîsler bu ölçüye göre mutaîea edilmelidir. Zahiren bu kaideye muhalif görülen hadîslere rastlanırsa onlarıda yine bu kaideye göre teVil etmek: aralarını bulmak icabeder. Çünkü hakikatte şeriatın delilleri arasında asla bir birine muhalefet yoktur. Te'vil edilmiş hadîsler inşallah sırası geldikçe görülecektir.

43 — (26) Bize Ebû Bekir b. Ebi Şeybe ile Züheyr b. Harb — ikiside — İsmail b. İbrahim'den [142] rivayet ettiler. Ebû Bekir dedi ki: Bize İbni , [143] Halid'den [144] rivayet etti. Demiş ki: Bana el-Velid b. Müslim, [145] Humrân'dan [146], o da Osman'dan [147] naklen rivayet etti. Os-man-şöyle demiş:
— Resulüllah (Salfollahü Aleyhi ve Sellem) :
«Her kim Allah'dan başka ilâh olmadığını bilerek ölürse cennete gire¬cektir.» buyurdular.
Bu hadîs muhtelif râviler tarafından muhtelif lâfızlarla- rivayet olun¬muştur. Bu sebeble selef arasında bir çok hataya düşenler olmuşsa da ehl-i tahkik ulemaya göre bütün rivayetlerin ma'naları birdir. Buradaki hadîsle emsalinin ma'naları hakkında Kaadi Iyaz'm verdiği ma'lû-matı Nevevi pek beğenmiş; ve hulâsasını Müslim şerhinde nakletmiştir, Kaadi Iyaz (Rahimehutlah) şöyle demektedir:
Allah ve Resulüne şehâdet getirerek imân edenlerden Allah'a âsî olanlar hakkında ulemâ ihtilâf etmişlerdir. Binnetice Mürcie [148] i taifesi.
«İmam bulunan âsiye günah işlemek zarar etmez,» demiş; Haricî1er [149] :
«Bilakis günah işleyen kâfir olur,» iddiasında bulunmuş- Mu'tezile [150] :
«Asî büyük günah işlerse dinden çıkar; fakat kâfir olmaz. Böylesine fâsik denilir.» mütalaasını ileri sürmüş; Eş'ariler [151] de :
«Âsî Allah'ın afvine mazhar olmasa hile yine mü'mindir. Azâb olun fakat sonunda mutlaka cennete girer» demişlerdir.
Bu hadîs Hâricilerle Mu'tezile aleyhine delildir. Mü^cie'ye geline Eğer onlar da bu hadîsin zahiri ile istidlal ederlerse kendilerine şöyle d riz:
Hadîs; ya o âsinin günahı affedilecektir, yahud şefaat sayesinde c heımemden çıkarak cennete girecektir diye te'vil olunmuştur. Binaen] leyh Resulüllah (SaMkhü Aleyhi ve Sellem)'in:
«Cennete girer» buyurması cehennemde azâb olunarak cezasını çekti ten sonra girer ma'nasına gelir.» hadîsi böyle te'vil etmek behemehal lâ¬zımdır. Aksi takdirde şeriatın delilleri birbirlerini nakzetmiş olurlar. Çünkü bazı âsîlerin azâb olunacağına dair bir çok deliller vardır.
Resulüllah (Sattallahü Aleyhi ve Sellem)'in: «Bilerek ölürse...» buyurmuş olması Mürcie taifesinin taşkın¬larına bir cevab-ı reddir. Bunlar:
«Allah ve Resulüne şehâdet getiren kimse kalbinden inanmasa bilb cennete girer.» derler. Halbuki Peygamber (Satlallahü Aleyhi ve Sellem) diğer bir hadîsde:
«Allah ve Resulü hakkında hiç bir şüpheye düşmeyerek...» buyurmuş; ve bununla kalben i'tikadm lüzumunu beyan etmiştir. Bu da bizim söy¬lediklerimizi te'kid eder. Mürcie'nin :
«İmân etmiş olmak için mücerred kalbin Allah'ı bilmesi kâfidir; iki kelime-i şehâdeti getirmeye lüzum yoktur» diyenleri de bu hadîsle istidlal ederler. Çünkü hadîsde yalnız bilmek zikredilmiştir.
Ehl-i Sünnetin mezhebine göre: İki şehâdet ile kalbin Allah *ı bilmesi birbirine bağlıdır. Biri bulunur da diğeri olmazsa o imanın bir fay¬dası yoktur, sahibini ebedî cehennemden kurtaramaz. Bundan ancak di¬linde sakatlık olduğu için konuşamayanlarla şehâdetleri getirmeye vakit bulamadan ölenler müstesnadır. Onların' imanı sırf kalblerinin tasdikiyle mu'teberdir. Ehl-i Sünnet ve'1-cemaata muhalefet eden Mürcie 'nin bu bâbta delili yoktur. Çünkü burada Resulüllah (Salîallahü Aleyhi ve Sellem):
«Allah'dan başka ilâh olmadığını bilerek ölen cennete girer.» buyur¬muş; fakat başka hadîslerde:
«Her kim Allah'dan başka ilâh yoktur, derse...» ve;
«Her kim Allah'dan başka ilâh olmadığına, benim de Resulüllah olduğuma şehâdet ederse,'..» buyurarak mezkûr hadisden neyi kaydettiğini tefsir eylemiştir.
Eu hadîsin emsali çoktur. Bunların lâfızları muhtelif ise de ma'naları hususunda ehl-i tahkik ulemanın ittifakı vardır. Meselâ: hadîs burada bu lâfızlarla gelmiş; ama Muaz (Radiyallahu anh) 'm Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemy&en rivayetinde: «l'er kimin son sözü «iâ ilahe illallah» olursa o kimse cennete girecektir,.» Duyurulmuş; yine onun bir rivayetimde:
Her kim Allaha hiç birşeyi şerik koşmayarak kavuşursa Cennete gire¬cektir, denilmiş başka bir rivayette:
«Eğer bir kul Allah'dan başka ilâh olmadığına; Muhammed'in de Resulüllah olduğuna şehâdet ederse Allah onu cehenneme haram kılar» buyurulmuştur.
Bunun bir benzerini de Ubâdetü'bnü's-Sâmit ile Itbân b Mâlik rivayet etmişlerdir. Ebû Hüreyre hadîsinde:
«Bu iki şehâdetle bir kul - [Bunlarda hiç şüphe etmeyerek) Allah'a ka¬vuşursa zina da etse, hırsızlık da yapsa mutlaka cennete girer.» buyurulmuş.
Enes hadîsinde:
«Allah*dan başka ilâh yoktur diyerek bununla Allahü Teâlâ'nm rizasını dile¬yen kimseyi Allah cehenneme haram kılar» ifâdesi kullanılmıştır.
Bu hadîslerin hepsini Müslim (Rahimehuîlah) kitabında sıralamış¬tır İçlerinde Saîd b. el-Müseyyeb de bulunmak üzere seleften bir cemaatin;
«Bu hadîsler farzlarla emir ve nehiyler nazil olmazdan önce şerefsâdır olmuşlardır.» dedikleri hikâye edilir. Bazıları:
«Bu hadîsler mücmeldir; şerh ve izaha muhtaçtır.» demiş ve bunların ma'nası:
«Her Mm şehâdet getirirde onun hakkım ve farzını edâ ederse» de¬mektir şeklinde izahta bulunmuşlardır. Hasan-ı Basri'nin kavli budur. Hatta:
«Bu hadîsler pişman olarak levbe eden ve arkasından hu halde ölen hakkındadır.»'diyenler bile vardır. Buhar i'nin kavli de budur.
Bütün bu te'viller hadîsler zahir ma'nalarma hamledildiğine göredir. Vârid oldukları yerlere göre ise muhakkıkin-i ulemanın beyanına göre te'-villeri nıüşkil değildir.
Evvela şunu söyleyelim ki: Bütün ehl-i-sünnet mezhebine mensub se-lef-i sâlihin ile muhaddisîn, fukaha ve mütekellimînden ehl-i sünnet mez¬hebinde bulunan Eş'arilere göre günah sahipleri A11ah'in meşi'etine kalmışlardır. Kalbden gelen bir ihlâs ve samimiyetle iki şehâdeti getire¬rek imanla ölen herkes cennete girecektir. Eğer tevbe etmiş veya hiç gü¬nah işîememişse Rabbi 'nin rahmetiyle cennete girer ve cehenneme ta-
mamen haram olur. Vârid olan iki şehâdet lâfzını bu sıfattaki insanlara hamledersek ma'na zahirdir. Hasan-ı Basri ile Buharı 'nin yaptıkları te'vilin ma'nası budur. Şayet ölen kimse Al1ah'in vâcib kıl¬dığı bir şeyi yapmamak veya haram kıldığı bir şeyi yapmak suretiyle ibâ¬detle isyanın her ikisini yapanlardan ise böylesi Allah'ın meşietine kalmıştır. Onun hakkında cehenneme haramdır. Veya Cenneti hak et¬miştir diye peşin bir hüküm verilemez. Yalnız eninde sonunda cennete gi¬receği kat'iyetle söylenebilir. Bundan Önceki hâli A11ah'm rneşieti-ne bağlıdır. Dilerse günahı mukabilinde onu azâb eder; dilerse fadlu ke-remiyle afv buyurur.
Bu hadîslerin her birinin müstakil olması da mümkündür. O halde aralan bulunur; ve cenneti hak etmeden murad: yukarıda beyan ettiği¬miz vecihle her muvahhid mü'minin yâ affa mazhar olarak derhal, yahud cezasını çektikten sonra cennete gireceğine, ehl-i sünnetin icmâı bulunma¬sıdır.
Cehenneme haram olmak ta'birinden murad; orada ebedî kalmamak¬tır. Bu iki meselede Hâricilerle Mu'tezile muhaliftir.
«Her kimin son sözü lâ İlahe illallah olursa cennete girer.» hadîsi son nefeste bunu söyleyenlere mahsus da olabilir. Bu takdirde evvelden günah işlemiş bile olsa kelime-i tevhid, Allahü Teâlâ 'nin rahmetine ve o kimsenin doğrudan doğruya cehennemden kurtulmasına; cehennemin ona haram kılınmasına sebeb olur. Fakat son nefesinde keli¬me-i tevhidi söyleyemeyen günahkâr mü'minlerin hali böyle değildir.
Bu hadîs gibi Ubâde 'den rivayet edilen hadîsin hükmü ve mu-vahhîdin, cennetin hangi kapısından isterse gireceği, meselesi de Pey¬gamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'m buyurduklarım söyleyerek, iki şehâdeti, hadîsde vârid olan imanın hakikatiyle birlikte getiren kimseye mahsus olur. Böylesinin sevabı günahlarından çok olur da, inşaallah afv-u mağfireti ve doğrudan cennete girmeyi hak eder. Allahü a'lem,
Kaadi Iyaz'm sözü burada sona eriyor. Nevevi bu Eözün son derece güzel olduğunu söyledikten sonra kendi mütalaasını beyana geçerek şunları söylüyor:
«Kaadi'nin, Îbm'l-Müseyyeb ile başkalarından hikâye ettiği şeylere ge¬lince: bunlar zaif, bâtıl sözlerdir. Çünkü mezkûr hadîslerin bazısını Ebû Hüreyre (Radiyallahu anh) rivayet etmiştir. Halbuki Ebû Hüreyre'nin müs-lüman oluşu geçtir. O bilittifak Hayber vak'ası yılında müslüman olmuş¬tur ki, o zamana kadar şeriatın hükümleri yerini bulmuş, dinî vecîbelerin ekserisinin farziyyeti istikrar kesbetrniş namaz, oruç, zekât ve sair ahkâmın farziyeti tekarrur etmişti. Haccın beşinci veya altıncı sene farz kılındığına kail olanların kavline göre — ki bu kavil dokuzuncu yılda farz oldu diyenlerin kavline tercih olunur — hacc da Öyledir.
Mücerred şehâdet getirmekle cennete girileceğini ifâde eden hadîsle¬rin bu zahirî ma'nalarını te'vü hususunda Ebû Amr İbni Salâh daha başka bir mütalaa serd etmiş ve:
«Noksan rivayetin Resulüllah (Sallaîîahü Aleyhi ve Seîlem) 'den değil, belleyiş ve zabıt kifayetsizliği sebebiyle bazı râvilerden neş'et etme bir kusur olması caizdir. Hadîsin başka rivayette tam olarak zikredilmesi de bunu gösterir...» dedikten sonra sözüne şöyle devam etmiştir:
«Mamafih bunun, putperest kâfirlere hitab ederken Kesûlüllah (Sallallahu Aleyhi ve Seliem) tarafından yapılma bir kısaltma olması da caizdir...»
Ancak Müslim sarihlerinden Muhammed el-Übbî, râvilerin kısaltma yapma ihtimalini pek vârid görmüyor. Çünkü bu hadîs¬leri ashab-ı kiramdan yedi, tabiîn hazerâtmdan da on zâtın rivayet etmiş olması toptan böyle bir kısaltma yapma ihtimalini zayıflatmaktadır. Ona göre Hz. Ebû Hüreyre (Radiyallahu anh) 'm bu hadîsi müslüman ol¬mazdan evvel işitmiş hıfzetmiş olması ihtimali daha kuvvetlidir.
(...) - Bize Muhammed b. Ebû Bekir el-Mukaddemi [152] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Bişrii'bnü'l Mufaddal [153] rivayet eyledi. (Dedi ki): Bize Hâlid el-Hazzâ' el-Velid Ebû Bişr'den naklen rivayet etti. Demiş ki: Humrân'i şunları söylerken işittim.
— Osman'ı: Resulüllah(Sallallahü Aleyhi ve Seliem) 'i aynen tu hadîsin mislini söylerken işittim: derken duydum.

44 (27) Bize Ebû Bekir b. en-Nadr [154] b. Ebû'n-Nadr rivayet etti. Dedi M: Bana Ebû'n-Nadr Haşini b. el-Kaasim [155] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ubeydullah el-Eşcai [156] , Mâlik b. Miğvelden, [157] o da Talha b. Musarrifden [158] o da, Ebû Salih'den [159] o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet eyledi. Ebû Hüreyre şöyle demiş:
— Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Seliem) ile bir yolculukta beraber¬dik. Derken cemaatin yiyecekleri tükendi. Hatta Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Seliem) onların yük develerinden bazılarını boğazlamayı düşün¬dü. Bunun üzerine Ömer:
— Yâ Besûlallah! Cemaatin yiyeceklerinden ne kaldı ise bir yere top-lasan da onların üzerine Allaha duâ buyursana! dedi. Peygamber (Sallallahu Aleyhi've Seliem) de Öyle yaptı. Artık buğdayı olan buğdayını, hurması bulunan hurmasını getirdi.
Talha diyor ki:
— Mücâhid:
— Çekirdeği olan da çekirdeğini (getirdi.) dedi. Ben:
— Bu çekirdekleri ne yapıyorlardı? dedim.
— Onlan emiyor, üzerine de su içiyorlardı, dedi. Ebû Hüreyre demiş ki:
— Müteakiben Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) toplanan şey¬ler üzerine duâ etti. Neticede cemaat yemek kaplarım doldurdular. O za¬man Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliem):
«Allah'dan başka ilâh olmadığına ve kendimin Resulüllah olduğuma şehâdet eylerim. Eğer bir kul bu iki şehâdet hususunda hiç bir şüpheye düşmeyerek bunlarla Allah'a kavuşursa mutlaka cennete girer.» buyurdu¬lar.
Bu hadîsle bundan sonraki hadîsin isnâdlarını Dâre Kutni illetlendirmiştir. Bu hadîsin illeti: Ebû Üs'âme ile başkalarının, Ebeydulîah el-Eşcai 'ye muhalefet ederek onu Mâlik b.
Miğve1 'den o da Talha 'dan, o da Ebû Salih 'den mürsel olarak rivayet etmeleridir.
Müteâkıb hadîsi ise A'meş'den rivayetinin ihtilâfla olması ile il-letlendirmiştir. Çünkü ayni hadîsin isnadı hakkında:
A'meş'den, o da Ebû Salih'den, o da Câbir'den naklen rivayet etti.,.» dahî denilmiştir. Bir de A'meş o hadîs hakkında şüphe edermiş.
Fakat Ebû Amr İbni SalU Dâre Kutni 'nin bu İki istidrâkini — Buharı ile Müsli^n üzerine yaptığı ekseri is-tidrakleri gibi— onların isnadlarma ta'n saymakda ve mezkûr ta'nm ha¬dîslerin metinlerini sahih olmaktan çıkaramayacağını söylemekte sözüne şöyle devam etmektedir: «Çünkü hadîsin mürsel oluğu senedine dokunsa bile sıhhatına dokunmaz. Bir hadîsi mu'temed râvilerden bazısı mevsûl olarak rivayet eder; bazısı da mürsel bırakırsa, o hadîs ehî-i tahkik ule¬maya göre mevsûl hükmündedir. Zira buradaki ziyade sika râvinin ziya-desidir. Sikanın ziyadesi ise makbuldür. Bundan dolayıdır ki Dâre Kutni 'nin istidrâkine cevap veren Hafız Ebû Mes'ud İb¬rahim b. Muhammed:
Eşcaî sika ve mücevvid'dir.»* demiştir. Zaten bu hadîsin Re-sulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Selîem) 'den sübut bulmuş bir aslı var¬dır. Onu A'meş müsned olarak rivayet etmiş Yezid b. Ebû Ubeyd ile İyâs b. Sel^tnete'1-Ekv â'da Seleme 'den rivayette bulunmuşlardır. Ayni hadîsi Buhâri, Seleme tarikiyle Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyden rivayet eylemiştir. A'meş'in şekkine gelince: bu şüphe hadîsin metnine dokunamaz. Çün¬kü sahâbi olan râvinin kim olduğunu ta'yin hususundadır. Sahabe (Radıyallahu Anhüm)'ün hepsi âdildirler.
Dâre Kutni 'ye, İmam Nevevi iki vecihle cevap veriyor:
1- Mu'temed râvilerden bazısının mevsûl, bazısının mürsel olarak rivayet ettikleri hadîs, sahih kavle göre mevsûl hükmündedir. Mevsûl ri¬vayetin râvi sayısının mürsel rivayetteki râvilere müsavi veya daha az olmasının da bir ehemmiyeti yoktur.
2- Hadîs ulemasına göre bir râvi: «Bana ya filan yahud filan rivâyet etti.» dese, zikrettiği râvilerin ikisi de mu'temed oldukları takdirde o hadîsle bilittifak ihticâc olunur. Çünkü maksad, ismi verilmek suretiyle sika bir zattan rivayette bulunmaktır. Burada da öyledir. Bunun bir kaide olduğunu Hatib-i Bağdadi «el-Kif âye» nâm eserinde zikret¬miştir. Şâir ulema dahi mezkûr kaideye temas etmişlerdir. Binaenaleyh sahâbi olmayan râviler hakkında hüküm bu olunca sahabiler hakkında da ayni hükmün sabit olacağı evleviyette kalır. Zira ashab-ı kiramın hepsi âdildirler. Onları ta'yin etmekte bir fayda mülahaza edilemez.
cümlesindeki «Hamail» kelimesi «Cemâil» geklinde de rivayet olunmuştur. Kaadi Iyaz doğrusu «Hamail» ol¬duğuna kat'iyetle hükmetmiş; hatta • Cemâil» rivayeti bulunduğunu hiç anmamıştır. Buna mukabil bazıları «Cemâil» rivayetini tercih etmişlerdir. İbni Salâh iki rivayetin de doğru olduğunu söylemiştir.
Hamail: Hamulenin cem'idir. Hamule: Yük taşıyan devedir. Cemâil: Cimâlenin cem'idir. Cimâle de cemel'in cem'idir. Cemel: Erkek deve de¬mektir.
Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in bazı yük develerini kesmeyi hatırından geçirmesi, maslahata riâyet gerektiğini, mühimmin karşısında daha ehemmin tercih edileceğini, büyük zararı önlemek için
küçük zarara katlanmak lâzım geldiğini anlatmak içindir.
ihâresi bütün esas nüshalarda böyledir. İbni Salâh diyor ki:
«Ezvide: zâdın cem'idir. Zâd (yani yiyecek) ise doldurulmaz. Ancak onunla kaplar doldurulur. Bence bunun hail çaresi: cemaat yiyecek kapla¬rını doldurdular» ma'nasma almaktır. Bu takdirde ibareden muzâf atılmış; onun yerine muzâfun ileyh konulmuştur. Mamafih kaplara, içlerindeki yi¬yeceklerin ismi de verilmiş olabilir.» buna mecaz bil mucâvere derler.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar
Administrator

Administrator
haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 2630
Kayıt tarihi : 24/05/09
Nerden : ANKARA

İMAN BAHSİ Empty
MesajKonu: Geri: İMAN BAHSİ   İMAN BAHSİ Icon_minitimePaz Mayıs 02, 2010 12:46 pm

Hadisden Çıkarılan Hükümler:

1- «Zarar-ı âmmı defi' için zarar-ı hâss ihtiyar olunur. [160]
2 - «Zarar-ı eşed zarar-ı ehaf ile izâle oulnur.» [161]
3 - «İki fesad tearuz ettikde ehaffı irtikâb ile â'zamının çaresine ba¬kılır.» [162]
4 - «Ehven-i şerreyn ihtiyar olunur.» [163]
5 - «Bir kimse maslahata muvafık gördüğü bir şeyi, mütalaasını al¬mak için kendinden daha faziletli olan bir zâta arzedebilir.
6- Yolcular yiyeceklerini bir yere karıştırarak beraberce yiyebilir¬ler. Bu hususta birbirlerinden az veya çok yemelerinin hükmü yoktur.
7- Hadis-i şerif de Resulülla h (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in peygamberliğine delâlet eden bir. mucize vardır. Bu mucize onun duası bereketiyle yiyeceklerin bütün yolcuların kaplarını dolduracak kadar art¬masıdır.

45 (...) - Bize Sehl b. Osman ile Ebû Küreyb Muhammed b. el-Alâ' ikisi birden Ebû Muâviye'den [164] rivayet ettiler. Ebû Küreyb dedi ki: Bize Ebû Muâviye A'meş'den [165] o da EbÛ Sâlih'den, [166] o da Ebû Hü-reyre'den yahud Ebû Said'den — burada A'meş şekketmiştir — naklen ri¬vayet etti. Ebû Hüreyre yahud Ebû Said şöyle demiş:
— Tebiik gazası vuku' bulduğu zaman halka şiddetli açlık isabet etti.
— Yâ Resûlâllah! Bize izin versen de su taşıdığımız develerimizi bo-ğazlasak ve onları hem yesek hem yağlarını kullansaka! dediler. Resulüllah (Sallalîahii Aleyhi ve Sellem) : Öyle yapın! buyurdu. Derken Ömer geldi. Ve:
— Yâ Resûlallâhî Bu işi yaparsan binilecek hayvan azalır; öyle yapa¬cağına bu zevatı yiyeceklerinin fazlasını getirmeğe da'vet et. Sonra on¬lar için o yiyeceklere bereket ihsan buyurmasını Allah'dan niyaz eyle ola ki Allah onlarda bereket halk eyleye, dedi. Bunun üzerine Resulüllah (Sallalîahii Aleyhi ve Sellem):
«Evet (Haklısın)» buyurdu. Ve hemen-deriden bir yaygı getirerek onu yaydı. Sonra herkesin yiyeceğinden fazlasını getirmesini istedi. Râvi diyor ki:
— Artık kimisi bir avuç mısır, kimisi bir avuç hurma, öteki bîr çacık bir şey getirmeye başladı. Nihayet bunlardan deri yaygının üzerifl-de az bir şey toplandı Resulüllah (Sailallahü Aleyhi ve Sellem)'de bu topla¬nan şey üzerine bereket duasında bulundu. Sonra:
— Kaplarınıza (bundan) alın, buyurdu. Halk derhal kaplarına (yiye¬cek) aldılar. O derecede ki, asker arasında doldurmadık bir tek kap bı¬rakmadılar. Müteakiben doyuncaya kadar yediler. Bir hayli yiyecek ;]de arttı. Bunun üzerine Resulüllah (Sailallahü Aleyhi ve Sellem): buyurdular.
«AUah'dan başka ilâh olmadığına ve kendimin Resulüllah olduğuma şehâdet ederim. Eğer bir kul, şüphe etmemek şartı yi e Allah'a bu iki sehâ-detle kavuşursa cennet (e girmek) ten men' olunmaz.» buyurdular.
Tebük, Şam ile Medine arasında yarı yolda bulunanfbir şehirdir. Medine 'den on dört konak uzaktadır.
Bir rivayete göre Tebük gazasına yahudilerden bir cemaat\se-beb olmuştur. Bunlar Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) 'e i ge¬lerek : :;
«Yâ Ebe'l-Kaasim, eğer peygamberlik iddiasında doğruyu söylüyorsan, hemen Şam'a git, çünkü Şam peygamberler ve mahşer diyarıdır.» demişler; Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) de buna inanarak ordusu ile yola çıkmıştı. Maksadı yalnız Şam'a gitmekti. Fakat Tebük'e vardığı zaman Teâ1a Hazretleri:
«Az daha seni bu yerden çıkarmak için İ2'âc edeceklerdi...»
âyet-i kerimesini indirdi ve yahudilerin su-i kasd yapmak istedikleri anlaşıldı. Bunun üzerine Resulüllah (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) Medine'ye döndü. O sene Hicâz'da müdhiş bir sıcak ve açlık vardı. Diğer bir rivayete göre bu gazaya sebeb: Bizanslıların büyük bir or¬du ile müslümanlarm üzerine hareket halinde oldukları şâyiasıdır. Bu haberin tahkikine imkân bulunamadığı için Resulüllah (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) derhal hazırlanarak yola çıkmıştı. cümlesinin asıl ma'nası:
«Yâ Resulüllah! Bize izin versen de su taşıdığımız develerimizi bo-ğazlasak ve onları hem yesek hem yağlansak a» demektir. Ancak burada¬ki yağlanma ta'birinden maksad araplarca ma'ruf olan yağlanma değil, iç yağlarından istifade etmektir.
Nevâdıh: Nâdıha'nın cem'idir.
Nâdıha : Üzerine su yüklenen dişi devedir. Erkeğine nâdıh derler.
«Bize izin verirsen», «Müsaade buyurursan» gibi sözler büyüklere karşı gösterilecek en güzel terbiye ve nezâket örnekleridir. Büyüklere emir sîgası kullanarak: «Şunu yap» dememelidir.
Deriden yapılan yaygı ma'nasma. gelen nita' kelimesi: nata', nat' ve nif şekillerinde de okunabilir.

Hadisten Çıkarılan Hükümler:

1- Kumandanın izni olmadıkça asker harbde kullandığı hayvan ve silâhını — kendi mülkü bile olsa — itlaf edemez. Zira bunu yapmak islâm ordusunu zayıflatır. Meğer ki pek büyük bir maslahat veya mefsedetten dolayı telef etmiş ola. O zaman caizdir. Çünkü zaruretler haram olan şey¬leri mübâh kılar.
2 - cümlesinin asıl ma'nası şudur:
«Derken Ömer geldi. Ve:
— Yâ Resûlallah, böyle yaparsan sırt azalır; dedi...» Hayvanın binilen yeri sırtı olduğu için araplar binek hayvanlarına mecazen «zahr» yani sırt derler. Bîr âmir veya kumandanın emri altında bulunan kimse, âmirinin yanlış bir hareketini görürse ona doğru bulduğu hatt-ı hareketi bildirerek verdiği emri geri aldırmağa çalışabilir. Hz. Ömer'in Peygamber (Salîalîahü Aleyhi ve Selîem)'e fikir beyân etmesi buna delildir.
3- Resûlüllah (Salîalîahü Aleyhi ve Sellem)'in Hz. Ömer'e: «Evet (haklısın)» buyurması ilk defa vermiş olduğu izni nesihtir.
Yani evvelâ develerin kesilmesine izin vermiş; sonra o izni feshetmiştir.
4- Bu rivayette dahi Peygamber (Salîalîahü Aleyhi ve Sellem) in mu'cizesi göze çarpmaktadır.

46 — (28) Bize Dâvûd b. Ruşeyd [167] rivayet etti. (Dedi ki): Bize el-Velim ya'nî İbni Müslim, İbni Câbir'den [168]naklen rivayet etti.
İbni Câbir demiş ki: Bana Umeyr b. Hânî' [169] rivayet etti. Dedi ki: Bana Cünâdetii-bnü Ebî Ümeyye [170] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ubâde-tü'bnü's-Sâmit [171] rivayet eyledi. Dedi ki:
— Resûlüllah (Salîalîahü Aleyhi ve Sellem) :
Her kim şeriki olmayan bir tek Ailah'dan başka ilâh olmadığına, Muhanv med'in onun kulu ve Peygamberi olduğuna İsa'nın Allah'ın kulu, kadın kuiu-nun oğlu ve Meryem'e ilkâ ettiği kelimesi ve Ailah'dan bir ruh olduğuna, Cennetin hak, cehennemin de hak olduğuna şehâdet ederim derse Allah onu cennetin sekiz kapısından hangisini dilerse ondan cennete koyar.»
buyurdular.
İmam Nevevi diyor ki:
«Bu hadîsin mevkî pek büyüktür. Akaide şâmil olan hadîslerin en cem'iyetlisi yahud en cemi'yetlilerinden biri budur. Çünkü Peygam¬ber (Salîalîahü Aleyhi ve Sellem) birbirlerinden ayrı muhtelif inanç¬larda bulunan bütün küfür milletlerinden sâdır olan küfür şekillerini bu hadîsde toplamış; ve başkalarına uymayan taraflarını şu bir kaç harfle ih¬tisar edivermiştir.
Hz. İsâ (Aleyhisselâm) 'a kelime adını vermesi: sair Âdem oğulları hilâfına babasız doğduğu içindir. Zira İsa (Aleyhisselâm) sırf bir kelimesiyle olmuştur. Herevi şöyle demiştir
Hz. İsâ (Aleyhisselâm) 'a Kelime adı verilmesi kelimesi se¬bebiyle dünyaya geldiğindendir. Nitekim (rahmete sebeb olduğu için) yağmura da rahmet derler. Teâ1â Hazretlerinin onun hakkında :
«Ailah'dan bir ruhtur» buyurması «Allahdan bir rahmettir» ma'nası-nadır. İbni Araf e :
«Bunun ma'nası şudur: tsa babadan meydana gelmiş değildir. Allah annesine ruhu üfürmüştür» demiş; başkaları:
«Bu sözün ma'nası: Allah tarafından yaratılmıştır: demektir.» mütâ-leasında bulunmuşlardır. Bu takdirde İsâ (Aleyhisselâm) *ın Allah'a izafeti Nâkatullah ve Beytullah izafetlerinde olduğu gibi teşrif izafetidir. Yoksa bütün âlem A11ah Teâ1â'nındır. O'nun tarafından yaratıl¬mıştır.»
Bu hususta Kaadi Iyâz da şunları söylemektedir:
« İsâ (Aleyhisselâm)'& kelime denilmesi, Allah'ın kelimesi se¬bebiyle dünyaya geldiği içindir. Sonra bu kelime hakkında ihtilâf olundu. Bazılarına göre «Ol» kelimesidir. Bir takımları; bu kelime Melek tara-
fmdan Hz. Meryem'e müjde olarak söylenen kelimedir.» demişler¬dir, tlka'ın ma'nası; vermektir. Hz. îsâ (Aîeyhisseîâm) 'a Rûhullâh de¬nilmesi, onun Cibril (Aîeyhtsselâm) tarafından annesinin gömleğinin yenine üfürülen emr-i ilâhîden vücud bulmasmdandır... Ruhdan murad; hayattır; diyenler olduğu gibi: kendisine tâbi' olanlara burhan demektir; mütâleasmda bulunanlar da vardır.»
Ulemadan bazılarının beyanına göre Peygamber (Sallaîîahü Aleyhi ve Sellem) hakkında: «Allah'ın kulu ve Resulü» denilmesi hıristi-yanlarla yahudilere ta'riz içindir. Çünkü Hıristiyanlar Hz. İsâ 'nın pey¬gamberliğini iddia etmekle beraber teslise yani üçlü ilâh'e kail oldukların¬dan Hz. îsâ'yı Allah tanırlar. Yahudiler ise Hz. îsâ'nın pey¬gamberliğini inkâr ile annesine zina iftirasında bulunurlar.
Rivayete nazaran hıristiyan büyüklerinden biri Kur'an okuyan bir zâtı:
Isâ Allah'ın Meryem'e tevdî' ettiği bîr kelimesi ve Allah'dan bir ruhtur. [172]» ayet-i kerimesini okurken işitmiş; ve:
«İsâ Allah'ın Meryem'e tevdi' ettiği bir kelimesi ve Allah'dan bir cüz' olduğunu gösteriyor...» demiş. Orada bulunanlar arasında Ha¬san b. Ali b. Vâfid de varmış. Hıristiyana cevap vererek:
«Hak Teâlâ Hazretleri»
— «Allah göklerde ve yerde kendi (halkettikleri)nden neler varsa hepsini sîzin emrinize âmâde kıldı. [173] buyuruyor.
Eğer (ondan bir ruh) ta'birinden İsa'nın Allah'dan bir cüz* olması lâ¬zım geliyorsa göklerde ve yerde bulunan her şeyin de ondan birer cüz olması icâbeder, halbuki buna kail olan yoktur. Binaenaleyh (Ondan bir ruh) ta'birinden murad; olsa olsa onun halk ve icâd ettiği şeylerdir;» demiş. Bunun üzerine hıristiyan derhal müslüman olmuş.
Bu hadîs, müslüman olmak için kelime-i şehadet getirmeyi şart gibi gösteriyorsa da Müslim Sarihlerinden e 1-Ü b b î bunun şart olma¬dığını :
«Allah bîrdir Muhammed Resülullah'dır.» demekle de İslama girile¬ceğini söylüyor.

(...) BanaAhmed b. İbrahim ed-Devraki rivayet etti. (Dedi ki): Bize Müheşşir b, İsmail, [174] Evzâî'den, o da Umeyr b. Hânî'den naklen bu isnadda bunun gibi bir hadîs rivayet etti. Ancak o:
«Allah o kimseyi işlemiş olduğu amele göre Cennete koyar.» dedi. «Cennetin sekiz kapısından hangisini dilerse ondan cennete koyar.» cümle¬sini zikretmedi.
«Allah o kimseyi işlemiş olduğu amele göre cennete koyar.» cümlesin¬den murad, imâm Nevevi'ye göre; netice i'tibariyle demektir. Yuka¬rıda görüldüğü vecihle büyük günahları varsa o kimse A11ah'm me-şietine bağlıdır. Azâb görse bile neticede yine cennetlik olur.

47 — (29) Bize Kuteybetü'bnü Said rivayet etti. (Dedi ki:) Bize Leys, [175] İbni Aclân'dan,. [176] o da Muhammed b. Yahya b. Habbân'dan, o da [177] İbni MuhayrizMen, [178] o da Sunâbihi' [179] den, o da Ubâdetü'b-nü's-Sâmit'den naklen rivayet etti. Sunâbihî şöyle demiş:
— Ubâdetü'bnü's-Sâmitîn yanına girdim. Kendisi Ölüra hâlinde idi. (Bunu görünce) ağladım.
— Dut bakalım, niçin ağlıyorsun? Vallahi benden şahidlik istense se¬nin için mutlaka şahidlik ederim. Bana şefaat hakkı verilse senin için mutlaka şefaatte bulunurum. Gücüm yetse sana mutlaka faydalı olurum, dedi. Sonra şunları söyledi:
— Vallahi Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'den, içinde sizin _ için hayır bulunan hiç bir hadîs işitmemişimdir ki onu sizlere rivayet et¬miş olmayayım. Yalnız bîr tek hadîs müstesna! Onu da sizlere bu gün, son demimi yaşarken söyleyeceğim. Ben Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'i:
«Her kim Allah'elan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Resûlüllah olduğuna şehâdet getirirse Allah o kimseye cehennemi haram kılar.» bu¬yururken işittim.
Hz. Suna b ihi 'nin ağlaması ya gördüğü Ölüm ızdırabına yahud bundan sonra Ubâde (Radiyallahu anh) 'dan istifâde edemeyeceği¬ne hamledilirse de en münasibi, huzur-ı ilâhiye çıkılacağını hatırladığı için ağlamış olmasıdır.
«Mehlen» Bana mühlet ver; müsaade buyur; manâsında kullanılan ve fiilinin yerini tutan bir masdardır. Müfred, tesniye ve cem'i ile müzekker ve müennes halleri hep ayni şekilde kullanılır.
«fçinde sizin için hayır bulunan hiç bir hadîs işitmemişimdir ki onu sizlere rivayet etmiş olmayayım.» ifâdesinin mefhumu muhalifinden anla¬şılan mâna —ki içinde hayır bulunmayan hadîslerdir— muhataplara nis-betledir. Yoksa her hadîsde hayır vardır.
Hadîs-i şerifin bu cümlesinden pek âlâ anlaşılıyor ki rivayeti gizle¬nen hadîslerin teklif yani emir ve nehiy ifade eden, delillerden olmama¬ları icabeder. Bu bâbta Kaadi îyaz şunları söylemektedir :
«Bu hadisde Ubâdet ü'b nü'-s-Sâm it'in zarar ve fitneye sebeb olacağından korktuğu ve her aklın kaldıramayacağı bir şeyi gizle¬diğine delil vardır. Bu gizleme amel icâbetmeyen ve içinde hudud-i şeriy-yeden bir hadd bulunmayan hadisde olur. Bunun gibi bir amel icâbetme¬yen, zaruriyyattan da olmayan yahud avammın, akılları kavrayamayan veya râvisine yahud dinleyene bir zararı dokunacağından korkulan hadîs¬leri, bâ husus münafıklara veya amirliği ve iyi nâmları olmayan bir kavve Ebu Saİd-i Hııdrî (R. AnhÜm) gibi birçok sahabe-i kirama yetişmiştir. Aslen Mekkeli ise de Beyti Makdis'de yaşamış; Ömer b. Abdilaziz'in hilâfeti zamanında vefat etmiştirmin kim olduklarını tayine; diğerlerini zem ve tel'ine mütaallik haberleri ashab-ı kiramın terkettikleri çoktur.
cümlesi esas itibariyle :
«Nefsim kuşatıldı» demek ise de onunla :
Ecelim yaklaştı; hayattan ümidimi kestim; son demimi yaşıyorum»
mânaları kasdedilir. Esasen bu söz düşmanları tarafından her tarafı sım¬sıkı çevrilen ve kurtuluş ümidi kalmayan kimsenin söyleyeceği sözdür.

48 _ (30) Bize Heddâb b. Hâlid [180] el-Ezdî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hemmâm [181] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Katâdo rivayet etti. (De¬di ki): Bize Enes b. Mâlik, Muâz b. Cebel'den naklen rivayet eyledi. Muâz şunları söylemiş :
— Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in terkisinde idim. Onun¬la aramızda semerin arka kaşından başka bir şey yoktu. (Bana)
«Ya Muâze"bne Cebel!» dedi. Ben:
«Lebb*»yk ya Fes^lâllah ve sa'deyk» dedim. Sonra biraz yürüdü, ve (yine .
«Ya Muâze'bne Cebel!» dedi.
«Lebbeyk ya Resûlâllah ve sa'deyk» dedim. Sonra biraz yürüdü, ve (tekrar):
«Ya Muâze'fane Cebel!» buyurdu. Ben:
«Lebbeyk ya Resûlâllah ve sa'deyk» dedim.
«Allahın kulları üzerindeki hakkı nedir bilir misin?» diye sordu. Ben:
«Allah ve Resulü bilir» dedim.
«Gerçekten Allah'ın kullan üzerindeki hakkı ona ibâdet etmeleri ve kendisine hiç bir şeyi ortak koşmamalarıdir.» buyurdu. Sonra biraz daha yürüdü. Ve (yine): .
«Ya Muâze'bne Cebel!» dedi.
«Lebbeyk ya Resûlâllah ve sa'deyk.» dedim.
«Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerinde hakkı nedir, bitir misin?» dedi. Ben:
«Allah ve Resulü bilir.» dedim.
«Onlara azâb etmemesidir.» buyurdular.
Ridf: Hayvan üzerinde bulunan bir kimsenin terkisine yani arka¬sına oturandır. Kelimenin meşhur rivayeti bu ise de Kaadi Iyaz'm beyânına göre (Radîf) şeklinde rivayeti dahi varmış.
Rahl: Devenin semeridir. Atın eğerine «Sere» eşeğin semerine «Ükâf» derler.
Mu'hiretü'r- rahl: Semerin arkasındaki kaştır. Bu kelime muahhara dahi okunabilir. Ancak ayni manada «Âhiratü'r-Rahl» ta'biri daha çok kullanılır.
Hz. Muâz (Radiyallahu anh):
«Aramızda semerin arka kaşından başka bir şey yoktu.» demekle Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) 'e son derece yakın bulun¬duğunu mubâleğalı bir şekilde anlatmak istemiştir.
Lebbeyk: Sana tekrar tekrar icabet eylerim demektir. Hacc bahsinde görüleceği vecihle bu kelimenin mânası hakkında bir kaç kavil daha var¬dır.
«Senin taatin üzreyim», «Mahabbetim sanadır» ilâh... gibi. Sa'deyk : Senin taatine tekrar tekrar yardım ederim, manasınadır. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) 'in Hz. Muâz (Radiyallahu anh)*a tekrar tekrar nida buyurması, söyleyeceklerine bittekid ehem¬miyet versin Ve dinleyeceği şeylere karşı tamamiyle dikkatli bulunsun di-yedir. Filhakika bu maksadla bir kelimeyi üç defa tekrar buyurduğu Sa-hîhaynda sabit olmuştur.
«Allah'ın kulları üzerindeki hakkı nedir bilir misin?» Buradaki soru için el-Übbî:
Bu hakikaten istifhamdır.» dedikten sonra şunları söyler : «Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, onlara farz kıldığı şeylerdir.» «Hakka'ş-şey'ü'»den alınmıştır ki sabit oldu demektir. Kulların Al¬lah üzerindeki hakkı ise, va'd-i sâdıkiyle şerân onlara verilmesi lâzım gelen şeylerdir. Bazıları hakkı şöyle tarif etmişlerdir.
Hak: Mevcud ve' mütehakkik olan yahud yüzde yüz vücud bulacak olan her şeydir. Meselâ Allahü Teâlâ ezelen ve ebeden mevcud olan Haktır.
Ölüm, cennet ve cehennem haktırlar. Çünkü yüzde yüz vâkidirler. Bîr söz için «Bu söz haktır.» denirse bunun mânası; onunla haber verilen şey muhakkak olacaktır; tereddüd götürmez; demektir.
Bazı ulemaya gör ^ Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) 'in : «Kulların Allah üzerindeki hakları...» buyurması, A11ah'm kul¬ları üzerindeki hakkına mukabele olmak içindir. Yoksa kulların Allah Teâlâ üzerinde bir hakkı olamaz. Bu söz bir kimsenin arkadaşına:
«Hakkın bende mahfuzdur» demesi kabilinden de olabilir. Bundan maksad; sana vadettiğim şeyi bende hakkınmış gibi muhakkak surette ya¬pacağım demektir.
«Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, ona ibâdet etmeleri ve kendisine hiç bir şeyi ortak taşmamalarıdır.» ifadesinde ibadetle şirk koşmamayı niçin bir yerde zikrettiğini kitabımızın beşinci hadîsinin şerhinde gördüğümüz için tekrar etmiyoruz.

49 — (...) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebu'l- Ahvas Sellâm b. Süleym, Ebû tshâk'dan, o da Amr b. Meymûn'-dan, o da Muâz b. Cebel'den naklen rivayet eyledi. Muâz şöyle demiş:
— Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) 'in terkisinde Ufeyr deni¬len bir merkebin üzerinde idim.
«Yâ Muâz! Allah'ın kulları üzerinde, kulların da Allah'ın üzerinde hakkı nedir bilir misin?» buyurdu. Ben:
«Allah ve Resulü bilir.» dedim.
aGerçekten Allah'ın kulları üzerindeki hakkı: Allah'a ibâdet etmeleri ve ona hiç bir şeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah Azze ve Celle üzerin¬deki hakkı İse ona hiç bir şeyi ortak koşmayan kimseye azâb etmemesidir.» buyurdular. Ben:
«Yâ Resul âli ah! (Bunu) insanlara müjdelemeyeyim mi?» dedim. — «Müjdeleme zira güvenirler.» buyurdu.
Kendilerine her haramı mubah i'tikad eden İbâhiyye serserilerinin kulakları Çınlasın! Maalesef muhitimizde (ie sık sık tesadüf edilen bu şeytanların kahvehanelerde ve ötede beride rastladıkları saf Müslümanlara karşı birer evliya kesilerek, bazı âyet ve ha¬dîslerden dem vurarak kendi dalâletleri yetmiyormuş gibi onları da idlâl etmeye çalıştık¬larını duyuyoruz. Bu münasebetle birkaç kelime söylemek zaruretini hissettik.
Nefislerinin esiri olan bu şaşkınlara ilm-i kelâmda «İbâhiyye taifesi» denilir ki, dala-"" let fırkalarının en menfur ve en mel'unlanndan biridir. Muhitimizdekİ sâliklerinin ne de¬rece kıdemli olduklarım bilemem; fakat fırkanın târihi eskidir. Şanına yaraşır ta'birle söy-
lemek lâzım gelirse, o da şâir dalâlet fırkalariyle yaşıttır! Bunlar akıllarınca: «
âyet-i kerîmesini İşlerine elverişli bulmuş ve o mübarek âyeti o gün bu gün bâtıl da'valanna delÜ gösteregelmişlerdir. Âyet-i kerîmeye şöyle ma'na verirler: cAl-lah'ı ilm-i yakîn ile bilinceye kadar kendisine ibâdet et.» (Sûre-i Nahl, âyet; 99).
Dİyorlarmış ki: «Arif bîllâh olan veliden bütün. teklifler sakıt olur; yâni artık ona her haram mubahtır. İbâdet de yoktur. Bizler de ermiş bulunuyoruz; binaenaleyh bize ibâdet farz değildi. Bizim surda oturup sohbette bulunmamız câhillerin namazından bin kat evlâdır...>
Kendilerine bilfarz Peygamber (SA.V.)'in bir vakit namaz borcu kalmadan dünyadan gittiği batırlatılsa hemen: «Sen ona bakma, o başkalarına öğretmek için kılmıştır..,> diye cevap verirlermiş.
Halbuki âyet-i kerîmenin ma'nası: Sahabe, tabiîn ve bütün müctehidlerin icmaile şöy¬ledir : «Sana Ölüm gelinceye kadar Rabbine ibâdet et.» Nitekim Fahr-i Kâinat (S.A.V.) Efendimiz de böyle yapmıştır. Hattâ birkaç defa bayılmasına rağmen Ölüm döşeğinden kalkarak namazını kılmak istemiş. Nihayet kendinde oturacak kadar derman bulunca son namazını oturduğu yerden kildınnıştır. Resûlullah (S.A.V.); «Allah'ı en iyi bileniniz be¬nim» buyururken elbet de hiç bir Müslüman Allah'ı ondan daha İyi bildiğini iddia ede¬mez. Şu halde Allah'ı herkesden daha iyi bilen ve Allah'ın en sevgili kulu olduğunda zerre mikdarı şüphe bulunmayan ahîrzaman peygamberi Muhammed Mustafa (S.A.V.) den ve diğer peygamberlerden hiç bir teklif sakıt olmayacak da bütün menhiyatı rahatça İcra etsinler diye bir alay serseriden bütün teklifler sakıt olacak öyle mi!?... Maskara herif¬lerin kendilerine verdikleri payeye bakınız!.. Yedikleri herzeleri meşru' gösterebilmek için tâ nerelere uzanıyorlar!...
Şu nâtık hayvanların nasıl konuştuklarını görmek için biz de kendilerine bazı sual¬ler soralım:
a) Hazreti' Peygamber (S.A.V.) ümmetine öğretmek için İbâdet etti ise sizin gibi ibâ¬det kaçkınlarına ibâdet öğretmeye çalışması abesle iştigal değil midir? Öyle ya ibâdet yapmayacak bir kimseye ibâdet öğretmenin hikmeti ne olabilir?
b) Peygamber (S.A.V.) ibâdetleri ashab-ı kirâmma öğretmiştir. Acaba onlardan kaç tanesi bir vakit namazım bırakmıştır.
c) içlerinden birçokları hayatlarında cennetle müjdelenen bu zevat sizin derecenize yükselemediler mi dersiniz?
d) öğreten hoca ömrü boyunca çalışsın, öğrenen ise yapmamak için öğrensin!.. Ve yapmadığından mes'ul olmasın!.. İşte Resûlullah (S.A.V.) e nisbeüe sizin haliniz!.. Böyle bir saltanat dünyanın neresinde görülmüştür?..
e) Peygamber (S.A.V.) Hz. Muâz'a: «Müjdeleme! Çünkü ona güvenirler» yâni ibâ¬det etmeyip tembel tembel oturur kalırlar; buyuruyor. Buna sizler ne buyurursunuz?..
Ufeyr: Peygamber (Saliailahü Aleyhi ve Sellem)'in merkebi¬nin ismidir.Ash a'fer olup terbim suretiyle tasgir yapılmıştır; nitekim ay¬nı usulle (esved) kelimesinin tasgiri de (süveyd) gelir. Bu kelimeyi Kaadi Iyaz gufeyr şeklinde zaptetmişse de, bunun hata olduğu be¬yan edilmiştir. Resûlullah (Sallatîahü Aleyhi ve Selîem) 'in merke¬binin meşhur ismi Ya'fur'dur. Bu hayvanın Haccetü'1-Vedâ' da öldüğü söy¬lenir.
Zahire bakılırsa bu rivayet yukarikinden başka olmalıdır. Çünkü yu-karıki rivayette «Mu'hıratu'r-Rahl» tabiri kullanılmıştır.
Deve semerinin arka kaşı mânâsına gelen bu tâbir, binilen hayvanın deve olduğunu gösterir. Maamâfih mezkûr tâbirden:
«Deve semerinin arka kaşı kadar» mânası kasdedilmiş de olabilir. O takdirde iki rivayette bahsedilen hadise bir olur.

50 — (...) Bize Muhammed b. el Müsennâ ile İbni Beşşâr rivayet ettiler. İbnü'I-Müsennâ dedi ki: Bize Muhammed b. Ca'£er rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, Ebû Hasîn [182] ile Eş'as b. Süleym'den [183] naklen her iki¬sinin Esved b. Hilâl'i [184] Muâz b. Cebel'den hadîs rivayet ederken işit¬tiklerini anlattı. Muâz (Radiyallahu anh) şöyle demiş:
— Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
— «Yâ Muâz, Allah'ın kulları üzerindeki hakkı nedir bilir misin?» dedi. Muâz :
— Allah ve Resulü bilir, cevâbım verdi. Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ;
«Allah'a ibâdet olunmak ve ona hiç bir şey ortak koşulmamaktır.» buyurdu. (Yire) Resûlullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı nedir bilir misin?» buyurdu. Muâz
(tekrar) :
— Allah ve Resulü bilir, cevabım verdi. Bunun üzerine Resûlüllah
(Sallalhhü Aleyhi ve Selleın): «onları azâb etmemektir.» buyurdular.
ibaresi hakkında Ebû Amr İbni Salâh şunları söylemiştir
«Esâs nüshalarda kelimesi mansûb olarak da rivayet edil-Wştir. Cümle üç vecih arasında tereddüd'de kalmak şartiyle bu doğrudur. Üç vecihden birincisi fiili: şeklinde müzekker gaib olarak okumaktır.
Mânası: «Kulun Allah'a ibâdet etmesi; ona hiç bir şeyi prtak koşma¬ması» demek olur; ki en güzel vecih de budur.
İkincisi: okumaktır. Bu vecih (senin ibâdet etmendir;
mânasına gelir ve fiil) muhâtab okunur. Muhâtab; Muâz (Radiyallahu anh) olduğu için hitâb hassaten onadır. Ondan başkalarına da tenbih su¬retiyle delâlet eder.
Üçüncüsü: şeklinde fiili meçhul okumakla olur. Bu tak-dirde: kelimesi meful-i bih değil, masdardan (yâni mefulü mutlak olan «işrâken» den) kinaye olur. Nâib'i fail de cârr ve mecrurdur. Rivayet bu üç vecihden birini tayin etmediğine göre bu hadisi rivayet eden bizlere düşen vazife üç vechi de birer birer söylemektir. Tâ ki üç ve¬cihden hangisiyle söyledi ise onu yüzde yüz zikretmiş olalım.»
İmam Nevevi, İbni Salâh 'm yukarıdaki sözünü naklet¬tikten sonra:
«Bizim zikrettiğimiz ilk şekil ham rivâyeten hem manen doğrudur.» demiştir.

51 — (...) Bize el-Kaasim b. Zekeriyya rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hü-seyn [185], Zâide'den, [186] 0 da Ebu Hasîn'den, o da Esved b. Hilâl'den naklen rivayet eyledi. Esved demiş ki: Muâz'ı,
— Beni Resulüllâh (Sallailahü Aleyhi ve Seilem) çağırdı. Hemen ken¬dilerine icabet eyledim.
«Allah'ın insanlar üzerindeki hakkı nedir bilir misin...» buyurdular... derken işittim. Râvî, hadîsi yukarıküerin rivayetleri gibi nakletti.
Yani İmam Müs1im'in bu dördüncü rivayetteki şeyhi el-Kaa¬sim b. Zekeriyya dahi bu hadîsi, daha önceki rivâyetlerdeki şeyhleri Heddâb, Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ve Mu-hammed b. Müsennâ ile İbni Beşşar'm rivayetleri gi¬bi nakletmiştir.
Bu rivayette zikri geçen Hüseyn kelimesi bütün esas nüshalar¬da (sin) ile yazılıdır. Ancak Kaadi Iyaz bazı esas nüshalarda bu kelimenin (sâd) ile Husayn şeklinde yazıldığını söylemişse de mez¬kûr şekil doğru değildir. Çünkü Husayn nâmında bir râvinin Zâide'den rivayette bulunduğunu bilen yoktur. Ondan bir çok yerlerde ha¬dîs rivayet eden râvi Hüseyn b. Ali el-Cu'fi ıdir.

52 — (31) Bana Züheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ömer b. Yunus el Hanefi [187] rivayet etti. (Dedi ki): Bize İkrimetü'bnü Ara-mâr [188] rivayet eyledi. Dedi ki: Bana Ebû Kesir [189] rivayet etti. Dedi ki: Bana Ebû Hüreyre rivayet etti. Dedi ki:
— Bir cemaatin içinde Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Selİeın) 'in et¬rafında oturuyorduk. Yanımızda Ebû Bekir'le Ömer de bulunuyorlardı. Derken Resûlüllah (SallaUahii Aleyhi ve Sellem) aramızdan kalktı gitti; ve yanımıza dönmesi biraz gecikti. Biz kendisine bir kötülük yapılmasından korkarak endişeye düştük. Ve hemen kalktık. İlk telâşa kapılan ben idim iiesulülîâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellemfı aramağa çıktım. Nihayet Ensar-dan beni Neccâr'a aid bir bahçeye gelince acaba bir kapı bulabilirmiyim diye onun etrafını dolaştım. Fakat bulamadım. Birde baktım ki akar bir kuyudan (meydana gelen) bir râbî' bir bahçenin içine giriyor. —Rabi': kanal dernektir—. Ben derhal tilkinin büzüldüğü gibi büzülerek Kesu-lüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in yanma giriverdim.
«Sen Ebu Hüreyre misin?» diye sordu.
«Evet yâ Resulâllah» dedim.
«Niye geldin?» dedi.
«Aramızda idin. Sonra birden kalkdin, gittin; ve yanımıza dönmekte geciktin. Doğrusu sana bir kötülük yapılmasından korkarak endişeye düş¬tük. İlk endişe eden de ben oldum da şu bahçeye kadar geldim ve hemen
tilkinin toparlandığı gibi toparlan (arak içeri dal)dım. Öteki insanlar da ar-kamdadır.» dedim. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Yâ Ebâ Hüreyre!» dedi; ;ve bana ayakkaplarını vererek:
«Şu iki tek ayakkabımı götür. Bu bahçenin arkasında kalbi yüzde yüz inanarak: «AHah'dan başka hiç bir ilâh yoktur.» diye şehâdet getiren her kime rast gelirsen onu hemen cennetle müjdele.» buyurdular.
İlk rastlndiğım Ömer oldu. (Bana)
«Bu ayakkabılar nedir ya Ebâ Hüreyre?» dedi.
«Bunlar Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'\n ayakkablarıdır. Beni bunlarla gönderdi ki, kalbi yüzde yüz inanarak "Allahdan başka hiç bir ilâh yoktur." diye şehâdet getiren kime rastlarsam onu cennetle müj¬deleyeceğim» dedim. Bunun üzerine Ömer eliyle iki mememin arasına vurdu. Ben de oturağımın üstüne düştüm. Ömer:
«Geri dön yâ Ebâ Hüreyre!» dedi. Ben de Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in yanına döndüm. Ama nerde ise ağlamak üzere idim. Ömer beni tâkib etmiş. Bir de baktım izimden geliyor. Resûlüllah. (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Ne oldu sana Yâ Ebâ Hüreyre?» dedi.
-Ömere rastgeîdim. Benimle gönderdiğin haberi kendisine söyledim. Bunun üzerine Ömer iki mememin arasına Öyle bir vuruş vurdu ki, kal¬çamın üstüne düştüm.-Bana: geri dön!» emrini verdi; dedim. Resûîüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) (ona) :
«Yâ Öme.i Bu yaptığına seni sevkeden nedir?» dedi. Ömer:
«Yâ Rcsûlâllah! Annem babam sana feda olsun! Sen, kalbi yüzde yüz inanmış olarak Alîah'dan başka hiç bir ilâh yoktur dîye şehâdet getiren kime rastlarsa onu cennetle müjdelesin diye Ebû Hüreyre'yi ayakkabla-nnla gönderdin mi?» dedi. Resûîüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Evet» buyurdular. Ömer :
«Aman yapma! Zira, korkarım insanlar buna güvenip kalırlar. Bi¬naenaleyh bırak şunları amel etsinler.» dedi. Resûlüllah (Sallallahü Albyhi ve Sellem) de:
«Öyle ise bırak şunları!» buyurdular.
«Telâşa düştük ve hemen kalktık...» Kaadi ym beyânına göre feza' kelimesi üç mânâda kullanılır :
a) Korkmak
b) Ehemmiyet vermek; şitab etmek;
c) Yardımda bulunmak.
Burada bu mânâların üçü de şahindir. Birinci ihtimale göre mânâj: «Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in tevkif edilmiş olmasın¬dan korktuk.» İkinciye göre:
«Telâşa düştük ve hemen ayağa kalktık.» üçüncü ihtimâle göre : «Telâş ettik ve derhal yardıma kalktık...» demek olur.
tâ'birİ üzerinde de üç vecih rivayet olunmuştur.
1- Hârice bi'rin sıfatıdır; sıfatla mevsuf tenvinlidirler; ve «Akan ku¬yu» mânasını ifâde ederler.
2- şeklinde olup bi'r tenvhılidir. Hâricenin sonunda¬ki (ha) zamirdir. Yani: «Bahçenin dışındaki bir kuyudan» mânasma gelir.-
3 - şeklindedir. Yani. bi'r Hâriceye muzaftır. Hârice bir
adamın ismidir. Terkib: «Harice kuyusu» mânasına gelir.
Bu üç vecihin meşhur olanı birincisidir. Üçüncüsüdür diyen de olmuş¬sa da ulema buna muvafakat etmemişlerdir.
Bi'r: kuyu mânasına gelen müennes bir kelimedir. Hemzesini tah¬fif ederek «Bîr* de okunabilir. Cenri kılleti: «Eb'âr» gelirse de çok defa kelimenin hemzesi kalb ve nakil adiler ek «Âbâr» denilir. Cemi' kesreti «Biâr» gelir.
kelimesi şeklinde de rivayet edilmişse de
birinci rivayet daha doğru ve mâna itibariyle daha muvafıktır. Çünkü «îhtefeztü» dar yere girebilmek için büzüldüm toplandım manasınadır. Ekser-i ulemanın kavli de budur. «Ihtefertü» ise yeri kazdım demektir ki, buraya pek yakışmaz.
Resûlüllah (SaUallahü Aleyhi ve Sellem) rm ayakaplarım Hz. Ebû Hüreyre 'ye vermesi, onu gördüğüne bir alâmet olsun ve onun tarafından kendilerine söyleyeceği şeyleri daha kolay kabul etsinler di-yedir.
«... Kalbi yüzde yüz inanarak «Allah'dan başka hiç bir ilâh yoktur» diye şehâdet getiren her kime rast gelirsen onu hemen cennetle müjdele» ifa¬desinden murad:
«Bu sıfat khnde bulunursa onun cennetlik olacağını haber ver» de¬mektir. Yoksa Hz. Ebû Hüreyre'ye bu şekilde imân eden kimsele¬ri bilmesi emredilmemiştir. Çünkü imân kalb isi olduğu için bunu bilme¬ye imkân yoktur.
Hadis-i şerifin bu cümlesi: «İman etmiş olmak için kalple tasdik ve dille ikrar lâzımdır; sadece bunlardan biri kâfi değildir» diyen ehl-i hak¬kın mezhebine delildir.
ifadesi bütün esas nüsha¬larda bu şekilde tesbit edilmiştir. İbare doğrudur; ve şöyle halledilir: kelimesi muzmer ile nasbedümiştir. Cümlenin geri kalan tarafı ise takdirinde mübtedâ ve haberdir.
Ömer (Radiyallahu anh) 'm Hz. Ebû Hüreyre 'nin göğsüne vurması onu yere sermek veya ona eziyet etmek için değil, söylediği söz¬den vazgeçirmek içindi. Bu hususta Kaadi Iyaz ile diğer ulema¬dan bazıları şunları söylemişlerdir.
«Ömer (Radiyallahu anh) 'm fiili ve Peygamber (SaUallahü Aleyhi ve Seîlem)'e müracaatı, ona itiraz ile emrini kabul etmemek değil¬dir. Çünkü Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in Hz. Ebû Hüreyre ile gönderdiği sözde ümmetinin gönlünü almak ve onlara müjdede bulunmaktan başka bir şey yoktu. Binaenaleyh Ömer (Raâiyallahu anh) ümmet bu müjdeye güvenerek amel ve ibâdeti terk eder¬ler endişesiyle onun gizlenme3İ ve bu gizlenmenin rnüslümanlar için o pe¬şin müjdeden daha hayırlı olacağı rnutâleasmda bulunmuştu. Nitekim fik¬rini Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e arzedince onun bu fikrini tasvib buyurdular.»
İst: dübür, kıç manasınadır. Böyle yerlerde kelimenin hakikatini söy-lemekde utanmayı İcâbedecek bir şey yoksa da bütün bu gûnâ gizli yerler¬de müstehab olan, onları burada olduğu gibi kinaye sözlerle ifâde etmek¬tir. Kur'an-i Kerîm ve sünnet-i Nebeviyye hep bu âdâb üzere gelmişler¬dir. Fakat icâbında kelimenin hakikati sarahaten zikredilir.

Hadisden Çıkarılan Hükümler :

1-Hükümdar veya herhangi büyük bir zât bir hususta fikir beyan eder de tebaasından biri onun fikrine muhalif mutâleada bulunursa, bü¬yüğün gözden geçirmesi için mutaleasmı ona arzetmesi gerekir. Şayed mutaîeası doğru ise büyük onu kabul eder; değilse yanıldığı yeri söyler.
2-Âlim; öğretmek, fetva vermek gibi bir maksadla talebesi arka¬daşları ve diğer kimselerle oturur.
3-İsimleri sayılamayacak kadar kalabalık bir cemaat zikredileceği zaman eşrafdan bir kaçının adı söylenerek : «filân, filân ve daha baş¬kaları...» şeklinde sözü kısaltmak caiz hatta güzel bir usuldür,
4-Ashab-ı kiram Peygamber (SaUallahü Aleyhi ve Sellem) 'in hukukuna son derece riâyet eder; ona şefkat gösterir, başına gelen bir musibetten dolayı pek üzülürlerdi.
5-Hükümdarlar tebaalarının yararına olan şeyleri istihsâle, zara¬rına olanların İse önünü almaya gayret ederler.
6-Aralarındaki dostluk ve sâireden dolayı razı olacağını bildiği bir kimsenin milkine izinsiz girmek caizdir. Çünkü Hz. Ebu Hüreyre o bahçeye izinsiz girmiş; Peygamber (SaUallahü Aleyhi ve Sellem) de bir şey demeyerek onu takrir buyurmuştur. İzin meselesi sâde milki¬ne girmeye de mahsus değildir. Hayvanına binmek, âletinden istifâde et¬mek, yemeğini veya meyvesini yemek yahud alıp evine götürmek ve saire hep ayni hükümdedirler. Selef ve halef ulemanın cumhuru buna kaildir¬ler. Ancak İbni Abdilb er r bu meselenin yalnız yenilip içilen şeylerle onlara benzeyenlere mahsus olduğuna, altın ve gümüş gibi şeyle¬re şâmil olmadığına icmâ-ı ümmet bulunduğunu söylemişse de bu icma' iddiası mutlak surette kabul edilmemiştir. Çünkü sahibinin yüzde yüz arazı olacağı bilindiği takdirde bu gibi mallarda da izinsiz tasarruf caizdir. Tasarruf, rıza göstereceği şüpheli olduğu zaman caiz değildir.
7- Hükümdar veya tebaadan biri, tabi'lerine .bir alâmet göndere¬rek kendisini onlara tanıtması ve bu suretle endişelerinin önünü alması
caizdir.
8- Ebedi cehennemden kurtaracak iman, kalple tasdik, dille ikrar'ın mecmu'udur. Yalnız biri kâfi değildir.
9- Bilinmesi zaruri olmayan bazı bilgileri bir maslahattan veya mef-sedetten dolayı öğretmemek caizdir.
10- Bir kimsenin başkasına: Annem babam sana feda olsun demesi caizdir. Yalnız Kaadi Iyâz selefden bazılarının bunu mekruh say¬dığım ve «Müslümanla feda yapılamaz» dediğini söylerse de sahih ha¬disler bunun mutlak surette — yani feda edilen müslüman olsun olmasın, diri olsun, ölü olsun— cevazına delâlet etmektedirler.
11- Peygamber (SallaUahÜ Aleyhi ve SeHemyin huzurunda as-I habdan biri ictihadda bulunabilir.
53 (32) — Bize İshâk b. Mansûr [190] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Muâz b. Hişâm [191] haber verdi. Dedi ki: Bana babam, Katâde'den [192] rivayet eyledi. Demiş ki: Bize Enes b. Mâlik rivayet etti ki:
—Nebiyullah (SaihıUahii Aleyhi ve Scîleın) , Muâz b. Cebel terkisiıkjje olduğu halde deve semerinin üzerinde imiş.
«Yâ Muâz!» diye seslenmiş. Muâz:
«Lebbcyk yâ Rcsufiillah ve sa'deyk» demiş. Resulüllah (Salîallami Aleyhi ve Selle m) yine:
«Yâ Muâz!» diye nida etmiş. Muâz:
«Lebbeyk yâ Rasulâllah ve sa'deyk.» demiş. Peygamber (Sallal^ü Aleyhi ve Sellem) tekrar:
«Yâ Muâz!» demiş. Muâz:
«Leblieyk yâ Rasulâllah ve sa'deyk» diye mukabele etmiş. Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Allahdan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in onun kulu ve Resulü olduğuna şehâdet getiren hiç bir kul yoktur ki Allah onu cehenneme haram kılmasın.» buyurmuşlar. Muâz:
«Yâ Resulâllahî Bunu insanlara haber vereyim de sevinsinler mî?» demiş. Fahr-i Kâinat (Sallallahü Aleyhi ve Sellem
«Amma o takdirde buna i'timâd ederler (de ameli boşlarlar) buyur¬muşlar. Bunun üzerine Muâz da onu (tâ) ölürken günahı boynundan git¬sin diye haber vermiş.
Hadis müttefekun aleyhtir. Buharı onu ilim bahsinde zikretrhiştir. cümlesi Hz. Enes tarafından rriüdrecdir.
Teessüm : günahdsn çıkmak ma'nasınadir. Bu cümlenin ma"nası şu¬dur: Hz. Muâz (Radiyallahu anh) kendi ölümü ile zayi olup gidecek bir ilim biliyordu. Yani kendinden başka kimsenin bilmediği bir şey biliyordu. Binaenaleyh kimseye söylemeden ölürse bir ilmi gizlemiş ve onu tebliğ hususunda Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in emrine im¬tisal etmediği için günaha girmiş olmaktan korktu; da ihtiyatla hareket etti: ve bu hadisi ölürken haber verdi.
Hz. Muâz 'm şu hareketi gösteriyor ki, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bu hadisi başkalarına haber vermekten kendisini tahrimen men'etmemiş, zira tahrimen men'etse idi onu ebediyyen kimseye söylemezdi. Kaadi Iyaz şöyle diyor:
«İhtimal ki Muâz, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) den nehî mâ'nasını anlamamıştır. Lâkin Ebu Hureyre 'nin riva¬yet ettiği :
(Allah'dan başka ilah olmadığına kalbi kanarak şehâdet getiren kime rast¬larsan onu hemen cennetle müjdele...» hadisinin delaletiyle ashaba yap-mDk istediği tebşirden burada azmi kırılmıştır. Yâhud hadisin ma'na-sı şudur: İhtimal Peygamber (SaUaüahü Aleyhi ve Setîemj'in Hz.
Ebû Hüreyre'ye emir verdiğini Muâz (Radiyallahu anh) bu hâ¬diseden sonra duymur da bildiği bir ilmi gizlemiş ve bu sebeple günaha girmiş olmaktan korkmuştur. Yâhud Muâz (Radiyallahu anh) nehyi: (herkese, yaymamak) ma'nasına hamletmiştir.»
Ebû Amr İbni Salâh bu son ihtimali ihtiyar etmiş ve şunu söylemiştir:
.«Resulüllah (SallaUahü Aleyhi ve Selletn) bu haberi bilgisi ve tecrübesi olmayan bazı toy kimseler duyar da aldanarak, buna i'timâd eder ve ameli bırakırlar endişesiyle Muâz (Radiyallahu anh) 'a umumi müj¬deyi men'etnüş, fakat aîdanmayacaklanndan ve i'timad edip ibâdetleri bı¬rakmayacaklarından emin olduğu ehl-i marifetten bazı zevata hususî ola¬rak haber vermiştir. Onu Muâz'a da haber vermiş; o da ayni yolu tu¬tarak bu haberi ehil gördüğü hususî zevata haber vermiştir. Resulül¬lah (Sallalhihü Aleyhi ve Sellem)'in Ebû Hüreyre hadisinde em¬rettiği tebşir ictihâd değişmesindendir. Filvaki' Peygamber (SallallahU Aleyhi ve Selle m) "'e ietihad hem caizdi; hem de muhakkikin ulemaya göre vâki'di. Onun diğer müetehidler üzerine meziyyeti vardır. O içtihadında hatâ ederse, hatâsı ürerine bırakılmaz Resulüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)'e içtihadı caiz görmeyen ve:
«Ona dinî hususâtta vahiyden başka suretle konuşmak caiz değildir...» diyenlere göre ise Ömer (Radiyallahu anh) iîe konuşurken ona cevap verdiği şekilde vahiy inerek sabık vahyi neshetmiş olması mümkündür...»
Resulüllah (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) 'in içtihadı meselesi et¬rafında tafsilât vardır. Dünyevî hususlara dair ietihâdda bulunmasının caiz olduğunda bütün ulemâ müttefiktirler. Resulüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) bilfiil bu gûnâ ictihadlarda bulunmuştur.
Dinî hususlarda dahi ekseri-i ulemâya göre ictihâd edebilir. Zira icti¬hâd Peygamber (Sallalîahü Aleyhi ve Sellem) 'den başkalarına caiz olunca Ona caiz olması evleviyyette kalır.
Cübbâi ile oğluna ve İmamiyye taifesine göre Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)'e dinî ahkâm hususunda ictihâd caiz dağildir. çünkü o yakînen bilmeye muktedirdir.
Bazıları Resulüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) hakkında yalnız harplerde içtihadı caiz görürler, sair umurda İçtihadının caiz olma¬dığına kaildirler.
Bir takımları da hangi hususa âid olursa olsun ictihâd etmesinin caiz olup olmadığına dair bir şey söyleyemeyip tevakkuf etmişlerdir, tmâmül Haremeyn bunlardandır.
Resulüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) 'in ictihâd etmesini caiz gören cumhur da bilfiil ictihâd edip etmediğinde ihtilâfa düşmüşlerdir. Ekseriyete göre Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) ictihâd et¬miştir.
Bazıları ictihâd etmediğine kail olmuş; bir takımları da tevakkuf et¬mişlerdir.
Resulüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellemj'e içtihadın caiz oldu¬ğuna ve bilfiil ictihâd ettiğine kail olan- ekser-i ulema dahî içtihadında hatâ etmek caiz midir değil midir meselesinde ihtilâf etmişlerdir. Muhak¬kik ulemaya göre caiz değildir. Bir çok ulemaya göre caiz ise de hatası üzerine ikrar edilmez; bilâkis hatası kendisine tenbih olunur.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar
Administrator

Administrator
haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 2630
Kayıt tarihi : 24/05/09
Nerden : ANKARA

İMAN BAHSİ Empty
MesajKonu: Geri: İMAN BAHSİ   İMAN BAHSİ Icon_minitimePaz Mayıs 02, 2010 12:47 pm

Hadisden Çıkarılan Hükümler;

1- İlim hâsseten iyi anhyan ve iyi belleyen kimselere emanet edilir. Ehli olmayan anîayışsızaira verilemez,
2- İki kişi bir hayvana binebilir.
3- Hz. Muâz'm Resulüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) nezdinde pek büyük bir mevkii vardır.
4- Bir kimse hükümdarın kendisine bildirdiği bir sırrı başkasına söy¬leme izni olup olmadığını ona sorabilir.
5- Bir nükteden dolayı bîr söz tekrar edilebilir.
6- Çağırana lebbeyk ve sa'deyk diye icabet edilebilir,
7- Bu hadisde ehl-i tevhide pek büyük müjde vardır.

54 (33) - Bize Şeybân b. Fcrrûh [193] rivayet etti. (Dedi ki): Bize süleymân ya'ni Îbni'î-Muğira rivayet etti. Dedi ki: Bize Sabit, [194] Enes ). Mâlik'den naklen rivayet etti. Enes demiş ki: Bana Mahmud b. Ra-îî' [195] İtbân b. Mâlik'den [196] rivayet etti. Mahmud şöyle demiş:
— Medine'ye geldim. Az sonra İtbân'a rastladım; ve:
— Senden kulağıma bîr hadis geldi, dedim, İtbân şunları söyledi:
— Gözüı.ie bir şey arız oldu da Resuîüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) i haber yolladım; Bana kadar gelerek evimde namaz kılmam, bunu mü-teakib evimi namazgah yapmayı arzu ettiğimi söyledim. İtbân (sözüne
devamla) dedi ki:
— Bunun üzerine Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Allah'ın di¬lediği ashâbiyle birlikte geldi ve içeri girdi. O evimde namaz kılıyor; as¬habı da aralarında konuşuyorlardı. Sonra mevzu-i babs olan şeylerin en çoğunu ve en büyüğünü Mâlik b. Dühşum'a isnâd ettiler. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve SeUem)fin ona beddua etmesini ve bu sebeble onun he¬lak olmasını dilediklerini, onun başına bir telâ gelmesini arzu ettiklerini söylediler. Derken Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) namazım bitirdi ve «Bu adam Aliahtan başka ilâh olmadığına, benim Allahın peygamberi olduğuma şehâdet etmiyor mu? dedi, Ashâb:
— Amma o tunu kalbinde olmadığı halde söylüyor, dediler. Resuîüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Allah'dan başka ilâh olmadığına, benim de Resûiullah olduğuma şehâ¬det getiren hiç bir kimse yoktur ki (cehennem) ateş(in) e girsin yahud onu tatsın.» buyurdular.
Enes demiş ki:
«Bu hadis benim hoşuma gitti, de oğluma: bunu yaz! dedim. O da yazdı.»
Bu hadisde : «Gözüme bir şey arız oldu...» denilmiş, diğer bir ri¬vayette o şeyin körlük olduğu beyan edilmiştir. Şu halde birinci riva¬yetteki «bir şey» ta'birinden gözlerinin tamamen görmez olduğunu an¬latmak istemiş olması ihtimâl dahilinde olduğu gibi gözlerinin zayıfla¬dığım kasdetmiş olması da muhtemeldir. Bu takdirde ikinci rivayette gözlerinin zayıflamasına mecazen körlük itlâk etmiş olur. Çünkü göz za¬yıflığı körlüğe yakındır; hatta körlüğün hafif şeklidir.
ifâdesindeki «Kubr» kelimesi «Kibr» şeklinde de okunmuştur. Cümlenin ma'nâsı:
«Mevzu-u bahsolan şeylerin en çoğunu ve en büyüğünü Mâ1ik b, Dühşum'a isnâd ettiler» demektir. Orada haklarında söz edilenler mü¬nafıklardı. Onların çirkin halleriyle kötü icrââtından ve müslümanlara re¬va gördükleri zahmetlerden bahsedilmiş; binnetice kabahatin büyüğü Mâlik b. Duhşum'a yükletilmişti. Halbuki Hz. Mâlik (Radiyallahu anh) ensardan olup Bedir gazasına da iştirak etmişti. On¬dan asla nifak beklenemezdi. Müslüman olduktan sonra yaptığı bütün icraat böyle bir itham altında kalmasına manî' idi. Bundan dolayı Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ashabın.bu husustaki fikrine iş¬tirak etmemiş : Allah 'dan başka ilâh yoktur; Muhammed O'rmn Resulüdür diye şehâdet eden bir zâtın cehenneme girmeyeceğini bildirmiş¬ti. Buhâri'nin rivayetinde :
«Görmüyormusun Allah' dan başka ilâh yoktur; dedi. Bununla o, A11ah'in rızasını dilemiştir...» buyurulmuştur. Böylece Resuîül¬lah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onun bu şehâdet i samimâne getirdiği¬ne şehâdet eylemiştir, Binaenaleyh Hz. Mâ1ik'in imânının sadâkat ve samimiyetinde asla şüphe etmemek gerekir.
Dühşum kelimesi, ed-Dühayşûm, Dühşun, ed-Dühayşun ve ed-H)ihşin şekillerinde rivayet olunmuştur.

Hadisden Çıkarılan Hükümler:

1- Namaz kılan bir kimsenin yanında onu meşgul etmeyecek şekilde konuşmak caizdir.
2- Sulehânm eserleriyle teberrük olunabilir.
3- Ev sahibinin rızasiyle ziyaretçi imam olabilir.
4- Münafık ve şakilerin helaki ve başlarına belâ gelmesi temenni edilebilir.
5- Bir şüpheden dolayı töhmet altında bulunan kimseyi hükümet büyüklerine söylemek caizdir; ta ki onlar da onun şerrinden korunsunlar.
6- Büyükler, ulema ve fudaîâ kendilerine tâbi' olanları ziyaret ve tebrik edebilirler.
7- Bir maslahat dolayısiyle kendinden büyük bir zâtı çağırmak caizdir.
8- Nafile namazı cemaatla kılmabilir.
9- Gündüz nafilelerini de gece nafileleri gibi ikişer rek'at kılmak sünnettir.
10- Hadîs ve diğer şer'i ilimleri yazmak caiz hattâ müstehâptır. Hadîslerin yazılması nehy edildiği gibi yazılmasına müsaade dahi buyurulmuştur. Bundan dolayı bazı ulema şöyle demişlerdir:
«Hadîs yazmak, ezberlemeye imkânı varken sadece yazıya güvenip ezbere yanaşmıyacağından korkulanlara yasak edilmiş;; ezberlemeye im¬kân bulamayanlara yazmalar için izin verilmiştir.»
Bazılarına göre hadîs yazmak ibtidâ'İ islâmda yasaktı. Çünkü, yazı¬lırsa Kur'anla hadîsin bir birine karıştırılmasından korkuluyordu. Son¬raları böyle bir endişe kalmayınca hadîsin yazılmasına izin verildi. Selef-i salibinden sahâbe-i kiram ile tabiin arasında hadîsin yazılıp yassıla¬mayacağı hususunda hilaf vardı. Sonraları yazılabileceğine hatta yazıl¬masının müstehab olduğuna icma-i ümmet vâk'i olmuştur. Hadîs tasnifi Hasan-i Basrî, Said b. el-Miüseyyeb ve diğer kibâr-ı tabiinin vefatlarından sonra başlamıştır. İlk tel'lifi "İbni Cüreyc yapmıştır.
11- Daha mühim olan bir şey mühim olana tercih edilir. Zira Pey¬gamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Hz, Itbân 'in evine gelince evvelâ namaz kılmış; sonra yemek yemiştir. Ümmü Sü-İeyra ha¬dîsinde ise evvelâ yemek yediği, sonra namaz kıldığı zikrediliyor. Çünkü o zaman yemeğe da'vet edilmişti. Itbân hadîsinde ise namaz kılmak için davet olunmuştu.
Şu halde her iki hadîsde evvelâ en mühim olandan yani ne için da'¬vet olundu ise ondan başlamıştır.
12- Buharı rivayeti «imanda i'tikad şart değildir; ikrar yeter» di-yeri gulât-ı mürcie'ye red cevabıdır.
13- Körlük ve benzeri özürlerden dolayı cemaat terk edilebilir.

55 (...)- Bana Ebû Bekir b. Nâfi' [197] el-Abdı rivayet etti. (Dedi ki): Bize Behz [198] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hammâd [199] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Sabit [200], Enes'den naklen rivayet eyledi. Enes demiş ki: Bana Itbân b. Mâlik rivayet etti.
— Kendisi kör olmuş da Resulü ilah (Sallallahü Aleyhi ve Seliemye ha¬ber göndererek:
— Gel de bana bir mescid yeri göster, demiş. Bunun üzerine Rcsuiüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ashabiyle birlikte gelmiş. Onlardan Mâlik b. Dühşûm denilen zât (Kötü sıfatlarla) tavsif olunmuş...
Sonra Enes, Süleyman b. el-Mugira'nııı hndîsi tarzında rivayette bu¬lunmuş.

11- Her Kim Rabb Olarak Allaha, Din Olarak İslama Peygamber Olarak da Muhammed Sallallahü Aleyhi ve Selleme Razı Olursa Büyük Günahları İşlerse Bile Mü'min Sayılacağına Delil Babı

56 - (34) - Bize Muhammed b. Yalıya b. Ebi Ömer el-Mekki ile Bişr h. el-Hakcm rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Abdülaziz —ki İbni Muham¬med ed-Derâverdi'dir— Yezid b. el-Îİâd'dan, [201] o da, Muhammed b. İbrahim'den, [202] o da Âmir b. Sa'd'dan, [203] o da e!-Abbâs b. Abdilmut-talîb'den [204] naklen rivayet etti ki, Abbâs Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve SeUem)'i:
«İmanın tadını, Rabb olarak Allah'a, din olarak İslama, Peygamber ola¬rak da Muhammed'e râzi elan tatmıştır.» buyururken işitmiştir.
Bu hadîsi yalnız Müslim rivayet etmiştir. <-et-Tahrir» nâmın-daki Müslim şerhinde beyân olunduğuna göre; bir şeye razı oldum, demek: :
«Ona kanaat ettim; onunla iktifa ederek başkasını istemedim» ma'Aa-sına gelir. O halde hadîsin ma'nası:
«Allahdan başka ilâh aramayan İslâm yohindan başka bir yola gir-meyip yalnız Muhammed (SallaHahü Aleyhi ve Selicın) 'in şeriatına uygun olan yolu tutan kimsenin kalbinde imanın hâlis lezzeti yer eder ve onun tadım duyar.» demek olur.
Kaadi Iyâz'a göre hadîsin makası:
«Böyle bir kimsenin imâm sahih, nefsi mutmain, içi rahat olur» de¬mektir. Çünkü onun mezkûr şeylere razı olması, onlar hakkındaki bilgi¬sinin sabit, basiretinin nafiz ve kalbinin mutmain olduğuna delildir. Zira bir kimse bir şeye razı olursa o iş ona kolay ve lezzetli gelir. Kalbine iman" girmiş bulunan mü'min de öyledir. A1lah'a ibadetlerini yapmak ona kolay ve lezzetli gelir.

12- İman Şu'belerinin Sayısını, Bunların En Üstün ve En Aşağı Derecede Olanını; Utanmanın Faziletini ve İmandan Olduğunu Beyam Babı

57 (35)-Bize Ubeydullah b. Said [205] ile Abd b. Humeyd rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Ebû Amir eİ-akadi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süleyman b. BÜâl [206], Abdullah b. îMnârdan, [207], o da Ebû Sâlih'den, o da Ebû Hüreyre'den o da Peygamber (Salîallahii Aleyhi ve SeUem)'den naklen rivayet eyledi. Fahr-ı Kâinat (SallaHahü Aleyhi ve Sellem) :
«İman, yetmiş küsur şu'bedir. Utanmak da imandan bir şu'bedir.» bu¬yurmuşlar.
Bu hadîsi Buhâri ile Müslim ittifakla tahriç ettikleri gibi Ebû Davûd, Tirmizi, Nesâi ve İbni Mâce dahi muhtelif râvilerden muhtelif lâfızlarla rivayet etmişlerdir. Mezkûr riva¬yetlerin bazılarında burada olduğu gibi: «
«yetmiş küsur» denilmiş; bazılarında «Altmış küsüm diğer bazılarında râvi Süheyl tarafından şek edilerek:
«yet¬miş küsur yahud altmış küsur» ifadesi kullanılmıştır. İbni Salâh:
«Bizim memleketteki Buhârİ nüshalarında altmıştan başka bir aded zikredilmemiştir.» demiştir. Tirmizi 'nin bir rivayetinde «Alt¬mış dört bab» kaydı vardır. Bu rivayetlerin hangisi tercih edileceği ihti¬laflıdır, Kaadi Iyâz yetmiş küsur rivayetini tercih etmiş ve:
«Doğrusu budur.» demiştir. İmam Nevevi ile uleâmadan bir ce¬maat da bunu tercih etmişlerdir. Çünkü sika râvinin yaptığı ziyâde mak¬buldür.
İbni Salâh'a göre ise az aded bildiren rivayeti tercih etmek daha muvafıktır. Zira yüzde yüz malûm olan odur; ihtiyat da onu ter¬cih etmektir.
Bid'un kelimesi Kaadi Iyâz'm beyanına göre sayılarda bad'un, bid'atün ve bad'atün şekillerinde okunabilir. Et parçası ma'nasında kul¬lanılırsa yalnız bad'atün okunur. Sayıda bid'atün kelimesi üç ile on ara¬sındaki adetlerde kullanılır. Üçten dokuza kadar diyenler de vardır. îmam Halil b. Ahmed'e göre bu kelimenin ma'nası yedi demektir. Ba¬zıları; «İki İle on arası ve oniki ile yirmi arasıdır.» demişlerdir. Onbİr ve oniki adetlerinde kullanılmaz en meşhur kavil budur. Üçten yediye ve beşten yediye kadar ma'nalarına geldiğini iddia edenler de vardır. 2 e c -câc, bu kelimenin aded parçası ma'nasına geldiğini söylemiştir. Daha başka kaviller de vardır.
Neyyif: Birden üçe kadar olan adeddir.
Şube: Bir şeyin parçası, fırka ve dal ma'nalanna gelir. Şu halde ha¬dîsin ma'nası:
«îman yetmiş küsur haslettir;» yahud: «İman yetmiş küsur daldır» demek oulr. Dal ma'nası verildiği takdirde iman dallı budaklı bir ağaca benzetilmiş olur. .
Kaadi Iyâz şöyle diyor: Yukarıda gördük ki lügatte irriankn aslı tasdik, şeriatte ise kalple dilin tasdikidir. Şeriatın zahiri olan, amel¬lere de iman adı verilir. Nitekim burada da:
«Mezkûr şu'belerin en makbulü: Allah'dan başka ilâh yoktur, demek¬tir. Sonuncusu ise yoldan eziyet veren şeyleri gidermektir.» buyurulmaktadır.
Yine yukarıda arzettik ki, imanın kemâli amellerle, tamamı ise tâat-lerledir. Tâatleri benimseyerek bu şu'belere katmak tasdik cümlesinden olup tasdike delil sayılır. Bunlar ehl-i tasdikin ahlâkıdır. Binaenaleyh ne şer'i ne de lügâvî iman isminden hâriç değillerdir. İşte Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Setlem) bu şu'belerin, herkese aletta'yin lâzım olan en makbulünün tevhid olduğuna o sahih olmadıkça hiç bir şu'benin sahih ol¬mayacağına; en aşağısının da müslümanlara zararı dokunması melhuz olan şeyleri onların yollarından gidermek olduğuna tenbih buyurmuşlardır. Bu iki tarafın arasında bir takım adedler kalıyor ki, bir müctehid bunları ga-lebe-i zan ve sıkı bir tetebbu' île tahsile çalışsa imkân bulur. Geçmiş ule¬mâdan bazıları bunu yapmıştır. Yalnız Peygamber (Saîlailahü Aleyhi ve Sellem) 'in muradı bu olduğuna hüküm vermek ve bu hükmü kabul et¬mek güçtür. Sonra mezkûr şu'beleri adıyla şanıyla bilmek lâzım değildir. Bunları bilmemek imana zarar vermez. Çünkü imanın usûl ve füru'u ma'lûm ve muhakkaktır. İmanın bu kadar şu'besi olduğuna inanmak bil¬cümle vaciptir.
Hattâbi de buna benzer şeyler söylemiştir. îmanın şu'belerini tayin hususunda bir çok ulema kitap te'lif etmişlerdir. Şâfiilerden E b û Abdillâh el-Huleymi 'nin «el-Minhâc» Ebû Bekir Beyhakî ile Abdülcelil'in «Şuabü'1-İman» ismindeki eserleri, İshâk İbnil-Kurtubi 'nin «Kitâbu'n-Nasâih»i, Ebû Hâ tim'in «Vasfu'l-İmâni ve Şuabuh» adlı kitabı bunlardandır. Buhâri sarihi Bedrüddin Aynî bunların içinde sadra şifa veren göre¬mediğini söyledikten sonra iman şu'belerini yeniden şöyîe hulâsa etmiş¬tir:
İmanın aslı kalple tasdik, dille ikrardır. Lâkin iman-ı kâmil kalple tasdik, dille ikrar ve âza ile amelin mecmuudur. Yani iman üç kısımdır:
Birinci kısım: i'tikadiyata aid'dir: ve otuz şu'bedir:
1- Allah'a iman, zatına, sıfatlarına ve birliğine inanmak bunda dahildir.
2- A11ah'dan başka her şeyin hadis olduğuna inanmak. [208]
3- Allah 'in meleklerine iman.
4- Kitaplarına imân.
5- Peygamberlerine iman.
6- Kadere, hayrına şerrine iman.
7- Âhiret gününe iman. Kabirde suâl, kabir azabı, dirilmek, mahşer yerine gitmek, hesab vermek, amellerin tartılması ve sırat gibi şeylere inanmak bu şu'beye dahildir.
8- A11ah'in cennet va'dine ve cennetteki ebedi hayata iman.
9- Cehennem ateşiyle tehdide, cehennem azabına ve o azabın kâfir¬ler I,hakkında sonu olmadığına iman.
10- A11ah'ı sevmek.
11- Allah için bir birini sevmek ve Allah için bir birine buğzetmek. Allah için sevmekde gerek muhacirin gerekse ensar bü¬tün ashab-ı kirâmiyle Peygamber (Saîlailahü Aleyhi ve Sellem) 'in ak¬raba ve süîâe-li tâhiresini sevmek de dahildir.
12- Peygamber (Saîlailahü Aleyhi ve Sellem) 'i sevmek, O'na salevat getirmek ve sünnetine tâbi' olmak bunda dahildir.
13- İhlâs ve samimiyet. Riya ve nifakı terketmek bunda dâhildir.
14- Günahlarına pişman olup tevbe etmek.
15- Allah 'dan korkmak.
16- Rahmetini ümid etmek.
17- Rahmetinden ümidi kesmemek.
18- A11ah'a şükretmek.
19- Vefakâr olmak.
20- Belâya sabretmek.
21- Mütevâzi' olmak. Büyüklere hürmet göstermek bunda dahildir.
22- Şefkatli ve merhametli olmak. Küçüklere şefkat bunda dahil¬dir,
23- A11ah'm kazasına râzî olmak. '
24- A11ah'a tevekkül etmek.
25- Kendini beğenmemek. Kendini medhetmemek de bunda dahil¬dir.
26- Kin ve garezi terketmek.
27- Hasedi terketmek.
28 - Gadablanmamak.
29- Hıyanet etmemek, Hile ve sû-i zannı terketmek bunda dahilidir. 30"— Dünyaya dalmamak. Mal ve ma'kam sevgisini terketmek bunda dahildir.
Hâsılı fazilet veya rezalet nâmına burada zikredilmeyen bir kalp ame¬li bulunursa bilmeli ki bu ziyade zahire göredir. Hakikatte ziyâde sanılan o şey, zikredilen fasıllardan birine raci'dir. İyi düşünülünce anlaşılır.
İkinci kısım: Dilin amellerine râci' olup yedi nevi'dir:
1- Kelime-i tevhidi diliyle söylemek.
2 - Kur'an okumak.
3 - İlim öğrenmek.
4 - İlmi öğretmek.
5 - Duâ etmek.
6 - Zikirde bulunmak. İstiğfar bunda dahildir.
7- Lağv yani bâtıl sözlerden sakınmak.
Üçüncü kısım: Bedenin amellerine aiddir; ve kırk şu'beye ayrılır. Bu şu'beler üç nevi'dir:
Birinci nevi: Muayyen şeylere mahsus olup onaltı şu'bedir;
1- Temizlenmek, abdest almak, cünüplükten, hayız ve nifastan te¬mizlenmek gibi bedene aid temizliklerle elbise ve yer temizliği bunca da¬hildir.
2 - Namazı dosdoğru kılmak. Farz ve nafile namazlarla kaza namaz¬ları bunda dahildir.
3 - Sadaka vermek. Farz olan zekâtla, sadaka-i fıtır ve müsafirper-verlik, cömertlik gibi şeyler bunda dahildir.
4- Farz ve nafile oruç tutmak.
5- Haccetmek. Ömre' denilen küçük hacc bunda dahildir. .
6- İ'tikâfa girmek. Kadir gecesini aramak bunda dahildir.
7- Din aşkına başka yere kaçmak. Müşrikler diyarından İslâm bel¬desine hicret etmek bunda dahildir.
8- Nezri yani adadığı şeyi i'fâ etmek.
9- Yeminlerde teharrî.
10- Keffâret vermek.
XX - Namazda ve namaz dışında avret yerini örtmek. 12 — Kurban kesmeyi adarmşsa onu kesmek. İ3 — Cenaze işlerine bakmak.
14- Borcunu ödemek.
15- Muamelâtta doğru hareket ederek ribâdan kaçınmak.
16 -Doğruya şehâdeti gizlemeyerek eda etmek.
ikinci nevi; Kendisine tâbi' olanlara mahsus olup altı şu'bedir.
1 - Nikahlanmak suretiyle iffet ve namusu korumak.
2 - Çoluk çocuğun haklarını ifâ etmek. Hizmetçiye hoş muamele bunda dahildir.
3 - Anne babaya iyi muamele etmek. Onlara âsî olmaktan kaçın¬mak bunda dahildir.
4 - Çocuklarına dinî terbiye vermek.
5 - Sıla-i rahim.
6 - Büyüklere itaat. !- Üçüncü nevi1: Âmmeye taallûk eden şeylerdir ki, onsekiz şu'bedir:
1 - Hükümdarılğı adaletle icra etmek.
2 - Cemaata devam etmek.
3 - Ülü'1-emre itât.
4 - İnsanların aralarını islâh etmek. Âsi ve bâgilerle harbetmek bun¬da dahildir.
5 - İyilik hususunda başkasına yardım etmek.
6 - Emr-i bilma'ruf,- neni ani'l-münkeri yani iyiliği başkasına emir; kötülükten nehyetmek.
7 - Hudud-i şer'iyyeyi ikame etmek.
8 - Cihâd etmek. Kışlalarda asker bulundurmak bunlarda dahildir.
9 - Emâneti edâ etmek. Ganimetlerin beşte birini gizîemeyip vermek bunda dahildir.
10- Ödemek şartiyle Ödünç vermek.
11- Komşuya ikram ve iyi muamelede bulunmak.
12 - Herkese iyi muamele etmek. Helâlından mal toplamak bunda dahildir.
13 - Malı yerinde harcamak. îsraf ve tebzirde bulunmaktan kaçın¬mak bunda dahildir.
14 - Selâm almak.
15 - Aksırana teşmit eylemek. (Yani: yerhamükâllah demek)
16 - Başkalarına zarar vermemek.
17 - Boş şeylerden kaçınmak.
18 - Yoldan, eziyet veren şeyleri atmak.
Yukrnki şu'belerin mecmuu yetmişyedi eder ki, (yetmiş küsur desinden murad da budur.
îmam Ebû Hatim b. Hibbân diyor ki:
«Ben bir müddet bu hadîsin ma'nasını tedkik ettim; ve bütün tââtı saydım. Baktım ki, tâât bu adedden bir hayli ziyâde çıkıyor. Bu sefer sünnetlere döndüm; ve Resûlüllah (Saîlallahü Aleyhi ve Setlemj'in iman nâmına serdettiği bütün tââtlan saydım. Baktım ki bunlar da yet¬miş küsürden azdır. Bir de kitâbullaha müracaat ederek onu dikkatle oku¬dum; ve Allah Teâlâ 'nın iman nâmına saydığı bütün tââtlan sı¬raladım. Onlar da yetmiş küsürden noksan çıktı. Bunun üzerine kitabı sünnete kattım. Âhireti bundan çıkardım. Bir de baktım: Allah ile Resulü 'nün imandan olmak üzere saydıkları şeyler yetmişdokuz şu'be olup bundan ziyade ve noksanı yoktur. Ve anladım ki Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem)ym muradı kitab ve sünnetteki bu adetmiş.»
Ebû Hatim (Rahimehullah) bu ma'lûmatı «Vasfu'1-imâm ve Şuâbihi» adlı eserinde vermektedir. O: «îman altmış küsur şu'bedir...» rivayetini de sahih bulmakta ve arapların bir şey için bir adet göstermek¬le o adedden mâadasını nefi etmek istemediklerini kaydetmektedir.
Faideler: 1 — Hadîsin (altmış küsur) şeklindeki rivayetinin hikmeti şudur: Bir sayı ya zaid ya nakıs yahud tam olur.
Zaid: Kesirsiz olan cüzleri toplandığı zaman kendinden fazla olan adeddir. Meselâ 12 adeti böyledir. Çünkü 12 nin yarısı, üçte biri, dörtte biri, altıda biri ve altıda birinin yarısı vardır. Bunlar toplanırsa yarısı 6, üçte biri 4, dörtte biri 3, altıda biri 2, onun yarısı da 1 eder ki, mecmu'u 16 olur.
Nakıs: Cüzleri kendinden az olan sayıdır. Meselâ 4 ün yalnız yarısı ile dörtte biri vardır. Yarısı 2, dörtte biri de 1 eder ki, mecmu'u 3 olur.
Tâm: Cüzleri kendine müsavi olan sayıdır. 6 gibi; 6 nın yarısı, üçte biri ve altıda biri vardır. Yarısı 3, üçte biri, 2 altıda biri de 1 olup bun¬ların mecmu'u yine 6 eder.
Bu üç nevi sayının en mu'teberi tam olanıdır. Tam olan 6 adedi üze¬rinde mübalağa göstermek istenilince birlikleri onar defa büyütülmüş ve 6 adedi 60 olmuştur.
(Yetmiş küsur) rivayetine gelince: Bunun ta'yinindeki hikmet de şu¬dur: Yedi sayısı adedin bir çok kısımlarına şamildir. Çünkü aded çift, tek basit mürekkeb gibi kısımlara ayrılır. Binaenaleyh 7 üzerinde mübalağa göstermek istenince onun birlikleri de onar defa büyütülerek 70 olmuştur.
Küsur manasını verdiğimiz (Bid) kelimesinin 6 ve 7 ma'nalarına gelebile¬ceğini zira bunun iki ile on arasındaki sayılara ıtlak edildiğini az yukarı¬da mezkûr kelimeyi izah ederken gördük. Hâsılı altmış küsur rivayetinde altmışın aslı altı, yetmiş küsur rivayetinde de yetmişin aslı yedidir. Aded
ta'yininin vechi budur.
2 - Bu. rivâyetlerdeki altmış ve yetmiş adedlerinin -hakikat mı yok¬sa mübalâğa yolu ile mi zikredildikleri ulema arasında ihtilaflıdır. Bazı¬larına göre bunlardan murad, çokluk ifâde etmektir; adedlerin hakikat-ları maksud değildir. Tîybî de bu ihtimal üzerinde durmuştur. Bu takdirde küsuru zikretmek çokluğu daha da ileri götürmek içindir. Yani imanın şu'beleri öyle mübhenı bir takım adedlerdir ki, çok oldukları için sayılarının sonu yoktur. Araplardan bazıları 70 adedinin çok defa müba¬lağa için kullanıldığım söylemişlerdir. (Bid') lafzıyla ifade edilen yedinin onun üzerine ziyade olunması, yedi adedinin sayılar içinde en kâmil aded olmasındandır. Çünkü altı adedi ilk tam sayıdır. Onun üzerine bir ilâve edilince yedi olur. Binaenaleyh yedi adedi kâmil adeddir. Zira tam olandan sonra ancak kâmil olan gelir. Arslana da kuvveti kemal dere¬cesinde olduğu için (sebû') derler. Yetmiş adedi ise gayenin gayesidir. Çünkü birlerin gayesi onlardır.
3- Utanmak niçin imandan sayılmıştır? denilirse şöyle cevap verilir: Haya' namı verilen utanma iyi şeyleri yapmaya kötü olanları yapmamaya sevkeden bir sâiktir ki, kimi sair iyi ameller gibi kesbi bir ahlâk kimi de bir tabiat ve haslet olur. Ancak onu şeriat kanununa göre kullanmanın ik-tisab ve niyyete muhtaç olduğuna bakarak haya da imandan sayılmıştır.

58 — (...) Bize Züheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Cerir, [209] Süheyl'den [210], o da Abdullah b. Dinar'dan, o da Ebû Sâlih'den [211] , o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet eyledi. Ebû Hüreyre şöyle demiş: Re-sûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seîlem):
«imân yetmiş küsur yahud: altmış küsur şubedir. Bunlar>n efdali (Al-lahdan başka ilâh yoktur) demektir. En aşağısı ise yoldan eziyet verecek şeyieri gidermekdir. Hâyâ da imanın bir şu'besidir.»
Bu hadîsi Buharî «Altmış küsur» lafzıyla seksiz olarak rivayet etmiştir. Ebû Davûd, Tirmizi ve diğer bazı zevat da onu Süheyl tarikinden «yetmiş küsur lâfzıyls seksiz olarak rivayet etmiş¬lerdir. Müslim'in buradaki rivayetinde râvi Süheyl, yetmiş küsur mü yok¬sa altmış küsur mü buyurulduğu hususunda şek etmiştir.
Burada : «Hâyâ da imanın bir şu'besidi buyurulmuş; diğer rivayette:
«Hâyâ imandandır.» başka bir rivayette: *
«Haya ancak hayır getirir.» daha başka bir rivayette:« «Hayanın hepsi hayırdır.» denilmiştir.
Haya: İstihyâ yani utanmak manâsına gelir. Lügat ulemasına igöre istihyâ, hayattan alınmıştır. Utanmak manasına gelen haya, hissin kıivvet ve letafetindedir.
Ebu'l-Kaasim Cüneyd-i Bağdadi hazretleri hayayı; şöy¬le ta'rif etmiştir :
«Allah'ın ni'metlerîni ve kulluk babında yapılan kusurları göirerek bunların arasında meydana gelen hâle haya derler.»
İbni Salâh'a göre:
«Haya, kötülüklerden ve hukukda kusurdan men'eden bir
Zemahşeri ise :
«Haya, kendisiyle zemmolunan şeyi yapan kimseye ânz olan bîsjl de¬ğişme ve kırgınlıktır.» diye ta'rif eder.
Her hayanın mutlak surette hayır olması ve hayâmn ancak hayır ge¬tirmesi meselesini bazı ulema müşkil sayarlar. Çünkü, utanan kimse ba¬zen pek hürmet ettiği bir kimse ile karşılaşır da ona emri bil ma'rufu yapa¬maz. Bazen de haya kendisine bazı hakları ihlâl ettirir. Bu ve emsali hâl¬ler âdeten ma'lum olan şeylerdir.
Yukarıdaki müşkile ulemadan İbni Sa1âh'in da dahil olduğu bir cemaat şu cevabı vermişlerdir: Zikredilen bu mâni' hakikatte haya değil, acizlik ve gevşekliktir. Gevşeklik hayaya benzetilmek suretiyle ona bazı yerlerde mecazen haya demişlerdir.
Eziyet veren şeylerden murad: yol üzerindeki diken, taş ve molefc gi¬bi şeylerdir.

59 — (36) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeyhe ile Amru'n-Nâkıd ve Züheyr b. Harb rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Süfyân b. Uyeyne, Zührî'den, o da Sâlim'den [212] o da babasından naklen rivayet etti. Babası şöyle demiş: — Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) bir adamı kardeşine haya hakkında nasihat ederken işitti; de: «Haya imandandır.» buyurdular.
Bu hadîs müttefakun aleydir. Buhâri 'nin rivayetinde: « «o » «Bırak onu» ifâdesi de vardır. Onu Ebû Dâvu-d, Tirmizi ve Nesaî dahî tahric etmişlerdir.
Haya hakkındaki nasihatten murad: Niçin utanıyorsun diye onu tek-" dir ve çok utanmanın iyi bir şey olmadığını kendisine anlatmasıdır [213] Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) bunu görünce hemen mü¬dâhale etmiş; ve:
«Bırak onu! Zira haya imandandır.» buyurarak utanmanın fena bir şey olmadığını, kendisine tenbih etmiştir. Burada şöyle bir sual hatıra gele¬bilir: Haya imandan bir cüz olunca, hayasızın imanının bir kısmı yok demektir. îman bir bütün olup parçalanmayı kabul etmediğine göre ima¬nının bir kısmı noksan olan kimsenin dinden çıkması lâzım gelmez mi? İmansızlık küfür değil midir? Bu suâlin cevabı şudur:
Haya imanın hakikatinden değil, kemalindendir. Bir şeyin kemalinin bulunmaması ise o şeyin bulunmamasını istilzam etmez. Evet, ameller imanın hakikatinde dahildir; diyenlerce işkâl yine baki ise de muhakkik ulemadan buna kail olan yoktur.
Kötülüklerden ve bilcümle utanç verecek şeyleri yapmaktan kaçın¬maya teşvik; nasihatin ancak yerinde olduğu zaman nazar-ı i'tibara alına¬cağı; yersiz nasihatten men'etmenin lüzumu bu hadîsin delâlet ettiği fai-
deler cümlesindendir.

(...) Bize Abd b. Humeyd rivayet etti. (Dedi ki) : Bize Abdürrazzak rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ma'mer* [214] Zühri'den bu isnadla haber ver¬di; ve:
— -Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) Ensardan, kardeşinej nasi¬hat eden bir zâtin yanma uğradı» dedi:

60 (37) — Bize Muhammed b. el-Müsennâ ile Muhammed b. el-Beşşâr rivayet ettiler. Lâfız îbni'I-Müsemıâ'mndır. Dediler ki: Bize Muhammed b. Ca'fer rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, Kâtâde'den naklen rivayet etti. Katâde demiş ki: Ben Ebu's-Sevvâr'ı [215] anlatırken dinledim. Kendisi İmrân b, Husayni [216] Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) 'in:
«Utanmak hayırdan başka bîr şey getirmez.» buyurduğunu rivayet ederken işitmiş. Derken Büşeyr b. Kâ'b:
«Hakikaten bazı utancın vakar bazısının da sekinet olduğu hikmette yazılıdır,» demiş. Bunun üzerine imrân:
«Ben sana Resulüllah (Sallallahü A leyhi ve Seilem) 'den hadîs rivayet ediyorum. Sen bana sahifelerinden bahsediyorsun.» mukabelesinde bulun¬muş.
Az yukarıda da arzolunduğu vecihle bu hadîs müşkül görülmüştür. Çünkü bazen utanmak, sahibini ifrata götürerek onun A11ah'a kar¬şı vazifelerini görmesine mâni' olur; böyle bir hayada hayır olmadığı ma'-lumdur. İbni Salâh bu işkâle cevap vermiş; mezkûr hayanın ha¬kikatte haya değil aciz ve gevşeklik olduğunu beyân etmişse de Müslim sarihlerinden Ebû Abdil1âh Muhammed eî-Übbî, gerek İbni Salâh'in gerekse hükemânın hayayı tefsirlerinden bu-radakinin hakikaten haya olduğunu anlayarak işkâle şöyle cevap veriyor:
«Eğer haya kelimesinin başındaki edat (lâmi ta'rif) umum edatı ola¬rak kabul edilirse bu hadîs âmm-ı mahsustur. Edatın umum için geldiği kabul edilmezse, hadîs bir kazıyye-i mühmeledir. Kazıyye-i mühmele, eüz'iyye kuvvetindedir. îki kazıyye-i cüz'İyye arasında ise tenakuz yok¬tur. Çünkü ma'nalan şöyle olur: Bazı haya hayırdan başka bir şey getir¬mez; bazı hayada hayır yoktur.
Bu mesele müteâkib hadîsin şerhinde biraz daha izah edilecekt r.

61 — (...) Bize Yahya b. Habib [217] el-Hârisi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hâmmâd b. Zeyd, İshâk'tan [218] ~ki İbni Süveyd'dir— naklen Ebû Katâde'nin [219] (şunu) tahdis ettiğini anlattı. Ebu katade demiş ki:
— Aramızda Büşeyr b. Kâ'b'da bulunduğu halde bizden bir cemaatla birlikte tmrân b. Husayn'm yanında bulunuyorduk. İşte o gün İnırân bize hadîs rivayet ederek dedi kî:
— Resulüllah (Saîlaîlahü Aleyhi ve Sellem):
«Hayanın hepsi hayırdır.» Yahud: «Hayanın bütünü hayırdır.» buyur¬dular. Derken Büşeyr b. Kâ'b :
— Biz hakikaten tazı kitaplarda yahud hikmette: bir kısım bayanın sekİnet ve Allah'a ta'zim olduğunu görüyoruz; ama onun zaif olanı da var, dedi. Bunun üzerine İnırân kızdı. Hatta gözleri kıpkırmızı oldu. Ve şun¬ları söyledi:
— Bana bak! Ben sana Resulâllah (Saîlaîlahü Aleyhi ve Sellem)'den ha¬dîs rivayet ediyorum; sen buna i'tiraz ediyorsun ha?
İmrân hadîsi, Büşeyr de kendi sözünü tekrarladılar durdular. İmrân (iyice) küplere bindi. Biz de (İmrânı teskin için) Büşeyr hakkında bo¬yuna :
— O gerçekten bizdendir ya Ebâ Nüceyd! O zararsızdır., diyorduk. Raht: İçlerinde kadın bulunmamak şartiyle sayıları ondan aşağı olan
erkekler cemaatidir. Bu lâfızdan bir kişi için müfred bir kelime yoktur.
Cem'i: Erhut, erhât, erâhit ve erâhît gelir. Bir kimsenin kavmu kabilesi¬ne de raht denilir.
îmrân (Radiyallahu anh) 'm Hz. Büşeyr'e kızarak inkârda bulunması : Peygamber (Saîlaîlahü Aleyhi ve Sellem)'in :
«Hayanın hepsi hayırdır.» buyurmuş olduğunu işittiği hâlde yine: «Ha-yânın bazısı zaiftir.» iddiasında bulunduğundanü.ır. Sünnetin karşısında başka bir söze tahammül edememesi yahud kalbinde şüphesi olanlar böy¬le felsefi yollara saparlar korkusu ile inkâr etmiş olması da ihtimâl dahi¬lindedir.
Übbi'ye göre hadîsle hükemanm sözü arasında muâraza öncak Haya kelimesinin başındaki harf-ı ta'rif umum edatı olarak kabul edil¬diği zaman tahakkuk eder. Zira bu takdirde hadîs :
«Her utanmada hayır vardır.» ma'nasına gelir. Hükemanın sözü ise : «Bazı utanmada hayır yoktur.» kuvvetindedir. Salibe-i cüziyye, mûcibe-i kulliyyeyi nakzeder. Az yukarıda bu bâbta muhtelif sözler söylendiğin hatta hadîsin bir kaziyye-i mühmele olması ihtimali üzerinde durulduğu¬nu görmüştük. Binaenaleyh Hz. İmrân'm inkârına sebeb olarak söy¬lenecek en doğru söz Übbi'ye göre dahi Peygamber (Saîlaîlahü Aleyhi ve SellemYm hadîsine karşı hükemanm sözünün zikredilmesidir. Nitekim Hz. İmrân'in:
«Ben sana Resûlüllah (Saîlaîlahü Aleyhi ve SeUeın)'âen hadîs rivayet ediyorum; sen bana kendi sahifelerinden bahsediyorsun.» sözü de buna delildir.
Hz. Büşeyr'in işaret ettiği hükema kavline gelince :
Hükemaya göre her fazilet mutlaka mezmum iki tarafın yani ifratla tefritin ortasıdır. Nitekim Peygamber (Saîlaîlahü Aleyhi ve Sellem) de:
«Umurun en hayırlıları ortalarıdır.» buyurmuşlardır. Meselâ: İlim bir fazilettir. Bu fazilet ifratla tefritin ortasmdadır. Onun ifrat tarafı de¬hâ, tefrit tarafı da belâdet yani akılsızlıktır. Dehâ mezmumdur. Çünkü hi¬leye götürür. Akılsızlığın kötü bir şey olduğu ise beyandan müstağni dir. [220] Şecaat da bir fazilettir. Bu faziletin ifrat tarafı, tehevvür; tefrit tarafı da korkaklıktır. Tehevvür çirkindir. Çünkü tehevvür bir işin so¬nunu düşünmeden hareket etmektir, ki zulme ve nefsi tehlikeye götürür. Korkaklık da çirkindir. Zira malı ve cam korumaktan meneder. Tam ye¬rinde ölmekten meselâ harpde şehid olmaktan kaçmayı emreder.
Hâsılı hükema bütün faziletleri böyle ifratla tefrit arasıdır diye tak¬rir ederler. Haya denilen utanma'da bir fazilet olduğuna göre onun da ifrat ve tefrit tarafları vardır. Hayanın ifrat tarafı haver yani gevşeklik¬tir. Tefrit tarafı ise halâat yani başına buyrukluktur. Gevşeklik çirkin¬dir. Çünkü vazifeyi terketmeye ve bir çok hayırlı işleri yapmamaya sebeb oîur. Başına buyrukluğun çirkinliği ise meydandadır.
ifâdesi asıl nüshalarda böyledir. Buna Nahiv uleması: «Ekelûnî el-berâgîs» lügati derler. Çünkü bir fiil yalnız bir faile isnad olunduğu için fail tesni-ye veya cemi' olduğu zaman âmiline tesniye ve cemi' alâmeti takılmaz. Hadîsimizde ise fail tesniye olduğu gibi fiilin sonuna da tesniye alâmeti takılmıştır. Beni Tayy ve Benî Haris gibi bazı arap ka¬bileleri bunu yaparlardı. Böyle cümleler iki suretle halledilirler:
1- îsmi zahir, muzmerin bedelidir. Yani ihmerrâ fiilinin faili, so¬nundaki (tâ) dır. (Aynâhu) kelimesi ise (tâ) zamirinin bedelidir.
2- İsmi zahir mübteda-i muahhar; zamir-i muttasılla birlikte fiilde haber-i mukaddemdir. Yani ibaredeki (Aynâhu) mübtedâ, (ihmerratâ) cümlesi de haber-i mukaddemdir.
Maamafih hadîs» Ebû Davud 'un «Sünen»inde; şeklinde de rivayet olunmuştur.
«O gerçekten bizdendir; o zararsızdır.» ifadesinden murâd: «O müna¬fıklık veya zındıklıkla yahud bid'at gibi bir şey ile itham olunan, ehl-i sünnete muhalif kimselerden değildir.» demektir.
Bize İshâk b. tbrahim rivayet etti. (Dedi ki) : Bize en-Nadr [221] haber verdi. (Dedi ki): Bize Ebû Neâmete'l-Adevi [222] rivayet etti. Dedi ki: Huceyr b. er-Rebî'el-Adevi'yi, tmrân b. Husayn'dan, o da Peygamber
(Sallallahü Aleyhi ve Sc//emJ'den naklen Hammâd b. Zeyd hadîsi tarzında söylerken işittim.

13- İslamın Vasıflarını Toplayan Hadis Babı

62 — (38) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeyhe ile Ebû Küreyb [223] rivayet ettiler. Dediler ki: Bize İbni Nümeyr [224] rivayet etti. H.
Bize Kuteybetü'bnü Said [225] ile îshak b* İbrahim dahi hep birden Cerir'den [226] rivayet ettiler. H.
(Yine) Bize Ebû Küreyb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Üsâme [227] rivayet eyledi. Bunların hepsi Hişâm h. Urve'den [228] o da babasından, o da Süfyan b. Abdillahi's-Sekafi'den [229] naklen rivayet etti Süfyân şöy¬le demiş:
— Dedim ki Ya Resulâllah! İslâm hakkında bana öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiç bir kimseye sormayayım. Ebû Üsâme hadîsinde: senden başkasına (sormayayım) şeklindedir. Besulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Allah'a îman ettim de, ve dosdoğru ol!» buyurdular.
Yukarıdaki hadîs hakkında Kaadî Iyâz şunları söylemiştir.
«Bu hadîs Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyin CevamiVl-kelim (az sözle çok ma'na ifâde eden) sözlerindendu*. Hadîs, Teâ1â Hazretlerinin
Rabbimiz Allah'dir; dedikten sonra istikamet yolunu tutanlar...» yani A11ah'ı tevhid ile ona iman ettikten sonra istikamet yolunu tutan, ve ölünceye kadar Teâ1â Hazretlerine tââtı iltizam ederek tevhidden sapmayanlar... Fussüet: 30 âyet-i kerimesine uygundur. Ashab-ı kiramın ekseri müfessirleri ile onlardan sonraki müfessirler zikrettiğimiz bu kav¬li iltizâm etmişlerdir. Hadîsin ma'nası da İnşâllahu Teâlâ budur.
Sultanu'l-Müfessirin İbni Abbâs (Radiyallalıuanh)
«Sen hemen emrolunduğun vecihle müstakim ol. Hûd: 112: ayet-i ke¬rimesi hakkında şöyle demiştir :
— Resulüllah (Saîlallahü Aleyhi ve SeİIem) 'e bütün Kur'an'-, da, bu âyetten daha şiddetli ve meşakkatli bir âyet daha nazil olmamış¬tır. Bundan dolayıdır ki, ashab-ı kiram: (sana ihtiyarlık çabuk geldi.) de¬dikleri vakit. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Selîem):
— Beni hûd süresiyle arkadaşları ihtiyarlattı.» buyurmuşlardı.
Üstâd Ebu'l-Kaasim el-Kuşeyri, risalesinde istikameti şöyle ta'rif etmiştir: İstikâmet bir derece olup, her şeyin kemâli ve tama¬mı onunladır. Hayır ve hasenatın husul bulması ve nizamı onun vücudu¬na bağlıdır. Hâl-ü tavrında müstakim olmayan kimsenin çalışıp çabala¬ması boşunadır. Derler ki: istikâmet sahibi olmaya ancak büyükler takat getirebilirler. Çünkü istikâmet ma'hud harc-ı âlem şeylerin dışına çıkmak, rusûm ve âdetlerden ayrılarak doğruluğun hakikati ile Allah Teâîâ'mn divânına durmaktır. Bundan dolayıdır ki Peygamber (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem); «İstikâmet sahibi olun ama onu layıkiyle beceremezsiniz.» buyurmuştur. Bu hadîsi Tirmizi de rivayet etmiştir. Onda şu zi¬yade de vardır.
«Yâ Resul âllahî Benim için en ziyade korktuğun şey nedir? dedim.» Resulüllah (Saîlallahü Aleyhi ve Sellem) dilini tutarak:
«Şudur.» buyurdular.
Evet hadîs-i şerif Kaadı îyâz (Rahimehullah)'m dediği gibi cevâmi'u'l-kelimdendir. Çünkü Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 23 senede bütün tafsilatıyla anlattıklarım bunda hulâsa etmiş¬tir. İstikâmetin iman üzerine sümme ile atfedilmesi onun derecesinin ik¬rar derecesinden uzak olduğuna işaret içindir. Ancak buradaki uzaklık zaman itibariyle değil rütbe farkı itibariyledir; ve istikâmetin rütbesi da¬ha yüksektir. Zira istikâmet, taatlere ve sadâkata devamdır.
Bazıları buradaki uzaklığı zamana hamlederek kâfirlerin fürü-i iman¬la yâni amellerle muhatab olmadıkları hükmünü çıkarırlar. Çünkü hadîs-de evvelâ iman sonra istikâmet emredilmiştir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar
Administrator

Administrator
haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 2630
Kayıt tarihi : 24/05/09
Nerden : ANKARA

İMAN BAHSİ Empty
MesajKonu: Geri: İMAN BAHSİ   İMAN BAHSİ Icon_minitimePaz Mayıs 02, 2010 12:47 pm

14- İslamın Fazilet Yarışmasını ve Hangi Umurunun Daha Faziletli Olduğunu Beyan Babı

63 (39)- Bize Kuteybetü'bnü Said rivayet etti. (Dedi ki): Bize Leys [230] rivayet eyledi. H.
Bize Muhammed b. Rumh [231] b. el-Muhâcir rivayet*(Dedi ki): Size Leys, Yezid b. Ebi Habib'den [232], o da Ebuİ-Hayr'dan [233] o da Abdul¬lah b. Amr'dan naklen haber verdi ki:
— Bir adam Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):e:
— îslâmın hangi hasleti daha hayırlıdır? diye sormuş. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Yemeği yedirir ve tanıdığın tanımadığın herkese selâm verirsin.» bu¬yurmuşlardır.
Bu hadîsi Buhari iman bahsinin müteaddid yerlerinde tahric ettiği gibi, Ebû Davûd Edeb bahsinde Nesai imanda, İbni mâceet'inıe bahsinde rivayet etmişlerdir. Bütün râvilerinin Mısırlı ve her birinin büyük birer imam olması ender rastlanan garâibdendir.
Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e sual soran zâtın kim olduğu kat'iyetle ma'lûm değilse deHz. Ebû Zerr el-Gıfârî olduğunu söyleyenler vardır.
İnsanların bir birlerini sevip saymaları islâmın bir nizamı ve şeriatın bir rüknü olduğu için Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) mezkûr nizamın sebebini teşkil eden yemek yedirme, selâmı ifşa ve bir¬birine hediyye gönderme gibi şeylere teşvik etmiş; Bunların zıddı olan ku-şuşme, tecessüs, kovuculuk ve iki yüzlülük gibi şeylerden nehi buyurmuş¬tur. Burada yalnız iki şeyi zikretmesi, soran kimsenin onları hakkıyla ifâ etmediğini bildiğindendir. Çünkü Fahr-i Kâinat (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) efendimiz anladığı şekilde cevap verirlerdi. Yoksa ye¬mek yedirmekle herkese selâm vermek mutlak suretde hayır sayılamaz¬lar. Hadîsin ikinci rivayetinde :
«Elinden ve dilinden müslünıanların emin oldukları kimsedir.» şeklinde cevap vermesi de soranın hâline nazarandır. Bu hadîsden çıkarılan faideler:
1- Hadîsde yemek yedirmeye teşvik buyuruluyor ki, bu da cömert¬likle güzel ahlâkın emâresidir. Ayni zamanda muhtaçlara yardım ve Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilem)in A11ah'a sığındığı açlığı bertaraf mânâlarını da tezammun eder.
2- Hadîs-i şerif selâmı ifşaya teşvik ediyor. Bunda da müslüman-lara kargı mütevâzi' davranmaya, onların kalplerini kazanmaya, müslü-manların birleşmelerine ve birbirlerini sevmelerine teşvik vardır.
3- Hadîsde selâmın tamim edilmesine işaret vardır. Büyüklenenle-rin yaptıkları gibi selâmı gözünün beğendiklerine vererek beğenmedik¬lerine vermemek asla doğru bir hareket değildir. Çünkü bütün mü'min-ler bir birinin kardeşi olup kardeşliğe riâyet hususunda müsavidirler. Ancak bu umum, müslümanlara mahsustur. Kâfire ibtidâen selâm veril¬mez. Zira Peygamber (Sallallahü- Aleyhi ve Seilem): «Yahudilerle hıristiyanlara evvelâ siz selâm vermeyin. Yolda onlardan birine rastlarsanız onu yolun dar tarafına sıkıştırın.» buyurmuştur.
Fâsık ise başka bir delille bu umumdan tahsis edilmiştir. Hâli şüp¬heli olan kimse ise hakkında tahsis sabit oluncaya, kadar hadîsin umu¬munda dâhildir. Acaba neden Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) bu hadîsde iki şeyi hassaten zikretmiştir? Bu suâlin cevabı şudur:
İyi ameller, biri mâli diğeri bedeni olmak üzere iki kısım olduğundan yemek yedirmeye teşvik ile mâli olanlara, selâm vermekle de bedeni amel¬lere işaret buyurmuştur. Daha başka türlü cevap verenler de vardır.

64 — (40) Bize Ehu't-Tâhir Ahmed b. Amr b. Abdillâh b. Amr b. Şerh el-Mısri rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ibni Vehb [234], Ami b. el-Hâris'-den [235], o da, Yezid b. Ebi Habib'den, o da Ebu'l-Hayr'dan naklen haber verdiğine göre Ebu'1-Hayr Abdullah b. Amr b. Âs'i şöyle derken işitmiş:
— Bir adam Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) 'e: .Müslümanla¬rın hangisi daha hayırlıdır? diye sordu. Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seilem);
«Elinden ve dilinden müslümanların emin olduğu kimsedir.» buyurdular.
Bu hadîsi biraz ziyâde ile Buhâri, Ebu Dâvûd, Nesi îbni Hibban ve Hâkim tahric etmişlerdir.
Hadîsdeki (el) den murad hakiki el de ma'nevi el de olabilir. Bir kİrr -senin malım haksız yere istilâ etmek onu ma'nen elinde bulundurmakdır. Hadîs-î şerif:
«Müslümanların en hayırlısı, bir müslümana sözle ve fiille eziyet vermeyen kimsedir.» ma'nasınadır. Elin zikredilmesi ekseri işler onunla görüldü-ğündendir.
Müslümandan murad da kâmil müslümandır. Yoksa bu sıfatta olma¬yan kimse müslümanlıktan çıkar demek değildir. Araplar:
«Âlim, Zeyddir; mal devedir.» derler. Bundan maksadlan:
«Kâmil alim Zeyddir; makbul mal devedir.» demektir. Yani cümlede hasır değil tafdil vardır.
Bu hadîs dahi cevami'u'l-Kelimdendir. Ei ile dilin hassaten zikredil¬meleri, çok kullanıldıkları içindir.

Hadisden Çıkarılan Faideler:

1- Hadîs-i şerif ne ile olursa olsun müslümana eziyyet vermeyce yasak ediyor.
2- Hadîs «Müslümanın noksanı olmaz» diyen mürcie taifesi vab-ı reddir.
3- Günahları terk ile menhiyyattan kaçınmaya teşviktir.
Burada şöyle bir suâl hatıra gelebilir: Ta'zir, te'dib ve hadd-i şelf'iyi ikamede eziyyet yokmudur; bunlar niçin meşru' olmuşlar?
Cevab şudur: Bunlar bil icmâ' bu hadîsin umumundan çıkarılmışlar¬dır. Yahud bunlar eziyyet değil, ileride kendileri için selâmeti aramaktır. Hadîsde müslümanlar tağlib yolu ile zikredilmişlerdir. Yoksa müslüman kadınlara ve zımmilere eziyyet de yasaktır.

65 — (41) Bize Hasen el-Hulvânî ile Abd b. Huroeyd hep birden, Ebû Âsım'dan [236] rivayet ettiler. Abd dedi ki: Bize Ebû Âsim, tbni Cüreyc'den [237] naklen haber verdi ki, İbnî Cüreyc Ebu'z-Zübeyr'i [238] şöyle der¬ken işitmiş:
— Câbir'i dinledim: Peygamber (Sallaüahii Aleyhi ve SeHem)*i: «Müslüman, elinden ve dilinden müsiürnanların emin olduğu kimsedir.» buyururken işittim diyordu.

66 — (42) Bana Said b. Yahya b. Said eî-Emevi [239] rivayet etti. De-ti ki: Bana babam rivayet ett.i (Dedi ki): Bize Ebu Biirdete'bnü Abdiî-lâh [240] b. Ebi Bürdete'bni Ebî Musa, Ebû Bürde'den [241] o da Ebû Mûa' [242] dan naklen rivayet eyledi. Ebu Mûsâ demiş ki:
— Yâ Resulâllab! îslâm(a dahil olanlar)m bangssi daha hayıriıdır, dedim. Eesulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Elinden ve dilinden Müslümanların emin olduğu kimsedir.» buyurdu¬lar.
Bana bu hadîsi İbrahim b. Said el-Cevheri [243] dahi rivayet
etti.
(Dedi ki): Bize Ebû Üsâme [244] rivayet etti. Dedi ki:
— Bana Büreydü'bnü Abdülâh bu isnâdla rivayet etti. Hesulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e müsiümanların hangisi daha efdaldır?diye soruldu diyerek bu hadîsin mislini anlattı.
Bu hadîsi Buhâri ile Nesâide iman bahsinde tahriç etmiş¬lerdir. Buhâri onu aynen buradaki senediyle tahric etmiştir. î ir-mizi ise Zühd babında rivayet etmektedir.
Senedinin hep Kûfe'li râvilerden müteşekkil olması ve bir sefeide ayni künyeyi taşıyan iki tane râvi bulunması, isnadının letâiünde|ı sa¬yılır.
Burada Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e suâl soran Hz. Ebû Musa' el-Eş'arî 'dir, Müs1im'in bir rivayetinde ve Hasan b. Süfyân ile Ebû Ya'lâ'nın «Müsned» lerin-de soranların bir kaç kişi oldukları anlaşılıyorsada bu rivayetlerin arasın¬da birbirine muhalefet yoktur. Çünkü «Sorduk» şeklindeki cem'i rivaye¬tinde de Ebu Musa (Radiyallahu anlı) soranların içinde dâhildir.
Görülüyor ki hadîsin bir rivayetinde:
«İslâmm hangi hasleti daha hayırlıdır?» diye sorulmuş; Una: «Yemeği yedirirsin ve tanıdığın tanımadığın herkese selâmı verirsin»| üiye
cevap verilmiş; diğer rivayetinde:
«Müslümanların hangisi daha hayırlıdır?» denilmiş; buna da:
«Elinden ve dilinden müslümanların emin olduğu kimsedir.» şeklinde ce¬vap verilmişt
Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi «Müslümanların en hayırlısı kimdir?» suâline muhtelif cevaplar verilmesini ulemâ soranların hâline hamletmış-lerdir. Meselâ; bir yerde yemek yedirmekle, selâm vermek ihmâl edildi¬ğinden onları teşvike ihtiyâç hasıl olmuş; başka yerde müslümanlara eza etmekten sakındırmaya lüzum hasıl olmuştur.

15 - Kendileriyle Vasıflanan Kimsenin İmanın Tadını Bulduğu Hasletlerin Beyanı Babı

67 -(43) Bize İshâk b. İbrahim [245] ile Muhammed b. Yahya b. Ebi Ömer ve Muhammed b. Beşşâr toptan Sekafî [246] den rivayet ettiler, tbni Ebî Ömer dedi ki: Bize Abdülvebhâb, Eyyûb'tan [247], o da Ebû Kı-lâbeden [248], o da Enes'dcn, o da Nebiy (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'den naklen rivayet eyledi. Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Üç şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse imânın tadını bulur,
1- Bir kimseye Allah ve Resulü, başkalarından daha sevgili olmak.
2- Bir kimse sevdiğini yalnız Allah için sevmek.
3 - Bir kimseyi Allah küfürden kurtardıktan sonra, tekrar küfre dön-mekden, ateşe atı İm ak dan tiksindiği gibi tiksinmek.» buyurmuşlar.
Hadîsin bir rivayetinde (Küfre dönmekten) ibaresinin yerine:
Yanutl' veva hırîstiyan olmağa dönmekten...» buyurulmuştur.
Bu hadîsi Buhâri ile Müslim bilittif ak Muhammed b. el-Müsennâ 'dan ayni isnadla tahric etmişlerdir. Buhâri onu müteaddid yerlerde az çok lâfız değişikliklerile rivayet ettiği gibi ayni hadîsi Tirmizi ile Nesâi dahi tahric etmişlerdir.
İmam Muhy iddin Nevevî:
«Bu hadis-i şerif İslâmm esas kaidelerinden büyük bir kaidedir.» de¬miştir. Buharı sarihlerinden Bedrüddin Ayni bu söze şunları ilâve etmektedir:
«Nasıl büyük bir kaide olmasın ki; bu hadîsde imanın aslını hattâ ay¬nini teşkil eden Allah ve Resulüllah sevgisi vardır. Haki¬katte Allah ve Resulüllah sevgisi, Allah 'dan başkasını sevmemek ve küfre dönmekten tiksinmek: imam haddizatında kuvvetli, kalbi imana yatkın ve imam etiyle kanına karışmış olan kimselere mü¬yesserdir. İşte imanın tadını bulacak dan ancak bunlardır.»
U\em&(Rahimehumüllah): «İmanın tadından murâd, ibâdet ve tâatları lezzetli görmek, Allah ile Resulü 'nün rızalarını kazanmak ııçin meşakkatlara tahammül göstermek; ve bunları dünya menfaatine tercih etmekdir.» diyorlar.
Kulun A11ah'ını sevmesi, onun emirlerine uyarak ibâdet ve tâat-ta bulunması; muhalefet göstermemesi dir. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i sevmek de öyledir. Onu sevmek şeriatını benimsemekle olur.
Bu bâbta Kaadî Iyâz şunları söylemiştir:
«Allah'ı sevmenin ma'nası, ona tâat hususunda istikaamet sahibi ol¬mak ve her hususda emir ve nehiylerini benimsemektir. Maksad bu sev¬ginin semereleridir. Çünkü sevginin aslı, sevgilinin arzusuna muvafık olan şeye meyletmektir. Halbuki Allah Teâlâ hazretleri meyletmek-den ve kendisine meyledilmekden münezzehdir. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) i sevmeye gelince: onda meyi caizdir. Zira in¬sanın muvafakat gösterdiği şeye meyletmesi, ya beğendiği için olur; güzel şekil ile iştiha açıcı yemeklere meyli gibi, yahud aklıyla lezzet aldığı ah¬lâk ve ma'nalar olduğundandır. Zamanlarına erişmese bile ulemâ ve su-lehâyı sevmek gibi. Yahud da kendisince iyilikde bulunduğu ve zararını giderdiği içindir, ki Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hakkın¬da bütün bu ma'nalar mevcuddur. Yani onun zahir ve bâtını kâmildir. O bütün faziletleri şahsında toplamış, bütün müslümanları hidâyete kavuş¬turmak suretiyle kendilerine ihsanda bulunmuştur.
«İmanın tadını bulur,» ifadesinde kinaye suretiyle istiare vardır. Çün¬kü tad yalnız yenilen şeylerde olur. İman yenilen şeylerden değildir. Bi¬naenaleyh burada mecaz vardır. Ve iman bala benzedilmiştir; araların¬daki vasf-ı müşterek ve vech-i şebeh lezzet duyma ve kalbin meylidir. Buna istiâre-i mekniyye derler. Müşebbeh zikredildikten sonra ona mü-şebbehün bihin levazımından olan tad, tehayyül suretiyle izafe edilmiş; ve bir îstiâre-i tahyiliyye meydana gelmiştir.
Cüney^d-i Bağdadi (Rahimehuüah) : Geceleyin ibâdet eden¬ler için ibâdet, eğlence sahipleri için eğlence yapmaktan daha lezzetlidir.» demiştir. İbrahim İbni Edhem (Rahlmehullah) 'in dahi: «Val¬lahi biz öyle bir lezzet içerisindeyiz ki, bu lezzeti hükümdarlar bilmiş ol¬salar onun için bize kılıçla harb açarlardı.» dediği rivayet olunur.
Hadîs-i şerif Allah için bir birini sevmeye teşvik etmektedir.
Çünkü Teâ1â Hazretleri mü'minleri kardeş ilân etmiştir. Allah ve Resulünü sevmekten o Resulün getirdiği dine sâlik olanları sevmek lâ¬zım gelir. Binaenaleyh imanın tadı, ancak hâlis Allah için yapıldığı, dünya menfaatleri ve beşeri huzuzâtîa karıştınîmadığı zaman duyulur. Zira dünyevi menfaatler için Allah' ve Resulü 'nü sevenler um¬dukları menfaate nail olduktan sonra bu sevgiden mahrum kalırlar.
Hadîsde üç şeyin hâsseten zikredilmesi, kalbe aid ameller oldukları için bunlara riya karışmadığın dan dır. Bu üç şey, îmanın müsebbebi ol¬duklarından onun tadına delil sayılmışlardır. Çünkü müsebbebin mevcu¬diyeti sebebin vücuduna delâlet eder. Mezkûr üç şey birbirinin lâzım-ı gayri mufarikı olduklarından ayn ayrı bulunamazlar. Binaenaleyh mef¬humu adedi nazar-ı i'tibâra alınarak:
«Kendisinde bu üç şeyden yalnız biri bulunan kimseye ne denilir?» şeklinde bir suâl var id olamaz.
İmam Mâlik (Rahimehutlah) ile diğer bir takım ulemâ: «Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek dini vâcibattandır.» demişlerdir.
Bu hadîs hakkında şöyle bir suâl hâtıra gelebilir. Nasıl olmuş da Resulüllah (SallaUahü Aleyhi ve Setlem) burada: «Bîr kimseye Allah İle ResGlü başkalarından daha sevgili olmak...» demiş; yani «başkaların¬dan» ifâdesindeki zamiri Allah ile Resulü arasında müşterek kull'anmıştır. Halbuki, hutbe okurken bir yerde zamiri Allah ile Resulü arasında müşterek kullanarak: «Her kim onlara (Allah ile Resu¬lüne) isyan ederse muhakkak sapmıştır.» diyen bir hatibi bizzat Pey-amber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) paylamış; ona «Sen ne kötü hatipmişsİn...» demişti.
Bu suale aşağıdaki muhtelif cevaplar verilmiştir:
1- Hutbe Hâli ile buradaki hâl arasında fark vardır. Hutbe'den mak-sad sözü izahtır. Burada ise bilâkis bellemesi kolay olsun diye sözü kısa¬dan kesmek matluptur. Onun için hutbe halinde zamiri Allah ile Resulü arasında müşterek kullanan hatibe darılmış; burada ise ayni zamiri kendisi, kullanmıştır.
2- Kaadi Iyâz'a göre Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) 'in burada zamiri tesniye kullanması, Allah ile Resûlullah sevgilerinin-teker teker değil de mecmu' itibariyle nazar-ı i'tibâra alına¬cağına işaret içindir. Hatibe Allah ile Resu1ü'nü ayrı ayrı zik¬retmesini emir buyurması ise her ikisine yapılan isyanın ayrı ayrı isyan sayılacağına tenbih içindir.
3- Ulemâdan bazılarına göre zamiri müşterek kullanmak Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem)'e mahsus olmak üzere ona caiz fakat ümmetine caiz değildir. Zira ümmetinden birinin müşterek zamir kullanması,. Allah ile Resul ü'nü birbirine müsavi tuttu; zanam verir; Resul-i Ekrem (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) hakkında ise böyle bir iham ihtimali yoktur.
Daha başka şekilde cevap verenler de vardır.

68 — (...) Bize Muhammed b. el-Müsennâ ile İbni Beşşâr [249] riva¬yet ettiler, Dediîer ki: Bize Muhammed b. Ca'fer rivayet eyledi. (Dedi ki): Bize Şu'be rivayet etti. Dedi ki:
— Katâde'y* Enes'den naklen rivayet ederken dinledim. Demiş ki: Re-sulüllah (SallaUahü'Aleyhi ve Sellem):
«Üç şey vardır; bunlar kimde bulunurlarsa o kimse imânın tadını bulur.
1- Bîr kimsenin sevdiğini yalnız Allah için sevmesi.
2- Bir kimseye AJlah ve Resulünün başkalarından daha sevgili olması.
3- Bîr kimseyi Allah küfürden kurtardıktan sonra ateşe atılması ken¬disine küfre dönmekten daha makbul olması.» buyurdular.
Bu hadîsle imam Buhâri, küfür etmesi için zorlanan bir kim¬senin azimetle amel ederek ölünceye kadar mü'min kalmasının faziletine istidlal etmiştir. Buhari ayni hadîsi müteaddit yerlerde tahric et¬mişse de bu rivayetlerde gerek hadîsin metin ve isnadîarı arasında fark bulunması, gerekse hadîsden çıkarılan hükümlerin muhtelif olması, mez¬kûr rivayetlerin başka başka hadîslermiş gibi muamele görmesine sebeb olmuştur.
Müslim (Rahimehullah) ise ayni ma'nadaki hadisleri daima bir arada zikretmiştir.

(...) Bize İshak b. Mansur rivayet etti. (dedi ki): Bize Nadr b. Şümeyl anlattı. (Dedi ki): Bize Hammâd [250],.Sâbit*ten, [251] o da Enes'den nak¬len haber verdi: .
— Resulüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Seîlem) buyurdu »diyerek ötekilerin hadîsinin benzerini söylemiş. Şu kadar var ki o (küfre dönmekten, ifâde¬sinin yerine: «Yahudi veya htristiyan olmağa dönmekten» demiştir.

16- Resulüllah Sallallahu Aleyhi ve Sellemi Refikadan Çocukdan, Babadan ve Bütün İnsanlardan Daha Çok Sevmenin Vucübu ve Onu Bu Derece Muhabbetle Sevmeyene İmansız Denileceği Babı

69 — (44) Bana Züheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki: Bize İsmail b. Uleyye rivayet eyledi. H.
Bize Şeybân b. Ebî Şeybe [252] dahi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ab-dülvâris [253] rivayet etti. Her ikisi Abdülâzizden, [254] o da, Enes'den nak¬len rivayet ettiler. Encs şöyle demiş: Resulü 11 ah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) :
«Hiç bir kul — Abdülvârisin hadîsinde; bir adam — ben kendisine ehlin¬den, malından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça (Kâmil) iman et¬miş sayılamaz.» buyurdular.
Bu hadîsi bir parça lâfız değişikliği ile Buhâri ve Nesâi dâhi tahric etmişlerdir. Rivayetlerin bazısında Resulüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) 'in sözüne yemin ile başladığı görülüyor. Bundan mak-sad, sözü te'kid'dir. Mühim bir meselede yemin caizdir.
«İman etmiş sayılmaz» ifadesinden murad: imansız kalır, demek de¬ğil, iman-ı kâmille iman etmiş olmaz demektir. Bu hadîsden muradın Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) uğurunda can vermek ol¬duğu söylenir. İbni Battal Ebu'z-Zinâd'ın şunları söyledi¬ğini kaydeder:
«Bu hadîs Resulüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) *e verilen cevami'u'l-keli'mdendir. Çünkü mahabbet üç kısımdır.
1- İclâl ve ta'zim mahabbeti. Evladın babayı sevmesi gibi
2 - Merhamet ve şefkat mahabbeti. Babanın evladını sevmesi gibi
3- Müşakele ve beğenme mahabbeti. İnsanların birbirini sevmesi gibi. Resulüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) bunların hepsini ken¬dinde toplamıştı.»
Kaadi Iyâz diyor ki:
«Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) 'in sünnetine yardım etmek, şeriatını müdâfaada bulunmak ve onun zamanına yetiştirerek onun uğrunda malını, canını bezletmiş olmayı temenni etmek onu sevinekden maduddur. Bundan anlaşılır ki, imanın hakikati ancak bunlarla tamam olur; ve iman ne zaman Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) 'in kadru kıymetinin şeref ve mertebesinin her baba ve evladdan, her iyiden ve iyilik yapandan üstün olduğu hakikatine ererse ancak o zaman sahih olur. Buna inanmayıp başkasına i'tikad eden kimse mü'min değildir...»
Ancak Mâîikilerden Ebul-Abbâs Ahmed el-Kurtubi
Kaadi Iyâz'm bu sözlerine i'tiraz etmiş ve şunları söylemiştir:
«Kaadi 'nin sözünün zahiri, bu mahabbeti Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) 'i ta'zim ve tebcil i'tikadında bulunmaya ham¬lettiğini gösterir. Bu i'tikad'da bulunmayan bir kimsenin küfüründe şüp¬he yoksa da bu hadîsden murad, Peygamberimizin büyüklüğünü i'tikad değildir. Çünkü büyüklüğü i'tikad etmek ne mahabbet demektir; ne de mahabbeti istilzam eder. Çok defa insan bir şeyin büyüklüğünü över de onu sevmez. Şu halde kendinde bu sevgiyi bulamayanın imam kemâle ermemiş demektir.
Halbuki sahih bir inançla iman eden herkes bu mahabbetten hâli de¬ğildir. Amr b. Âs (Raâiyallahu anh)
«Benim için Resulüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) 'den daha sevgili, benim gözümde ondan daha büyük bir kimse yoktu; ama ona Alan ta'zim i m d en gözüm doya doya ona bakaımyordum.» demiştir, Ömer (Radiyallahu anh) dahi bu hadîsi işitince:
«Ya ResûlâIlah;sSen' bana canımdan gayri her şeyden sevgilisin de-dikde Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem): «Canından da ya Ömer!» buyurmuş; Ömer derhal: «Canımdan da.» demiş; Resu1- i Zişan (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem): «Şimdi oldu yâ örner^» buyurmuş¬lardır.
Bu mahabbet ise ta'zim i'tikadı değil, kalbin meylidir. Lâkin insanlar bu meyi hususunda bir birlerinden farklıdırlar...»
Müslim sarihlerinden e1-Übbî de şu mütaleada bulunmaktadır: «Eğer Kaadi Iyâz, Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) 'in kad¬rini yükseltmekden onun makam i'tibariyîe yüksekliğini kasdetti ise, de¬diği gibi buna i'tikadı olmayan bir kimse mü'min değildir. Yok sevgi hususunda yüksekliği murad etti ise «Mü'min değildir» sözünden anlaşı¬lan ma'na kemâli nefyetmektir. (Yani Kâmil mü'min değildir demektir.)
bünkü baba ve oğul sevgisi fıtridir. İnsandan ayrılmaz. Binaenaleyh bil-carz Peygamber (Sailallahü Aleyhi ve Sellcm) 'i
Babasından veya oğlundan çok sevmeyen biri bulunsa biz onun küfrüne kat'î hüküm veremeyiz.

70- (...) Bize Muhatnmed b. el-Müsennâ ile Ibni Beşşar [255] rivayet
eltiler. Dediler ki: Bize Muhammed b. Ca'fer rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be rivayet etti. Dedi ki: Katâdeyi Enes b. Mâlik'den naklen rivayet ederken dinledim. Enes şöyle demiş:
— Resulüllâh (Sailallahü Aleyhi ve Sellem):
«Sizden hiç biriniz, ben kendisine çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça (İmân-ı kâmille) imân etmiş olamaz.» buyurdular.
Ha1âbî diyor ki: «Resulüllâh (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) bu hadîsi ile tabiî sevgiyi değil, ihtiyarî sevgiyi kasdetmiştir. Çünkü inşa-nın kendini sevmesi bir tabiattır; onu ters çevirmeye imkân yoktur. Ha¬dîsin ma'nası şudur:
«Bana tâat uğrunda nefsini telef etmedikçe ve benim rızamı helakin pahasına da olsa kendi lıevâ ve hevesine tercih eylemedikçe beni sevme davasında doğruyu söylemiş olmazsın...» Yani iman-ı kâmil sahibi bir mü'minin üzerinde Peygambe r (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) 'in hak ki, babasının, oğlunun ve bütün insanların hakkından daha büyüktür. Çün¬kü biz ebedi cehennemden ancak onun sayesinde kurtulmuş; hidâyete onun sayesinde ermişizdir...»
Acaba bu hadîsde insanın canı niçin zikredilmemiştir? Halbuki
Teâ1â Hazretleri:
«Peygamber mü'minlere kendi nefislerinden daha Heridir...» [256] buyur¬muştur. Binaenaleyh Resulüllâh (Sailallahü Aleyhi ve Sellem) 'i ca¬nından daha çok sevmek her mü'minin borcudur? Bu suâlin cevabı şudur: Bir kimsenin nazarında A11ah'm yarattığı en kıymetli hatta çok defa canından bile kıymetli varlık baba ile çocuk olduğundan hadîs-i şe-rifde temsil suretiyle onlar zikredilmişlerdir. Ma'na şudur: «Ben kendisi¬ne en sevdiği şeylerden daha sevgili olmadıkça bir kimsenin imânı kâmil olamaz.»
En sevdiği şeylerin içinde bittabi' can da vardır. Sevdiği şeylerin hük¬mü bu olunca sevmediği peylerin hükmü kendiliğinden anlaşılır.
Yahud müslümanm Peygamber (Sailallahü A leyhi ve Sellem) 'i c nından daha çok sevmesi icâbettiği başka delillerden ma'lum olduğu için burada can zikredilmemiştir.
Hadîs-i şerifde baba ile çocuk zikredilmiş; anne ile kız zikredilmemiş1-se de çocuk kelimesi hem oğlana hem kıza şâmildir. Annenin zikredilme1-mesi ya babanın zikrinden anlaşılacağı yahud onun hükmü başka delil¬den ma'lum olduğu İçindir.
Babanın çocuktan evvel zikredilmesi dahi ekseriyete nazarandır. Yâ¬ni babalar sayı itibariyle çokturlar. Çünkü her çocuğun babası vardır; îk-kat her babanın çocuğu yoktur.
Babayı ta'zim cihetine bakarak evvel zikretmiş de olabilir. Çocuğıir evvel zikredildiği yerlerde ise şefkat ve merhamet ciheti nazar-ı itibar alınmıştır.

17- Bir Kimse Kendisi İçin Hayır Namına Neyi Arzu Ediyorsa Müslüman Kardeşi İçin de Onu Arzu Etmenin İman Hasletlerinden Olduğuna Delil Babı

71- (45) Bize Muhammed b. el-Müsennâ ile îbni Beşşar rivayet el¬tiler. Dediler ki: Bize Muhammed b. Câ'fer rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu' be rivayet etti. Dedi ki: Katâde'y* Enes b. Mâlik'den, o da Nebiy (Sailallahü Aleyhi ve Se/temJ'den işitmiş olarak rivayet ederken dinledim. Peygam¬ber (Sailallahü Aleyhi ve Sellem):
«Sizden hiç biriniz kendi nefsi için dilediğini (dinî kardeşi için de — Yahud komşusu için de — dilemedikçe (tam) îman etmiş olamaz.» bu¬yurmuşlar.
Bu hadis Sahih-i Müslim ile Abd b. Humeyd’in «Müsned»in-de ve Nesai'nin bir rivayetinde şek ile tesbit edilmiş; ve «Din kardeşi için de yahud komşusu içinde dilemedikçe...» denilmiştir. Başka muhad-disler onu seksiz olarak; (Din kardeşi içinde) şeklinde rivayet ederler.
Hadîsi Buhâri Tirmizi Nesai Abd b. Humeyd, Ebu Bekir İsmâîli, İbni Mendeh ve İbrii Hibbân dahi tahric etmişlerdir.
Ulema-i Kiramın beyanına göre hadîsin manası: Kendisi için dile¬diğini din kardeşi için de dilemedikçe tam îman etmiş olamaz, demektir. Yoksa asl-ı îmân' kendinde bu sıfat bulunmayanda da vardır. Maksad; din kardeşi için tâat ve mubah olan şeyleri dilemektir. Nitekim Nesai1 nin rivayetinde bu cihet tasrih edilmiştir.
Ebu Amr İbni Salâh diyor ki:
«Kendisi için dilediğini din kardeşi için de dilemek adetâ imkânsız derecede güç sayılan şeylerdendir. Halbuki mesele öyle değildir. Çünkü ha¬dîsin ma'nası; İslâmda sizden biriniz kendisi için dilediği şeyin (aynini değil) mislini din kardeşi için de dilemedikçe tanı îman etmiş olmaz de¬mektir. Bunu yapmak, kendine verilen ni'metten hiç bir şey noksan kal¬mamak ve kendine verilene dokunmamak şartı ile din kardeşine de böyle bir nimetin verilmesini istemekle olur. Bu kalb-i selim sahibi olan bir kimse için kolaydır. Yalnız bozuk kalbli olana güç gelir. Allah bize ve bilcümle din kardeşlerimize afiyetler versin.»
İbni Sala h'm imkânsız derecede güç saydığı şey; kendisi için di¬lediği bir şeyin aynısını din kardeşi için de dilemektir. Bu ister hissî ister ma'nevi şeylerde olsun hemen'hemen imkânsızdır. Çünkü bir insan ken¬dine nasib olan bir ni'metin kendinden alınarak başkasına verilmesini ko¬lay kolay istemez. Ayni ni'metin hem kendinde kalmasına hem başkası¬nın olmasına ise imkân yoktur. Zira bir cevher veya arazın ayni zamanda iki yerde bulunması imkânsızdır.
Hadîs-i şerifde bahsedilen îmandan murâd, iman-ı kâmil olduğuna göre şöyle bir suâl vârid olmaktadır; Şu halde kendisi için dilediği şeyle¬ri din kardeşi için de dileyen kimse dînin sair erkânım yapmasa bile mü' min-i kâmil olmak icâbeder. Cevap: Bu söz bir mübâlegadir. Onun için burada dilek sanki imanın en büyük rüknü imiş gibi gösterilmiştir. Ya-hud bu dilek imânın diğer rükünlerini de istilzam eder.
Kâmil îman sahibi olmak için kendine dilediği şeylerin mislini din kardeşine dilemek lâzım geldiği gibi bunun zıddı yani kendisi için kötü gördüğü şeyleri din kardeşi için de kötü görmek imanın kemâlindendir. Ancak dilemekle kötü görmek birbirinin zıddı oldukları ve biri zikredi¬lince derhal öteki de hatıra geleceği için hadisde iki zıddan birinin zikriy-le iktifa edilmiştir.
Ebu Abdillâh el-Übbî, bu hadîsin dünya umuru hak¬kında vârid olduğunu, âhiret umuru hakkında ise Teâ1â hazretlerinin
«Bu hususta yarışçılar müsabaka yapsın!
(Mutaffifin: 26)» buyurduğunu söylerken âhiret hususunda din kardeşin¬den daha üstün mertebe dilemenin caiz olduğuna işaret etmiştir.

72 —(...) Bana Züİıeyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yahya b. Said, Hüseyn el-MualIim'den [257], 0 da Katâde'den, o da Enes'den, o da Peygamber (Sallalkhü Aleyhi ve Sellem) 'den naklen rivayet eyledi. Efen¬dimiz:
«Nefsim Kabza-i Kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, hiç bir kul kendisi için dilediğini komşusu için yahud din kardeşi için de dilemedikçe (tam) îmân etmiş olmaz.» buyurmuşlar.

18 - Komşuya Eziyyetin Haram Kılındığını Beyan Babı

73 — (46) Bize Yahya b. Eyyub ile Kuteybetü'bnu Said ve Ali b. Hucr toptan İsmail b. Ca'fer'den rivayet ettiler. İbni Eyyub dedi ki: Bize İsmail rivayet etti. Dedi ki: Bana el-AIâ' [258] babasından, o da Ebu Hüreyre'den naklen haber verdi ki, Rcsulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Komşusu şerrinden emin olmayan kimse cennete giremez» buyur¬muşlar.
Zahirine bakılırsa bu hadis cennete girmesin diye beddua değil, gire¬meyeceğini ihbardır. Müslim sarihi e1-Übbi de buna kaildir.
Bevâik: Bâikanm cem'idir. Bâika: Şer, belâ, gâiîe, mühlik olan şey ve ansızın başa gelen sıkıntı ma'nalanna gelir. Bir kimsenin şerrinden kor¬kulması o kimse için ma'siyyettir. Hâl böyle olunca _ Allah'ın son derece makam-ı ihtirama yükselttiği ve ikram olunmasını istediği, aksi takdirde cennete koymayacağını beyanla tehdidde bulunduğu komşuya fenalık yap¬manın ne demek olacağını bir düşünmelidir.
îmam Nevevi'ye göre «Cennete giremez.» ifâdesi iki şekilde izah olunur.
1- Bu sözün ma'nası: Komşuya eziyet eden kimsenin cezası doğrudan doğruya cennete girememektir. Yani cennetin kapılan açılarak ehl-i necat olanlar girmeğe başladıkları zaman o geriye bırakılır. Artık onun işi Allah !a kalmıştır. Ya cezasına kadar cehennemde azâb ettikden sonra yahud affederek ceza vermeden cennetine koyar.
2 - Cennete girememek, komşuya eziyyet etmenin haram olduğunu bildiği halde onu helâl sayanlara hamledilir.
Böylesi kâfir olduğundan cennete asla giremeyecektir. Ancak bu ikin¬ci surete el-TJbbî şöyle i'tiraz ediyor: «Bu takdirde komşuyu zikretmenin" bir faydası kalmaz. Çünkü hüküm her âsî, münafık ve kâfire amm ve şa¬mil olur. Evlâ olan bu hadîsi, tevbe etmeden ölüp de hakkındaki tehdid infaz edilen ve cehennemden şefaatla çıkan kimseye hamletmektir.»
Burada şöyle bir suâl hatıra gelebilir: Bir kimse komşusuna eziyyet etmek ister de sonra bundan vazgeçerse yine muâhaze olunur mu? bu hal: «Kulum kötülük yapmays gönülden geçirir de yapmazsa o kötülüğü yazma¬yın...» hadis-i kudsisine muarız" değil midir? Bu suâle el-Übbî şöy¬le cevap veriyor:
«Yazılmayan kasıd hârîcde taallûk ettiği şey vücud bulmayandır; şa¬rap içmek isteyip de içmemek gibi. Buradaki kasdm dışarıda taallûk et¬tiği şey ise vücud bulmuştur; çünkü komşusu, kasdmı icra edeceğini zan¬nederek eziyyet görmüştür. Yolcuları korkutup da kendilerine bir zarar getirmeyen yol kesici gibi. Yahud şöyle denilir; o halde bu şahsdan sâdır olan sırf bir kasıd değil, azimdir. Azim ise sahih kavle göre rnuâhazeyi icâb eder.

19 - Komşuya ve Müsafire İkramı Teşvik, Hayır (Konuşmak) Müstesna (Olmak Üzere) Sükütu İltizam ve Bütün Bunların Îmandan Oluşu Babı

74 — (47) Bana Harmeletü'bnü Yahya rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Vehb [259] anlattı. Dedi ki: Bana Yunus, [260] İbni Şihâb'dan [261], o da Ebû Selemete'bni Abdirrahman'dan [262], o da Ebu Hüreyre'den, o da Re-sulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem^den naklen haber verdi. Resulü Ek¬rem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
«Her kim Allah'a ve son güne iman ediyorsa ya hayır söylesin yahud sussun! Her kim Allaha ve son güne iman ediyorsa komşusuna ikram etsin, her kim Allah'a ve son güne îmân ediyorsa müsafîrine ikram etsin!» buyurmuşlar.
Bu hadisi imam Buhari Edeb ve Rikaak bahislerinde, Müs1im Muhtasaran Ahkâm bahsinde, Ebû Dâvud Et'ime'de, Tirmizi Birr babında, Nesai Rikaak'da, İbni Mâce Edeb bah¬sinde tahriç etmişlerdir...
Lâfızları arasında az çok değişiklik vardır.
Meselâ bir rivâyetde:
«Komşusuna ikram etsin.» diğerin¬de:
«Komşusuna eziyyet vermesin.» başka bir rivayette:
«Komşusuna iyilik etsin.» Duyurulmuştur. Bunların hepsi komşu hakkının büyüklüğüne râci'dir.
Kaadi Iyâz (Rahimehullah) bu hadis hakkında şunları söyle¬miştir: «Hadîsin ma'nası şudur: Islâmın şeriatlerini benimseyen bir kiriı-seye komşusu ile misafirine ikram ve ihsan gerekir. Bunların her biri komşunun hakkını tanıtmak ve o hakkı korumaya teşviktir. A11ah Teâ1â hazretleri dahi kitabı kerîminde ona iyilikde bulunmayı tavsi¬ye buyurmuştur. [263] Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
«Cibri(Aleyhisseîâm)bana komşuyu o kadar tavsiye etti durdu ki sonunda onu bana mirasçı yapacak sandım.» buyurmuştur.
Ziyafet yani misafir ağırlamak İslâm âdabından, peygamberlerle süle-hâmn ahlâkmdandır. eys, ziyafeti bir geceliğine vâcib say¬mıştır. Delili: «Misafir gecesi her müsiüman üzerine vâcib olan bir haktır.» mealindeki hadis-i şerif ile:
«Eğer bir kavme misafir olur da sizin için misafirin hakkını emrederlerse hemen kabul edin; bunu yapmazlarsa kendilerine lâyık olan misafir hakkım onlardan siz altn!» mealindeki Ukbe hadîsidir.
Umumiyetle fukahaya göre misafirperverlik güzel ahlâktan ma'dûd-dur. Delilleri Peygamber (SaîtalîahU Aleyhi ve Sellem) 'in: «Onun caizesi bir günle bir gecedir...» hadîsidir. Caize: Bahşiş, ihsan, armağan demektir. Ve ancak ihtiyarî olur. Resüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in «İkram etsin; ihsan eylesin!» buyurması da bunu gösterir. Çün¬kü böyle bir ta'bir vâcib ma'nasmda kullanılmaz. Üstelik burada komşu¬ya yapılacak olan ikram ve ihsan izafe edilmiştir. Komşuya ikram ve ih¬san ise vâcib değildir. Fukaha, bu babtaki hadisleri: «Sadr-ı İslâmda vâ-rid olmuşlardır» diye te'vil etmişlerdir. Çünkü sadr-ı îslâmda yardım vâ¬cib idi. Ziyafeti vâcib görenler onun hem şehirli hem köylüye mi yoksa yalnız köylüye mi vâcib olduğunda ihtilâf etmişlerdir.
İmam Safi ile Muhammed b. el-Hakem, her ikisine de vâcib olduğuna kaildirler. İmam Mâlik ile Suhnûn, yalnız kır ahalisine vâcib olduğunu söylemişlerdir. Zira misafir, şehirde otellerde ve hanlarda yer, çarşılarda satın alacak yiyecek bulabilir. Fil¬vaki' bir hadisde : «Ziyafet hayme nişîniere (çadırda yaşayanlara) vâcibdir. Şehirlilere vâcib değildir.» denilmiştir. Lâkin bu hadis ulemaya göre mevzu'dur.
Muhtâc olarak yollara düşen kimsenin telef olacağından kdrkulursa onu misafir etmek farz-ı ayın olduğu gibi zimmilere [264] misafir ağırla¬mak şart koşulursa onların da misafir kabul etmeleri icâbeder. Kaadi Iyaz'm sözü burada sona erdi.
«Yâ hayır söylesin yahud sussun...» ifâdesinden murad şudur: Bir - kimse konuşmak isterse evvelâ düşünmeli, eğer konuşacağı şey muhak¬kak hayır ve ister vâcib ister mendûb olsun sevabı mûcib bir iş ise onu söylemelidir. Şayed hayırlı değilse haram da olsa, mekruh ve mübâh da olsa onu söylenıemelidir. Şu halde, harama veya mekruha vardıracağın¬dan korkuîursa, mubah sözü dahi konuşmamak mendub olur. Âdetde böy¬le sözler pek çoktur. Hattâ ekseriyeti teşkil ederler. Halbuki Teâ1â Hazretleri: «İnsan her ne söylerse (onu yazmak için) yanında r ut! aka hazır bir murakıb vardır» [265] buyur¬muştur.
Kulun konuştuğu her şeyin ve bu arada mubah olan sözlerinin dahi yazılıp yazılmayacağı meselesi selef ve halef ulemâ arasında ihtilaflıdır. İbn i Abbâs (Radiyallahu anh) ile bir takım ulemaya göre yazılan sözler sevab veya ikaab icâbedenlerdir. Bu takdirde âyet-i kerîme tahsis edilmiş olur; ve: «Sevâb yahud ikaab icâbedecek her ne söylerse (onu yazmak için) yanında mutlaka hazır bir murakıb vardır.» mânâsına gelir. Haram veya mekruha vardırmasın diye şeriat bir çok mubahlardan vaz geçmeyi de emretmiştir. îkrime'ye göre kulun söylediği her söz mut¬lak surette yazılır.
îmam Şafii bu hadisin ma'nâsıyla amel etmiş; ve: «Konuşmak isteyen bir kimse evvelâ düşünmeli, eğer söyleyeceklerinden kendisine bir zarar gelmeyecekse konuşmalı; zarar gelecekse yahud zarar şüphesi var¬sa vaz geçmelidir.» demiştir.
Mağrib'de zamanının imamı sayılan Mâliki ulemasından Ebû Mu¬hammed Abdullah b. Ebî Zeyd şunları söylemiştir: «Bütün hayır âdabı şu dört hadisden çıkar:
1 - «Her kim Allaha ve son güne imân ediyorsa yâ hayır söylesin yahud sussun!»
2 - «İşine girmeyen şeye karışmaması kişinin iyi müsiüman olduğun¬dandır.
3 - Resulülla h(SaUallahü Aleyhi ve Sellem) 'in kısaca tavsiyede
bulunduğu zâta: «Kızma!» buyurması;
4 - «Sizden biriniz kendisi için dilediğini dîn kardeşi için de dileme¬dikçe (tam) îmân etmiş olmaz.»
Fuday1 b. Iyaz'in: «Her kim sözünü amelinden sayarsa lü¬zumsuz şeyler hakkında az konuşur.» dediği rivayet olunur. Zün Nûn (Rahimehullah) dahi: «İnsanların nefsini en koruyanı en ziyade dilini tu¬tanıdır.» demiştir.
Hâsılı insan yerinde susmalı, icabında konuşmalıdır. Çünkü: «Hakkı söylemekten susan dilsiz şeytandır.» buyurulmuştur. Binaenaleyh yerine göre susmakla söylemenin ikiside şerefli hasletlerdir.

75 __ (...) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize
Ebu'l-Ahvas, [266] Ebû Hasîn'den, [267] o da Ebû Sâlih'den, [268] o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet eyledi. Ebû Hüreyre şöyle demiş; Resulüllâh (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Her kim Allah'a ve son güne îmân ediyorsa komşusuna eziyyet etme¬sin! Her kim Allah'a ve son güne îmân ediyorsa misafirine İkramda bulun¬sun! Her kim Allah'a ve son güne imân ediyorsa ya hayır söylesin ya sus¬sun!» buyurdular.
ibaresi Müslim'in asıl nüshalarında böyle ise de
Müslim 'den başkaları onu : şeklinde rivayet et¬mişlerdir. Her iki rivayet de şahindir. Yâ'nm hazfîyle kelime zâten «Eziyyet etmesin.» ma'nasma nehî olur. Ya'nm isbâtıyla ise: «Eziyyet etmez» ma'nasma haber olursa da maksad yine nehîdir; ve eziyet etmesin. » demekden daha beliğdir. Nitekim:
«Anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler...» [269] âyet-i kerimesi ve emsali de böyledirler.
Hadîsi Buharı Edeb bahsinde Kuteybe 'den tahric etmiş¬tir. Onun rivayeti «Eziyyet etmesin» şeklindedir. Ayni Hadîsi, İbni Mâcede «Fitneler» bahsinde Ebu Bekir İbni Ebî Şeybe' den rivayet etmiştir. Ebu Bekir İbni Kbî Şeybe: «Ebu'l-Ahvas, Ebû Hasîn'den bu hadisden başka hadis rivayet etmemiştir.» der.
Eziyyet etmek günah olmakla beraber, insanı dinden çıkarmaz. Yal¬nız îmanın kemâlini giderir.
Bu hadislerde îmânın Allah ile son güne tahsis Duyurulması mebde' ile ma'âda işaret içindir. Yanı kendisini yaratan A11ah'a ve kıyamet gününde mükâfat veya müeâzat vereceğine inanan kimse kom¬şusuna eziyyet etmesin demektir.
Misafire ikram meselesinin, yerine göre değiştiğini hatta farz oldu¬ğunu bundan evvelki hadîsin şerhinde görmüştük. Kirmanı şöyle diyor: «Acaba hadisde neden bu üç şeyi zikretmiştir?» dersen, ben de de¬rim ki: Bu söz cevâmiü'l-kelimdendir; bu üç şey de esaslardandır. Bunla¬rın üçüncüsü kavlî, birincisi ve ikincisi fi'lî olan esaslara işarettir. İkiden birincisi: kötülüklerden hâli kalmaya, İkincisi faziletlerle nefsi zînetleme-ye işarettir. Yâni bir kimsede A11ah'in emrini tâ'zîm sıfatı varsa o kim¬se mutlaka Allah Teâlâ 'nın yarattıklarına karşı ya hayır söyle¬mek veya şerre karşı susmak yahud fayda veren bîr şeyi yapmak, zararlı¬yı terkederek şefkat sıfatiyle vasıflanacaktır.»
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar
Administrator

Administrator
haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 2630
Kayıt tarihi : 24/05/09
Nerden : ANKARA

İMAN BAHSİ Empty
MesajKonu: Geri: İMAN BAHSİ   İMAN BAHSİ Icon_minitimePaz Mayıs 02, 2010 12:48 pm

76 — (...) Bize İshâk b. İbrahim rivayet etti. (Dedi ki): Bİze İsâ b. Yunus, A'meş'den, o da Ebû Sâlih'den,'o da Ebû Hüreyre'den naklen ba-ber verdi. Ebû Hüreyre: Resûlüllah (Saîîalîahii Aleyhi ve Sellem) buyur¬du ki diyerek Ebu Hasın hadisi gibi rivayette bulunmuş; ancak (Komşu¬suna eziyyet etmesin yerine:) «Komşusuna iyilik etsin.» demiş.

77 -- (48) Bize Züheyr b. Harb ile Muhammed b. Abdillah b. Nümeyr ikisi birden İbni Uyeyne'den rivayet ettiler, tbni Nümeyr dedi ki: Bize Süfyân, Amr'dan [270] rivayet etti ki, Arar Nâfi' b. Cübeyr'i [271], Ebû Şüreyh el-Huzâî'den [272] naklen söyle haber verirken dinlemiş: Nebiy (Sallalhhü Aleyhi ve Sellem):
«Her kim Allah'a ve son güne iman ederse komşusuna iyilik etsin! Her kim Allah'a ve son güne imân ederse misafirin^ ikram etsin, her kim Allah'a ve son güne imân ederse ya hayır söylesin ya sussun!» buyurdular.

20 - Münkeri Nehyetmenin İmandan Olduğunu, İmanın Artıp Eksildiğini, İyiliği Emir ve Kötülükden Nehyin Vacib Olduklarını Beyan Babı

78 — (49) Bize Ebu Bekir b. EM Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ve-kî' Süfyân'dan [273] rivayet etti. H.
Bize Muhammed b. el-Müsennâ dahi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Mu-hammed b. Ca'fer [274] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be rivayet etti. (Ebu Bekir b. Ebî Şeybe ile Muhammed b. el-Müsennâ) ikisi birden Kays b. Müslim'den [275], o da Târik b. Şihâb'dan [276] rivayet ettiler. Bu hadis Ebû Bekir'indir.. Ebû Bekir şöyle dedi:
— Bayram günü ilk defa işe namazdan evvel hutbe ile başlayan Mer-vân'dır. [277] Bir adam ayağa kalkarak ona:
— Namaz hutbeden öncedir; demiş. Mervân:
— Oradaki terkedilmiştir; cevabını vermiş. Bunun üzerine Ebû Saîd:
— Ama şu zât hakikaten kendisine düşeni yaptı. Ben Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)i:
«Sizden her hangi biriniz bir kötülük görürse onu hemen eliyle değiştir¬sin: Eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle değiştirsin; ona da gücü yetmiyorsa kalbiyle değiştirsin. İmanın en zaifi de budur.» buyururken işittim; demiş.
Bu hadisin müttefekun aleyh bir rivayeti vardır ki Şeyhayn onu Bay¬ram namazı bahsinde tahric etmişlerdir. Meali şudur:
«Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) Ramazan ve Kurban bayram¬larında namazgaha çıkardı; ve (Yapmağa) başladığı ilk iş namaz olurdu. Sonra namazı bitirerek cemaata karşı ayakta durur; cemaat, saflarında otururlardı. Böylece onlara va'zeder, tavsiyede bulunur; ve emrederdi. Şayed bir ordu ayırmak isterse onu ayırır; Yahud orduya müteâllik ,bir şey emretmek isterse emreder; sonra (Medine'ye doğru) çekilir giderdi. Ebû Said diyor ki:
— Halk bu minval üzere devam edegeldi. Nihayet ben Medine enjıîri Mervân ile bir Kurban veya Ramazan bayramında namazgaha çıktım. Oraya varınca ne göreyim, karşımda Kesir b. es-Salt'ın yaptığı bir min¬ber!... Bir de baktım Mervân namazı kılmadan ona çıkmak istiyor!... He¬men elbisesinden çektim. O da beni çekti ve (minbere) çıktı; namaz lan Önce hutbeyi okudu. Ben kendisine:
«Vallahi sünneti değiştirdiniz!» dedim. Mervân:
«Yâ Ebâ Said! Senin bildiğin geçti.» dedi.
«Vallahi benîm bildiğim (şekil) bilmediğimden daha hayırlıdır» de¬dim.
«Cemaat namazdan sonra bizi dinlemeye oturmuyorlar da onun için hutbeyi namazdan önceye aldım.» dedi.
Bu hadisden açıkça anlaşılıyor ki Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) zamanında minber yoktu. Bayram namazları sahrada kılınır; namazdan sonra Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) cemaata karşı ayağa kalkarak hutbesini okurdu. Kendileri son derece mütevazı ol¬dukları için minber yaptırmaya lüzum görmemişlerdi.
Kaadi Iyaz'ın beyanına göre ilk defa hutbeyi namazdan evvel kimin okuduğu ihtilaflıdır. Bazıları bunun Hz. Osman (Radİyallahu anh) olduğunu söylemiş; bir takımları, cemaat bayram namazım kıldıktan son¬ra hutbeyi dinlemeden dağıldığı için bunu Hz. Ömer (Radİyallahu anh) m yaptığını iddia etmişlerdir. Hattâ Ömer (Radİyallahu anh)'m bunu cemaat dağılıyor diye değil, geç kalanlar namaza yetişsin diye yaptığını ileri sürenler vardır,
«Hutbeyi ilk defa namazdan önce okuyan Muâviye (Radİyallahu anh) dır» diyenlerle Abdullah b. Zübeyr (Radİyallahu anh) olduğunu söyleyenler de vardır.
Fakat bütün bu söylentilere rağmen Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) ile Ebû Bekir, Ömer, Osman ve A1î (Radıyallahu Anhüm) hazerâtından sabit olan: namazı hutbeden Önce kıldıklarıdır. Umumiyetle fukahanm kavli de budur. Hatta bu hususta icmâ' bulunduğunu iddia edenler de vardır. Bunlar icmâı ya hilaftan sonra iddia etmiş; Yahud asr-ı Seâdetle Huîefa-i Râşidin zamanlarında meselenin ittifakı olma&na bakarak Beni Ümeyye'nin hilafını nazar-i i'tibâra al¬mamışlardır. Ebu Said-i Hudri (Radiyallahu anlı) 'in bir çok ze¬vat huzurunda: «Amma şu zât hakikaten kendisine düşeni yaptı.» deme¬si onlarca sünnetin bu şekilde karar kıldığına, Mervan’ın yaptığının doğru olmadığına delildir. Zâten Hz. Efcu Said .in bu hadisle ihticâc etmesi de bunu gösterir. Çünkü Mervan'in yaptığının doğru oldu¬ğuna i'tikad etse yahud eskiden böyle bir şey yapılmış veya bir sünnet gö¬rülmüş olsa ona münker demezdi. Bu rivayet Mervan'dan önce hiç bir halifenin bayram namazından evvel hutbe okumadığına delildir. Ömer, Osman ve Muâviye (Radiyallahu Anhüm) hazerâtımn okuduklarım gösteren rivayetler doğru değildir.
Acaba Mervan'mbu hareketine karşı Ebu Said-i Hudri (Radiyallahu anh) gibi bir sahâbî-i celil nasıl ses çıkarmadı da cemaatten bir zât i'tirazda bulundu?
Bu suâle bir kaç vecihle cevap verilmiştir:
1- İhtimal Ebu Said (Radiyallahu anh) sonradan yetişmiş; o gelinceye kadar i'tiraz eden zât sözüne başlamış; Ebu Said onlar konuşurken gelmiştir.
2 - Ebu Said (Radiyallahu anh) orada imiştir. Lâkin ya kendisi yahud başkası aleyhine bir fitne çıkacağından korktuğundan i'tiraz ede¬memiştir. İ'tiraz eden zâtın kavm ü kabilesi orada bulunduğu cihetle onun için korku mevzu-u bahs olmadığından o inkârda bulunmuştur.
3 - İ'tiraz eden zât korkmuş fakat ne pahasına olursa olsun inkârda bulunmuştur. Böyle yerlerde bu caiz hatta müstehaptır.
4 - Caiz ki Ebu Said (Radiyallahu anh) inkâra hazırlanmış; lâ¬kin öteki zât ondan çabuk davranarak söze başlamış; Hz. Ebu Said de onu te'yid etmiştir.
İmam Müslim 'in buradaki rivayetine göre Mervan'la müna¬kaşa eden zât cemaattan biridir. Buharı ile tahriç ettikleri rivayette ise bunun bizzat Hz. Ebu Said olduğu, namazgaha beraber geldik¬leri, Ebu Said'in Mervan'm elini tutarak onu men'etmeğe ça¬lıştığı, Mervan'in da ona red cevabı verdiği zikredilmektedir ki, bu hâl hâdisenin ayrı ayrı iki defa tekerrür ettiği ihtimalini doğurmuştur. Fakat Müslim sarihlerinden el-Übbî bu ihtimali vârid görmüyor. Ona göre vak'a birdir. Mervan'a cemaatten biri i'tirazda bulunmuş¬tur. Mervan onu dinlemeyince bu sefer meseleye Ebu Said (Radiyallahu anh) müdâhale etmiştir.
Hz. Ebu Said 'in: «Şu zât hakikaten kendisine düşeni yaptı.» de¬mesi bu işi doğru bulmayıp reddettiğinin sarih ifadesidir.
Resûlullah (Salîallahü Aleyhi ve Selkmj'm: «Sizden her hangi biriniz bir kötülük görürse onu hemen eliyle değiştirsin!» buyurması bilic-ma' vücub ifâde eden bir emirdir. İslâmda iyiliği emre emr-i bil ma'ruf, kötülükten nehye de nehy-i anil münker derler. Bu mesele müslümanlara kitâb, sünnet ve icma-i ümmetle yâni bütün naklî delillerle farz kılınmış¬tır. İyiliği emir, kötülükten nehiy ayni zamanda din demek olan nasihat-tan ma'duddur. Bu hususda bazı râfizilerden başka muhalefet eden yok¬tur. Onlann muhalefetlerinin ise bir kıymeti yoktur.
Emri bil ma'rufun vücubu mü'tezile taifesinin dedikleri gibi aklî de değil şer'idir. Vakıa Kur'an-ı Kerîm'de:
«Siz kendinizi kollayın; siz hidâyete erdikten sonra başkasının sapması size zarar etmez. [278] buyurulmuştur. Amma bunun ma'nası siz başkalarına emri bil ma'rufla uğraşmayın demek değil, muhakkikin ulamanın beya¬nına göre:
«Siz aldığınız tâ'Hmaâta göre emri bü-mâ'ruf, nehy-i ani'I-münkeri yaptınız mı artık başkalarının taksiri size zarar etmez» demektir. Çünkü kula yüklenen vazife yalnız iyiliği emir, kötülükten nehiydir. Bunları ka¬bul ettirmek onun vazifesi değildir. Eserde vârid olduğuna göre Hz. Ebû Bekir bu âyeti minberde okumuş ve: «Siz bunu doğru te'vil edemi¬yorsunuz. Ben Resulülîah (Salîallahü Aleyhi ve Seîiem)'den işittim: «Bir kavim zâlimi görürler de men'etmezlerse Allah'ın onlara kendi tarafın¬dan bir azâb göndermesi yakmcacıktir; buyuruyordu» demiştir.
Emri bil ma'ruf nehy-i ani'l-münker farz-ı kifâyedir. Binâenaleyh her farz-ı kifâye gibi o da bazı kimselerin ifâsıyle diğer rnüsîümanlardan saakıt olur. Lâkin hiç ifâ eden bulunmazsa özrü bulunmayan bütün mükellefler günahkâr olur. Emr bil rna'rufun farz-ı ayn olduğu yerler de vardır. Me¬selâ: Bir yerde bu vazifeyi bir kişiden başka bilen bulunmazsa o bir kişi¬ye emri bilma'rufu ifâ etmek farz-ı ayın olduğu gibi bir babanın evlâdı ile karısına iyiliği emir, kötülüklerden kendilerini nehyetmesi de farz-ı ayndır.
Ulema-i kiram emri bil ma'ruf nehy-i ani'l-münker vazifesinin- mü¬kelleflerden sakıt olmayacağını beyan etmişlerdir. Çünkü mükellefin va¬zifesi ettiği emir veya nehyin, muhatabına te'sir edip etmediğini düşün¬mek değil, sadece o emir veya nehyi etmektir. İhtarın mü'minlere fayds vereceği ise âyetle sabittir. Yine ulemanın temsillerine göre emri bil ma1-rufa misal: avret yerinin bir kısmı açılan kimseye örtünmesini tenbih et mektir.
Emri bil ma'ruf vazifesini yapan kimsenin emrettiği şeye kendisiniı de imtisal etmesi, nehyettiğinden kaçınması sözünün te'sirîi olması içıı pek mühim ve lâzım ise de şart değildir. Eğer emir ve nehyetüği şeyle kendinde de varsa bu sefer vazifesi çift olur; ve evvela kendine emir vey nehiyde bulunması sonra ayni şeyi başkasına yapması icâbeder.
Mu'tezileye göre kötülükten nehiy işini ancak kendisi kötülük etme¬yen ifa edebilir.
Delilleri:
«Kendi nefislerinizi unutub da âleme iyiliği mi emrediyorsunuz?» (Bake-re: 44) âyet-i kerîmesidir. Mutezileden bazıları; bir kimse kendinin etme¬diği kötülükten başkalarım nehyedebilir demişlerdir.
Emri bil ma'ruf nehiy ani'l-münker vazifesi yalnız devletin bu iş için tâyin ettiği me'murlara mahsus değildir; onu müslümanların efradı da yapabilirler. İmamü'l-Harameyn :«Buna delil icma-i müslimîndir.» diyor. Filhakika gerek asr-ı seâdetde gerekse diğer asırlarda bu işin memuru olmayanlar me'murlara iyiliği emir, kötülüklerden onları nehyederler; sair müslümanlar onların bu yaptıklarını takrir ve kabul eyler; başkaları¬nın işine karışıyorlar diye kendilerini ayıplamazlardı. Sonra bu vazifeyi an¬cak bilenler yapar. Şayed yapılacak emir namaz, oruç ve saire gibi herkesin bildiği vâciblerden, nehiy dahi zina ve içki gibi meşhur menhiyyattan olursa bunları emir ve nehiyde bütün müslümanlar müşterektir. Fakat nâdir tesadüf edilen fiil, kavil ve içtihada dair ise avam takımının gerek isbât gerekse nefi suretiyle bu işe karışmağa hakları yoktur; bu sefer me¬sele yalnız ulemaya mahsus kalır. Ulema dahi ittifakı meselelere dair emir ve nehiyde bulunurlar. İhtilaflı meseleler hakkında bir şey diyemezler. Çünkü iki mezhebin birine göre her müctehid hakka isabet eder. Diğerine göre hakka isabet eden yalnız bir kişidir; amma hangi müctehidin hatâ ettiğini bilmek kullara müyesser değildir. Hatâ edene günah dahi yoktur.
Şu kadar var ki, müctehidlerin hilafından çıkmak için nasihat yollu emri bil ma'rufda bulunmak güzel ve makbul bir iştir. Zira bir sünneti ihlâl etmemek veya başka bir hilafa sebeb olmamak şartiyîe ulema-i ki¬ram müctehidlerin hilafından çıkmaya bilittifak kaildirler. Meselâ dört mezhebin imamlarına göre ittifakla caiz olacak bir abdest; evvelâ niyet edilerek, her azayı âyetteki tertib üzere yıkamak, yıkarken hafifçe oğuş-turmak, bir uzuvdan ötekine geçerken fazla vakit kaybetmemek, yâni azayı bir biri arkasından acele yıkamak, başın, bütününe meshetmekle alınır.
İmam Nevevi emri bil ma'ruf, nehiy ani'l-münker'in çok za¬mandır zayi' olduğundan, onun zamanında bundan pek az bir takım iz¬ler kaldığından bahsettikten sonra sözüne şöyle devam ediyor: «Emri bil ma'ruf, çok büyük bir bâbtır. Bu işin nizâm ve kıvamı ancak onunla kaim¬dir. Fenalıklar çoğalınca azâb iyiye ve kötüye umumi olarak gelir. Zâ¬lime mâni' olmazlarsa Allah Teâ1â 'nın azabını onlara umumüeş-tirmesi pek yakındır:
«Allah'ın emrine muhalefet edenler ya başlarına bir beiâ gelmesinden yahud acıklı bir azaba duçar olmalarından korunuversinler!» [279]
Şu halde âhiretinin ma'mur olmasını dileyen ve A11ah'in rızası¬nı korku ile tahsil etmeğe çalışan bir kimseye gereken vazife, bu baba ehemmiyet vermektir. Çünkü faydası çok büyüktür. Bâ husus, çoğunun elden gittiği bir zamanda!... Kendisine i'tirazda bulunan kimsenin rüt¬besi yüksek diye ondan korkmamalıdır. Zira Allah Teâîâ Hazretleri:
«Allah kendi dinine yardım edene elbet yardım edecektir.» [280]
«Her kim Allah (m emirlerin) e sarılırsa muhakkak doğru yola hidâyet olunur. [281]
[282] ve : «Bizim İçin mücâhede edenler yok mu, onları mutlaka (doğru) yollarımıza hidâyet edeceğiz.» [283]
«Yoksa insanlar hiç imtihan olunmadan iman ettik demekle bırakılacak¬lar mı sandılar? Yemin olsun ki, biz onlardan öncekileri imtihan ettik. Doğru söyleyenleri Allah elbette bilecek, yalancıları da elbet bilecektir.» buyur¬muştur.
Bilmeli ki, ecir külfete göredir. Emri bil ma'rufu bir kimseye olan sa¬dakati, sevgisi, müdâhenesi, bir kimseden itibar beklediği veya onun ya¬nında i'tibannın devam etmesini istediği için elden bırakmamalıdır. Çün¬kü; ona olan sadâkat ve sevgisi kendisine bir hürmet ve hak icâbeder. Onun haklarından biri de kendisine nasihat etmek ve ona âhireti için ya¬rarlı işleri göstermek, zararlılarından korumaktır. İnsanın dostu ve ahbabı, âhiretini ma'mur etmeye çalışan kimsedir. Velev ki bu hâl onun dünya¬sı hakkında bir noksanlığa bâdı olsun. Düşmanı ise âhiretinin zayi olma¬sına veya noksanlığına çalışandır; isterse bu sebeble ona dünyası için bir nevi menfaat hâsıl olsun. İblisin bize düşmanlığı böyledir. Peygam¬berler (Salevâtullahi ve Selâmuhu Aleyhim Ecmain) mü'minlerin dostla¬rıdır. Çünkü onların âhiretlerine yararlı şeylere ve o şeyler için kendile¬rine yol göstermeğe çalışırlar. Kerim olan Allah 'dan bizi, dostlarımızı ve sair müslümanları rızâsına muvaffak kılmasını dileriz. Bizlere cûd-u rah¬metini teşmil buyursun.»
Emri bil ma'rufu yapan kimsenin nezaket, rifk u mülâyemetle muamelede bulunması icâbeder. Zira maksada bu daha elverişli¬dir, îmam Şafiî: «Bir kimse din kardeşine gizlice va'z ederse ona gerçekten nasihat etmiş ve onu ziynetlemiş olur. Aşikâre va'zeden ise onu muhakkak surette rezil etmiş ve batırmıştır.» demiştir.
Nevevi ekseriyetle insanların emri bil ma'ruia karşı göz yumduk¬ları şeylere misal olarak kusurlu bir malı satılırken gorüh de i'tirazda bu¬lunmamalarım, o malın kurusunu müşteriye söylememelerini gösteriyor; bunun açık bir hatâ olduğunu söylüyor; ve: «Halbuki bilenin satıcıya i'ti-raz ve inkârda bulunmasının, müşteriye malm kusurlu olduğunu bildir¬mesinin vâcib olduğunu ulema nassan beyân etmişlerdir.» diyor.
Münkerden nehyîn nasıl yapılacağını Resulü Ekrem (Saltallahü Aleyhi ve SeUem) bu hadisde güzelce beyan etmiştir. Mezkûr beyandan anlaşıldığına göre bir kötülük gören kimse imkân bulursa onu eliyle men'edecektir. Buna gücü yetmiyorsa diliyle, bu da mümkün de¬ğilse kalbiyle mâni' olacaktır. Kalble mâni' olmanın ma'nası o şeyi kerih görmek, ondan tiksinmektir. Bu hakikatda bir kötülüğe mâ'ni olmak değil¬se de başkası elinden gelmediği için bizzarure onunla iktifa eder, Allahu â'lem bundan dolayı onun hakkında: «İmanın en zaifidir» buyurulmuştur. Yani kötülüğü değiştirme hususunda semeresi en az olan budur. Yoksa imanın en zayıfı yoldan eziyet veren şeylerin atılması olduğu yukarıda görülmüştü: Maamafih buradaki zaifliği mutlak bırakarak iki hadisin ara¬sım bulmakda mümkündür. Bu takdirde eziyet veren şeyin atılmasiyle kötülüğü kalben değiştirmek birbirine müsavidir. Bundan daha zaif mer¬tebe yoktur. Hatta kalben değiştirme daha da zayıftır.
Babımızın hadisi hakkında Kaadi Iyâz şunları söylemiştir: «Bu hadis, münkerin nasıl değiştirileceğini beyân hususunda esastır. Mün-keri değiştiren kimseye düşen vazife, kavlen olsun fi'len olsun onu gideren herşeyle değiştirmektir. Meselâ; bâtıl bir şeyin âletlerini kıracak, içkiyi ya bizzat dökecek, yahut birine döktürecek; gasbedilen mallan ya bizzat gasıbdan alarak sahiplerine iade edecek yahud imkânı varsa başkasına emrederek bu işi yaptıracaktır.
Münkeri değiştirirken câhil ile şerrinden korkulan kuvvet' sahibi zâ¬lime karşı son derece yumuşak davranmalıdır. Çünkü bu şekilde hare¬ket etmesi sözünün kabulüne daha ziyade yarar.
Nitekim bu işi vazife olarak üzerine alan me'murun da ayni ma'na-dan dolayı salâh ve fazilet ehli olması müstehabtır. Şaşkınlığında devam edenle tembelliğinde israfa varan hakkında şiddet göstermelidir. Amma bunu yapmak için gösterdiği şiddetin, değiştirdiğinden, daha kötü bir mün-kere sebeb olmayacağından emin bulunması şarttır. Kendisi zâlimin tasal¬lutundan mahfuz olmalıdır. Eğer zann-ı galibine göre o münkeri eliyle değiştirmek kendisinin veya başkasının öldürülmesi gibi daha şiddetli bir münkere sebeb olacaksa elle değiştirmekten vazgeçerek dil ile söylemeli, nasihat ve korkutma ile iktifa etmelidir. Şayet söylemenin o münker gibi bir münkere sebeb olacağından korkarsa kalbiyle değiştirmelidir. Hadis-den murad inşallah budur. Eğer emri bil ma'ruf hususunda yardım edecek bir kimse bulunursa, silâh çekmeye ve harbe müncer olmamak şartiyle yardım diler...»
Bazılarına göre öleceğini dahi bilse münkere karşı behemahal sarih sözle i'tirazda bulunmak lâzımdır. Fakat bu kavil doğru değildir.
Bu bâbda İmamü'l-Haremeyn'de şöyle demektedir: «Mesele silah çek¬meye ve harbe müncer olmamak şartiyle, lâfdan almayan büyük günah sa¬hibini devletin tebaası efradı fi'len o günahdan men'edebilirler. İş harbe dayanırsa hükümdara havale edilir. Zamanının hükümdarı zâlim olur da zulmü meydana çıkar; ve yaptığı bu kötü hareketten sözle men'edüdiği zaman vazgeçemezse memleketin ileri gelenleri, silah çekme ve harbetme bahasına bile olsa onu hal' (Yani azil) için ittifak edebilirler...»
Ancak îmamü'I-Harameyn'm bahsettiği bu hali' meselesi ulemâ ara¬sında garib karşılanmış ve: «Bundan maksad: hükümdarın hal'i ile daha büyük bir fesad çıkacağından korkulmazsa o zaman hal'edilebilir; de¬mektir.» şeklinde te'vil edilmiştir. Yine İmamii'l-Haremeyn'in beyanına göre emri bil-ma'rufla vazifeli olan kimse mücerred zann üzerine evle¬re girip araştırma yapamaz. O ancak gördükleriyle meşgul olur.
Ebu'l-Hasen Mârûdî araştırma meselesini ikiye ayırmak¬tadır:
1- İşlenen bir harama dair olup sonradan tedariki mümkün değilse araştırma caizdir. Meselâ: doğru söylediğine i'timâd ettiği bir zât: «Şu eve birisi bir adam kapadı; öldürecek.» Yahud: «Bir kadın kapadı; zina ede¬cek» dese o evi aramak caizdir. Çünkü aranmadığı takdirde elden giden fırsatın tedarikine imkân yoktur. Bu aramayı yalnız devlet me'muru de¬ğil ahâli dahi yapabilirler.
2- Yukarıda söylenenlerden bir derece aşağı olan münkerattır. Bun¬larda içeriye girerek araştırma yapmak caiz değildir. Meselâ: bir evden kötü kötü eğlence sesleri gelse içeride işlenen menhiyyatı men'etmek için eve girilemez; dışarıdan men'edilir.

79 —(...) Bize Ehu Küreyb Muhammed b. el-AIâ' rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Muaviye [284] rivayet etti. (Dedi ki): Bize el-A'meş, İs¬mail b. Recâ'dan, [285] o da babasından, o da Ebû Said el-Hudri'den, bir de Kays b. Müslim'den, o da Tarık b. Şihâb'dan, o da Ebû Said-i Hudri'-den Mervân kıssası ile Ebû Said'in Peygamber (SaiMlahü Aleyhi ve Sellem) den rivayet ettiği hadisi hakkında (bundan önceki) Şu'be ve Süfyan hadi¬sinin mislini rivayet eyledi.
İbaredeki Kays b. Müslim, İsmail b. Eecâ1 üze¬rine ma'tuftur. Ma'na şudur: Bu hadisi el-A'meş, İsmail b. Recâ 'dan, o da tarikin birinde Kays b. Müslim 'den rivayet et¬miştir. Allahu a'lem.

80 — (50) Bana Amru'n-Nâkıd ile Ebû Bekir b. en-Nadr ve Abd b. Humeyd rivayet ettiler. Bu lâfız Abd (b. Humeyd) indir. Dediler ki: Bize Yâkub b. İbrahim b. Sa'd rivayet etti. Dedi ki: Bana babam, Salih b. Key-san'dan, o da el-Hâris'den, [286] o da Ca'fer b. AbdiIIâh b. el-Hakem [287] den, o da Abdurrahmân b. el-Misver'den [288], o da Ebû Râfi'den [289] o da Abdullah b. Mes'ûd'dan naklen rivayet eyledi ki, Resulüllah (Saîîalîahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuşlar:
«Benden önce Allah'ın hiç bîr ümmete gönderdiği bir peygamber yoktur kî, o Peygamberin, ümmetinden Havarileri ve sünnetine tâbi' olan, emrine uyan ashabı olmasın. Kıssa şu ki, sonra onların ardından, yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadıklari şeyleri yapan bir takım kötü nesiller mey* dana çıkar. İşte kim bunlara karşı eliyle mücâhede ederse o rr.ü'mindir. Kim onlara karşı diliyle mücâhede ederse o da mü'm indir. Kim onlara karşı kalbiyle mücâhede ederse o da mü'mindir, Amma bunun ötesinde imandan bir hardal danesi de yoktur.»
Ebû Kâfi' demiş ki:
— Ben bunu Abdullah b. Ömer'e anlattım da kabul etmedi. Derken İbnî Mes'ud geldi ve Kanat (vadisine) indi. Abdullah b. Ömer onu ziya¬rete giderken beni de beraberine almak istedi. Ben de onunla beraber git¬tim. Oturduğumuzda İbni Mes'ud'a bu hadisi sordum. Onu bana, İbni Ömer'e anlattığım gibi anlattı.
Salih:
— Böyle bir hadis hakikaten Ebû Râfi'den rivayet olundu; demiştir. (...) Bu hadisi bana Ebû Bekir b. İshâk b. Muhammed [290] de rivayet
etti. (Dedi ki): Bize İbni EM Meryem [291] haber verdi. (Dedi ki): Bize Abdülâziz b. Muhammed rivayet etti. Dedi ki: Bana el-Hâris b. el-Fudayl el-Hatmiy Ca'fer b. Abdillâh b. el-Hakem'den, o da Abdurrahman b. el-Misver b. Mabrama'dan, o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) 'in âzadlısı Ebû Râfi'den, o da Abdullah b. Mes'ûd'dan naklen Salih'in hadisi gibi haber verdi. Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)şöyle buyurmuş¬lar:
«Hiç bir peygamber gelmemiştir ki, o peygamberin yolunda yürüyen ve sünnetini sünnet edinen bîr takım havarileri olmasın.» Yalnız Ebû Râü', İbni Mes'ud'un gelişini ve İbni Ömer'in onunla buluşmasını zikretmemitir.
Hadisin isnadında birbirinden rivayette bulunan dört dane tabiî bir araya gelmiştir ki, nâdirattan sayılır. Bunlar: Salih, Haris, Ca¬fer ve Abdurrahman 'dırlar.
Ümmet: Bir peygamberin tabileri ve ashabı den. iktir. Bazen peygam¬berin dine da'vet ettiği kimseler ma'nasmda umumi olarak kullanılır. Bu takdirde ümmetin ma'nasmda kâfirler de dâhil olduğundan müslümanlara ümmet-i icabet, kâfirlere ümmet-i dâ'vet denilir. Maamaiih ekseriyetle bi¬rinci ma'nada kullanılır.
Havârî: Yardımcı, hâlis ve çamaşırcı ma'nalanna gelir. Burada hava¬rilerden murâd; lügat ulemasından Ezheri ile diğer bazılarına göre peygamberlerin en yakın ve her türlü kusurdan azade dostlarıdır. Bir tamamları: «Havariler, peygamberlerin yardımcılarıdır...» demiş; başkaları mücahidler ma'nasma geldiğini söylemişlerdir. «Havariler, peygamber¬lerden sonra onların yerine halife olabilecek kimselerdir.* diyenler de ol¬muştur.
Bu hadis zahiren; «Bir peygamber gelir onunla l)ir veya iki kişi bera¬ber olur; başka b*r peygamber gelir; onunla beraber kimse yoktur.» hadisine muarız görünürse de hakikatta aralarında muâraza yoktur; çünkü buradaki hadisden murad ekseriyettir. Yani ekseriyet itibariyle her pey¬gamberin ümmetinden havarileri vardır; demektir. Yahud ibareden sıfat hazfedümiştir. Ma'na: Tâbi'leri bulunan hiç bir peygamber yoktur ki, üm¬metinden havarileri olmasın; demektir. Bazıları: «Bu hadis Nebiler hak¬kındadır. Tabiî bulunmayanlardan bahseden hadis ise Resule mahsustur.» diyerek iki hadisin başka başka ma'nalar taşıdığını iddia etmişlerdir.
İbarede atıf harflerinden (sümme)nin kullanılması, Peygamberlerin sünnetlerinin değiştirilmesi; kendilerinden çok zaman sonra olduğuna ten-büı içindir. Rütbede uzaklık bildirmek için kullanılmış olması da caizdir. (Sümme) den sonra gelen zamîr, nahiv ulemâsının «zamir-i kıssa» na¬mını verdikleri zamirdir. Bu zamirle müzekkere işaret edilirse ona «za¬mir-i sân» derler. Mânâ şudur: Bilahare bu selef-i salibinin ardından Öyle kötü bir nesil gelir ki, bunların diyanetten hiç bir nasibi olmaz.
Hulûf: Halfin cem'idir; ve arkadan gelen kötü nesil manasınadır, Ha¬lef ise hayırh nesil demektir. Meşhur olan bu ise de lisân ulemâsrndan bir çokları bahusus Ebu Zeyd : «Bu kelime ister halef ister half okun¬sun, hayırlı ve hayırsız nesil manasında kullanılır» demişlerdir. Bazıları kötü nesil ma'nasma kelimenin (Halef) okunabileceğini, fakat; hayırlı nesil manasına (Halh) şeklinde okunamayacağını ileri sürmüşlerdir.
Kanaat: Medine-i Münevvere'de bir vadidir. Kenarında Medinelilerin malları vardır. Bu kelime bâzı esas nüshalarda buradaki gibidir; ve hem alem, hem müennes olduğu için gayri munsariftir. Fakat ekseriyetle esas nüshalarda ve Müslim'in ekseri râvileri tarafından:
t şeklinde zabtolunmuştur.
Finâ' avlu içi ma'nasmadır. Kaadı lyâz Semerkandî'-nin rivayetinde kelimenin (kanâat) olduğunu söylemi ştirki, doğrusu da odur; finâ' rivayeti hata ve tasniftir.
Sâ1ih'in : «Böyle b*r hadis hakikaten Ebû Râfi'den rivayet olun¬du.» sözü üzerine Kaadi Iyaz (Rahimehullah) şunları söylemiş¬tir: Bunun ma'nası şudur: Salih b. Keysân senedde İbni Mes'ud 'u hiç zikretmeden: bu hadis Ebu Râü 'den, o da Peygamber (Sallallafıü Aleyhi ve Sellem) 'den naklen rivayet olun¬muştur; demiştir. Filvaki' Buhâri bu hadisi tarihinde muhtasaran: Ebu Râfi'den, o da Peygamber (Salîaliahü Aleyhi ve Sellem) 'den diyerek rivayet ekmiştir. Ebu Aliy el'-Ceyyânî, Ahmed b. Hanbel'in:
«Bu hadis mahfuz değildir. Hem bu söz İbni Mes'ud 'un sö¬züne benzemiyor. İbni Mes'ud: «Benimle buluşuncaya kadar sabredin, diyor.» dediğini söylemiştir.
İbni Salâh da diyor ki: «Bu hadisi Ahmed b. Hanbel (Rahimehullah) inkâr etmiştir. Amma onu el-Hâris 'den hep mevsuk râvilerden müteşekkil bir cemaat rivayet etmiştir. Zaif râviler hakkın¬da yazılan kitaplarda biz e1-Hâris'in zikredildiğini görmedik. İbni Ebi Hatim !in kitabında Yahya b. Main 'den naklen onun sika olduğu söyleniyor. Sonra el-Hâris bu hadisi yalnız başına riva¬yet etmemiştir. Salih b. Keysan'm sözünün de işaret ettiği ve-cihle onun tabileri de vardır.İmâm Dâre Kutnî merhum «Kitâ-bü'1-İIel» adlı eserinde bu hadisin başka yollardan da rivayet edildiğini, bunlardan birinin Ebû Vâkıd el-Leysî yolu olup İbni Mes'ud'dan, o da Peygamber (Salîaliahü Aleyhi ve Sellem)'den naklettiğini zikretmiştir.
İbni Mes'ud (Radiyallahu anh) 'in: «Benimle buluşuncaya ka¬dar sabredin!» demesi münkeri inkârdan dolayı kan döküleceği yahud fit¬ne baş göstereceği veya benzeri bir hadise meydana geleceği içindir. Bu hadisde bozgunculara karşı elle ve dille cihada teşvik buyurulması fitne çıkmasına sebeb olmayacak yerlere mahsustur. Şu da var ki, bu hadis geç¬miş ümmetler hakkındadır. Onun lâfzında bu ümmetin zikri geçmemiştir. İmam Nevevi bütün bu kavilleri zikrettikden sonra: «İmam Ahmed merhumun bu hadise dokunması şaşılacak şeydir.» der.
Hadisin sonundaki: ibaresini Hari rî «Dürretü'1-Gavvas» nâm eserinde inkâr etmiş ve:
denilmeyip denileceği iddiasında bulunmuşsa da Cev heri bunun denilebileceğini Sıhâh » ında beyân etmiştir.

21- İman Ehlinin İmanda Birbirlerinden Farklı Oluşları ve Yemenlilerin Bu Husustaki Üstünlüğü Babı

81 — (51) Bize Ebû Bekir b, Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki); Bize Ebû Üsâme [292] rivayet etti. H.
Bize İbni Nümeyr de rivayet etti. (Dedi ki): Bize babam rivayet ey¬ledi. H.
Bize Ebû Küreyb [293] rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni tdris [294] ri¬vayet eyledi bunların hepsi İsmail b. Ebî Hâlid'den rivayet ettiler. H.
(Yine) Bize Yahya b. Habib el-Hârisî rivayet etti. Bu söz onundur. (Dedi ki): Bize Mu'temir, [295] İsmail'den rivayet etti. İsmail şöyle demiş: Kays'i [296] Ebû Mes'ud'dan [297] rivayet ederken dinledim. Dedi ki:
— Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Seiiem) eliyle Yemen tarafına işa¬ret ederek:
«Bana bakın! İmân su taraftadır. Sertlik ve katı kalblilik de develerin kuyrukları dibindeki yaygaracılarda, şeytanın iki boynuzunun doğduğu yer¬deki Rabia ve Mudar kabilelerindedir.» buyurdular.

82 — (52) Bize Ebu'r-Rabî' ez-Zehrânî [298] rivayet etti. (Dedi ki) t Bize Hammâd [299] haber verdi. (Dedi ki): Bize Eyyub [300] rivayet ettit (Dedi ki): Bize Muhammed, [301] Ebû Hüreyre'den naklen rivayet ettiL Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellenı):
«Yemenliler geldi. Onlar kalben nazik insanlardır. İman Yemen'Ii, dîn anlayışı Yemen'li, hikmet de Yemen'lidir.» buyurdular.

83 — (...) Bize Muhammed b. el-Müsennâ rivayet etti. (Dedi ki): Bi¬ze İbni Ebî Adiy [302] rivayet etti. H.
Bana Amru'n-Nâkıd [303] da rivayet etti. (Dedi ki): Bize İshâk b. Yu¬suf el-Ezrak [304] rivayet etti. Bunların her ikisi, İbni Avn'dan [305] , o da Muhammed'den, [306] o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet ettiler. Ebû Hüreyre: «Resûlüllah (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu» diyerek bu hadisin mislini rivayet etmiş.

84 - (...) Bana Amru'n-Nâfcıd ile'Hasen el-Hulvânî rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Ya'kub —ki İbni İbrahim b. Sa'd'dır— rivayet etti.
(Dedi ki): Bize Ebû Salih, [307] A'rac'dan [308] naklen rivayet etti. Dedi
ki: Ebû Hüreyre şunları söyledi: Resulüllah (SaUailahü Aleyhi ve Seîlem):
«Size Yemenliler geldi. Onlar yumuşak kalbli ve nâzik gönüllü zevattır. Fıkıh Yemen'li, hikmet de Yemen'ltdir.» buyurdular.

85 — (...) Bize Yahya b. Yahya rivayet etti. Dedi ki: Mâlik'e [309] Ebu'z Zinâd'dan dinlediğim, onun da eî-A'rac'dan, onun da Ebû Hürey-re'den naklettiği şu hadisi okudum: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve
Sellem) :
«Küfrün başı şark tarafındadir. Kendini beğenme, büyüklerime at ve deve sahibi olan yaygaracı bedevilerde, vakar ise koyun sahiblerindedir.» buyurmuşlar.

86 — (...) Yahya b. Eyyub ile Kuteybe [310] ve İbni Hucr, [311] İs¬mail b. Ca'fer'den rivayet ettiler. İbni Eyyûb dedi ki: Bize İsmail rivayet etti. Dedi ki: Bana el-Alâ' [312], babasından, o da Ebû Hüreyre'den naklen haber verdi ki: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«İmân Yemenlidir; küfür şark tarafında, vakar koyun sahihlerinde, ken¬dini beğenme ve riya da yaygaracılarda at ve deve sahiblerindedir. buyur¬muşlar.

87 — (...) Bana Harmelctü'bnü Yahya rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Vehb [313] haber verdi. Dedi ki: Bana Yunus, [314] İbni Şihâb'-dan [315] rivayet.etti. Demiş kü Bana Ebû Seîemete'bnü Abdîrrâhmân ha¬ber verdi ki, Ebû Hüröyre şöyle demiş: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'i:
«Kendini beğenme ve büyüklerime yaygaracı bedevilerde, vakar ise ko¬yun sahiblerindedir.» buyururken işittim.

88 — (...) Bize Abdullah b. Abdirrahman ed-Dârimî rivayet etti. (De¬di ki): Bize Ebu'I-Yemân [316] haber verdi. (Dedi ki): Bize, Şuayb [317] Zühri' den bu isnadla bu hadisin benzerini haber verdi: «İmân Yemenlidir. Hikmet de Yemenlidir.» ifadesini de ziyâde etti.

89 — (...) Bize Abdullah b. Abdirrahman rivayet etti: (Dedi ki): Bize Ebu'l-Yemân, Şuayb'dan, o da Zühri'den naklen haber verdi. (Demiş ki): Bana Saidü'bnü'l Müseyyeb rivayet etti ki, Ebû Hüreyre şöyle demiş: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Yemenliler geldi. Onların gönülleri nâzik, kalbleri yumuşaktır. İmân Yemen'li, hikmet de Yemen'lidir. Vakar koyun sahihlerinde, övünmek ve büyüklenmek yaygaracı bedevilerde, güneşin doğduğu taraftadır.» buyurken işittim.

90 — (...) Bize Ebû Bekir İbni Ebî Şeybe ile Ebû Küreyb rivayet et¬liler. Dediler ki: Bize Ebû Muâviye, [318] A'meş'den, [319] o da Ebû Salih'¬ten, o da [320] Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Şöyle demiş: Resu¬lüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Size Yemenliler geldi. Onlar, kalpleri pek yumuşak gönülleri pek nazik îevâttır. İmân Yemen'lidir; hikmet de Yemen'lidir. Küfrün başı şark tarafin-ladir.» buyurdular.
(...) Bize Kuteybetü'bnü Said ile Z.ülıeyr b. Harb rivayet ettiler, Dedi-lleı ki: Bize Cerir, A'meş'den (bu hadisi) bu isnadla rivayet etti. Amma: '«Küfrün başı şark tarafindadır.» ifadesini zikretmedi.

91— (...) Bize Muhammedü'bnü'l-Müsennâ rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Ebî Adiy rivayet eyledi. H.
Bana Bişm'bnü Hâlid' [321] dahi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Muham-med yani İbni Ca'fer rivayet etti. Her ikisi de dediler ki: Bize Şu'be, [322] A'meş'den [323] bu isnadla Cerir [324] hadisinin benzerini rivayet etti. Ve:
«Öğünme, büyüklenme deve sahiplerinde, vakar ve sekinet ise koyun sa-hiplerindedir.» ifadesini ziyâde eyledi.

92 — (53) Bize İshâk b. İbrahim [325] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ab¬dullah b. el-Hâris el-Mahzûmî [326], İbni Cüreyc'den naklen haber verdi. Demiş ki: Bana Ebu'z-Zübeyr [327] haber verdi. Kendisi Câbir b. Abdillâh'i şöyle derken işitmiş: Resulüllah (Salîaîlahii Aleyhi ve Sellem) :
«Kalp katılıkları ile kabalık doğudadır. İmân ise Hİcazlılardadır.» buyurdular.
Bu bâbda gördüğümüz on üç hadis hakikatte bir hadisin muhtelif ri¬vayetleridir. Hadis müttefekun alevdir. Onu Buhâri dahi, «Bed'ül-Halk», «Talak», «Menakibu Kureys» ve «Meğazî» bâblannda muhtelif râ-vilerden tahriç etmiştir.
Ulemâ bu hadisin bâzı yerlerinde ihtilâfa düşmüşlerdir. Mezkûr ihti¬lâfları Kaadi Iyaz bir yere toplamış; bilâhere İbni Salâh kısaltarak daha vazıh bir şekle sokmuştur. Şöyle ki:
«Ulemâ imânın Yemen'lilere nisbet edilmesini zahirî ma'nâsmdan çı¬karak muhtelif te'villerde bulunmuşlardır. Buna sebeb imanın mebdei Mekkc-i Mükerreme ve daha sonra Medine-i Münevvere olmasıdır. Mağrib ulemasından Ebu Ubeyd île ondan sonra gelenler bu hususta bir kaç kavil naklederler: Birinci kavle göre; Resulüllah (SallallahU Aleyhi ve Selkm) «İmân Yemen'lidir.» buyurmakla Mekke'yi kasdetmiş-tir. Çünkü Mekke, Tihâme'dendir. Tihame ise Yemen'den sayılır; derler,
İkinci kavle göre murad: Mekke ile Medine'dir. Zira Resûîüllai (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in, bu hadisi Tebük'de söylediği rivayet olu¬nuyor. Bu takdirde Mekke ile Medine, Peygamber (SallallahL Aleyhi ve Sellem) ile Yemen arasında kalırlar; ve Yemen tarafına işaret etmiş; fakat Mekke ile Medine'yi kasd ederek: «İmân Yemen'lidir.*! buyurmuş olur. Yani Mekke ile Medine'yi Yemen'den sayması, o tarafdî bulundukları içindir. Nitekim Kâ'be-i Muazzama Mekke'de olduğu haldi onun Yemen tarafına bakan köşesine »Rüknü Yemânî» derler.
Üçüncü kavle göre: maksad Ensârdır. Çünkü onlar aslen Yemen'lidir ler. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e yardım ettikleri için zaman onlara nisbet edilmiştir. Ulemadan birçokları bu kavli tercih ettikıti gibi Ebû Ubeyd de onu beğenmektedir.
Lâkin İbni Salâh mezkûr üç kavli de tenkid ederek şunları
«Eğer Ebû Ubeyd ile'onun izinden gidenler Müsim ile başkalarının yaptıkları gibi bu hadisin bütün rivayet yollarını lâfizlariyle bir araya toplayarak üzerinde dursalar bu söylediklerinden ha başka bir neticeye varırlar; zahiri rna'nayı bırakmazlar; ve mutlak zikredüdiğine göre hadisden muradın Yemen ve Yemenliler olduğuna hükmederlerdi. Zira hadisin bazı lâfızlarında: «Size Yemen'lîler geldi.» buyurulmuştur ki. Ensar da bu söze muhatab olanların içindedir. Şu halde Yemenliler Ensardan başkadırlar. Resulüllah (SaUaîîahü Aleyhi ve Sellemyin.: « Yemen'IÜer geldi » buyurması da Öyledir. O zaman gelen¬ler Ensardan başkaları idi. Sonra Peygamber (Saltallahii Aleyhi ve Sellem) gelenleri kemâl-i imanla hüküm verecek şekilde vasıflandır¬mış; ve : «İmân Yemenlidir» sözünü buna bina etmiştir. Binaenaleyh mez¬kûr hadis Mekke ile Medine'ye değil, kendisine gelen Yemen'lilerin imâ¬nına işarettir.
Sözü zahiri ma'nasında bırakarak hakikaten Yemen'liler ma'nasma almaya bir mâni'de yoktur. Çünkü bir kimse bir şeyle vasıflanır da o şe¬yin kendisinde bulunduğu kuvvetle bilinirse, o kimsenin bu şeyle tema¬yüz ettiğini ve bu hususda hâlinin kemâl üzere olduğunu göstermek için
0 şey kendisine nisbet edilir. İşte iman hususunda o gün gelen Yemen'li-lerle Resulüllah (SalîaUahü Aleyhi ve Sellem) 'in hayatından ve ir-tihalinden az sonra gelen Üveysü'l-Karanî, Ebû Müslim el-Havlânî (Rahimehutîah) ve emsali gibi kalbi selim, imânı ka¬vı zevatın halleri de böyle idi. Bundan dolayı imanı onlara nisbet etmek, onu başkalarından nefi ma'nasma gelmeksizin bu zevatın iman-ı kâmil sa¬hibi olduklarını bildirmek içindir. Binaenaleyh bu hadisle Resûlül1ah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in : «İmân Hicaz'hlardadır.» hadisi ara¬sında hiç bir münâfat yoktur.
Sonra bu hadisden murad her devirde yaşayan Yemen'liîer değil, o zamankilerdir. Zira lâfız her devirdekileri iktizâ etmez. Bu hususda hak budur. Bizi hakka hidâyetinden dolayı Allah Teâ1â'ya şükrederiz. AHahu a'lem.
Ibni Salâh, bundan sonra sözüne şöyle devam etmiştir: «Ha-disde zikri geçen fıkıh ve hikmete gelince; Burada fıkıh, din hususunda¬ki anlayışından ibarettir. Sonraları fukahâ ve usûl-ü fıkıh, uleması fıkhı: «Amele dair olan şer'î hükümleri, aynen delil getirmek suretiyle anla¬maktır.» diye tahsise karar vermişlerdir.
Hikmeti ta'rif hususunda ise bir çok sakat kaviller vardır. Her kavil onun sıfatlarından bazısını söylemekle iktifa etmiştir. Bu ta'riflerden bize en dürüst geleni şudur: «Hikmet, nufuz-u nazar, ahlâkı tehzib, hakkı hak bilerek onunla amel, neva hevese ve bâtıla tâbi' olmayı önlemek gibi şey¬lerle birlikte Allah Teâlâ'yı bilmeyi de içine olan hükümlerle vasıflanan ilimdir.» Hakim de bunlar kendisinde olan zâttır. Ebû Bekir b. Düreyd: «Sana nasihat ile seni kötülüklerden men'eden yahud iyilik yapmaya çağıran veya çirkin bir şeyden seni nehyeden her kelime hikmettir; demiştir.>
Hadisde Yemen'liler hakkında :
«Onların kaibleri daha yumuşak, gönülleri daha nâziktir.» buyurulmuş; ve bir cümlede hem kalb hem fuâd kelimesi zikredilmiştir. Halbuki (Kulûb) ve (Ef'ide) kelimeleri ayni ma'nayadırlar. Çünkü Kuiub: Kalbin; Ef ide: fuâd'ın cem'idirler. Fuâd da kalb demektir. Şu halde kalb sözü mütera-difiyle tekrarlanmıştır. Bittabi böyle olması, ayni lâfzın tekrarlanmasın¬dan daha makbuldür. Ancak fuâd'ın kalb ma'nasma gelmediğini iddia edenler de vardır. Bunlardan bazılarına göre fuâd kalbin içi, diğerlerine göre kalbin zarı ma'nasmadır. Bu zar ince olursa bir şeyin ondan geçme¬si kolay ve sür'atli olur.
Kaiblerin yumuşaklık, naziklik ve zayıflıkla tavsif Duyurulmasının ma'nası, onların huzû' ve haşyet sahibi olmaları, çabuk icabet etmeleri, başkalarının kalpleri gibi şiddet ve katılıkla tavsif edilemeyip nasihat ve ihtardan çabuk mütenebbih olmalarıdır.
Fahr: Kendini beğenmek ve Övünmektir:
Huyelâ': Büyüklenmek ve başkasını hor görmektir.
«Feddâdîn» kelimesi Hattâbî'nin beyanına göre iki vecihle tef¬sir olunur. Ya (Fedde) filinden alma feddâd'ın cem'idir; ve şiddetli sesli demektir ki. deve sahiplerinin âdeti budur. Yahud fedan'ın cem'idir.
Fedan; ziraat âleti, ziraatte kullanılan öküzler demektir. Bundan mak-sad çiftçilerdir. Nevevi «Doğrusu şedde ile feddâdın cem'i fedda-dîn'dir; hadis ulemâsiyle Esmaî'm'n ve cumhuru ehl-i lügatin kavli budur.» diyor.
Kurtubî: «Bu hadisde şeddeliden başka rivayet yoktur.» demiş¬tir.
Bazılarına göre Feddâd: iki yüzden bine kadar hatta daha fazla de¬vesi olan demektir. Maksad, devesi çok olan kaba saba yaygaracılar; ken¬dini beğenenlerdir. Ebu'l-Abbas'a göre bunlar; deveciler, çoban¬lar, sığır sahipleri ve hamallardır. Esmaî:. «Bunlar, tarlalarında ve malları ile hayvanlarının arasında sesleri yükselenlerdir. Fedid, şiddetli ses ma'nasma gelir.» demiştir. Hattabi diyor ki: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliem)'in böylelerini zemmetmesi, dünya işleriyle uğ¬raşırken, din işlerine bakamadıklarmdandır. Bu onları âhiret işinden alı-kor, kalbin katılığı ve saire de bundan meydana gelir.»
«Ehl-i veber : Yüncüler demektir. Maksad çölde yaşayan bedevilerdir. Nitekim bunların zıddına yâni şehirlilere de ehl-i meder denilir. .
«Sertlik ve katı kalblilik ve develerin kuyrukları dibindeki yaygaracılar¬da» buyurması, hayvanları götürürken yaygara ve gürültü çıkardıklann-dandır. Bundan sonra; «Şeytanın iki boynuzunun doğduğu yerdeki Rabiâ ve Mudar kabilelerindedir.» buyurulmuştur. Rabia ve Mudar, yaygaracılar¬dan bedeldir; yani yaygaracılar onlardır.
Şeytanın iki boynuzundan murad: başının iki yanıdır. Bazıları: «Şey¬tanın iki boynuzu, onun iki gurup bendegâmdır. O bunları insanları sa¬pıtmak için teşvik eder.» demiş; bir takımları: «Bunlar şeytanın kâfirler¬den olan yardımcılarıdır.» mütaleasında bulunmuşlardır. Maksad, bilhas¬sa şarkın son derece küfre ve şeytanın tesallatuna ma'ruz bir yer olduğu¬nu anlatmaktır. Nitekim rivayetin birinde: «Küfrün başı şark tarafıdır.» buyurulmuştur. Resulüllah (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem) devrinde şarkda hâl böyle idi.
Burada mecûsîlerin küfrü çok şiddetli olduğuna işaret vardır. Zira mecusi olan acemlerle onların idaresinde bulunan arapların memleketi, Medine'ye nisbetle şarkta idi. Bunlar gayet çok ve kuvvetli idiler. Hatta hükümdarları Resulüllah (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem) 'in mektubu¬nu parçalamıştı. Taberi'nin beyanına göre deccal dahi şarktan çıka¬caktır. Ekseri şark milletleri son derece azgın ve kâfir oldukları için ate¬şe taparlardı. Bin seneden beri ateşleri sönmemişti. Ateşe hizmet edenle¬rin sayısının yirmi beş bin olduğu söylenir.
Hadisde şarka «Şeytanın iki boynuzunun doğduğu yer» denilmiştir. Çünkü şeytan güneşe karşı duran kimsenin karşısına dikilir. Güneş doğ¬duğu zaman başının iki tarafının arasında kalır. Böylelikle güneşe karşı iıamaz kılanların kendisine secde ettiği zanmnı verir.
Kaadi Iyaz'a göre şarkdan murad, Necd'dir. Çünkü Necd şark¬da Medine'den başlar. Hadis Tebük'de söylendi ise onun şarkı dahi Necd'-: dir. Kabîa ve Mudar kabileleri de orada yaşarlardı. Bunlar iki kardeş ka-; bile olup hayvancılık ve çiftçilikle geçinirlerdi. Sert tabiatlı ve katı kalbli lâftan anlamaz kimselerdi.
İmam Nevevi kasveti: nasihat kabul etmemek; gilâzı da; anla¬mamak diye izah etmiş; ve bunların ayni ma'naya geldiğini söyleyenler olduğunu dahi kaydetmişse de el-Übbî: «Kasvet; yumuşaklığın zıd¬dı; gılâz da re'fetin zıddıdır.» demiş; ve bu iki kelimenin burada: şarklı¬lar ibret almaktan uzak kendilerine nasihat kâr etmez kimselerdir; ma'na-smdan kinaye olduklarını beyan etmiştir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar
Administrator

Administrator
haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 2630
Kayıt tarihi : 24/05/09
Nerden : ANKARA

İMAN BAHSİ Empty
MesajKonu: Geri: İMAN BAHSİ   İMAN BAHSİ Icon_minitimePaz Mayıs 02, 2010 12:49 pm

22- Cennete Ancak Mü'minlerin Gireceğini, Sevmenin İmandan Olduğunu Ve Selamlaşmanın Sevgi Husulüne Sebeb Olduğunu Beyan Babı

93- (54) Bize Ebû Bekir İbni Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Muaviye ile Vekî', A'meş'den, o da Ebû Sâlih'den, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resulüllab (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem):
«Siz imân etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (tam) imân etmiş olmazsınız. Ben size bir şey göstereyim mi; onu yaparsanız se¬vişirsiniz? Aranızda selâmı ifşa edin» buyurdular.
«Birbirinizi sevmedikçe de imân etmiş olmazsınız.» ifâdesinin nıa'na-sı: îmanınızın kemâl bulması ve halinizin düzelmesi ancak birbirinizi sevmekle olur demektir. Nevevi'ye göre «İmân etmedikçe cennete giremezsiniz.» cümlesinden maksad zahiri ma'nadır. Binâenaleyh cen¬nete girmek için mü'min olmak şarttır. Velevki iman-ı kâmil olmasın. Yani cennete girmek mutlak imana bağlıdır. İman-ı kâmil sahibi olmak ise mü'minlerin birbirini sevmesine bağlıdır.
İbni Salâh diyor ki: «Bu hadisin ma'nası: sizin imanınız an¬cak birbirinizi sevmekle kemâl bulur. Eğer böyle iman etmedi iseniz cen¬netlikler doğrudan doğruya cennete girerken sizler giremezsiniz; demek¬tir.» Yani, siz İman-ı Kâmil ile imân etmedikçe doğrudan doğruya cenne¬te giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman-ı kâmil sahibi olamazsı¬nız.
Nevevi, îbni Salâh'm sözünü ihtimal dahilinde görmektedir.
«Selâmı aranızda ifşa edin!»» ifşa etmek: dağıtmak ve yaymaktır. Bu cümle, tanıdık olsun olmasın bütün müslümânlara adetâ saçarcasma bol bol selâm vermeye teşviktir.
Selâm vermek birleşip kaynaşmanın ve sevgi celbinin en başta gelen sebeblerindendir. Müslümanların birbirleriyle tanışmaları ve kendilerini
Başka milletlerden ayıran şiarlarını meydana çıkarmaları onun ifşası sa¬desinde mümkün olur. Ayni zamanda selâm vermekde nefsi tevâzua alınır¬ıma, müslümanların hürmetini ta'zim, birbirleriyle küsüşüp alâkayı kes¬meyi ve ara bozmayı ortadan kaldırma gibi nice güzel ma'nalar vardır. İnsan verdiği selâmın Allah için olduğunu bilmeli ve onu yalnız eşi¬ne dostuna değil her müslümana vermelidir.
« l^trV. » cümlesi ekseri nüshalarda (nun)un ıskatiyle rivayet edilmiştir. Fiil, nefi veya nehî olmadığı halde sonundan (nun)un düşmesi tahfif içindir. Bazı nüshalardan (nun) hazf edilmemiştir.

94- (...) Bana Zübeyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Cerir, [328] A'meş'den bu îsnadla haber verdi. Ebû Hüreyre: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Nefsim kabza-i kudretinde olan (Allah) a yemin ederim ki sizler imân etmedikçe cennete giremezsiniz.» buyurdular: diyerek (bundan Ön çeki) Ebû Muâviye ve Veki' hadisinin mislini rivayet etmiş.

23- Dinin Nasihat Olduğunu Beyan Babı

95 - (55) Bize Muhammed b. Abbâd el-Mekkî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süfyân [329] rivayet etti. Dedi ki: Süheyl'e [330], Amr [331] bize el-Ka'kaa'dası, [332] o da babandan rivayet etti; dedim. Ve benim rivayet
sil&ilem)den hir kişi düşürmesini recâ ettim. [333] Bunun üzerine Sü¬heyl : Ben bu hadisi babamın dinlediği zattan dinledim. O zât Şam'da ba¬bamın dostu idi; dedi. Bundan sonra bize Süfyân, Süheyl'den o da Atâ' b. Yezid'den, o da Temimü'd Dârî'den naklen rivayet etti ki, Peygambeı
(Saîlaîlahü Aleyhi ve Selîem) :
«Din nasihattir.» buyurmuşlar. (Râvi diyor ki)
«Kime?» dedik.
«Allah'a, kitabına, resulüne, müslümanlarm imamlarına ve bilumum müslümanlara.» buyurdular.
Bu hadisi Buhâri, Müslim, Ebû Dâvud, Nesaî ve diğer bazı ulema tahric etmişlerdir.
Hadîsin sânı pek büyüktür. İslâmm mihveri onun üzerindedir. mâdan birçokları onu bütün islâmi umuru toplayan dört esas hadisden biri sayarlarsa da imâm Nevevi bunun doğru olmadığını, islâmm asıl mihveri bunun üzerinde bulunduğunu söylüyor. Hadisi Temim'-den Müslim yalnız basma rivayet etmiştir. Buhâri' de Ter mim-i Dâri 'den rivayet edilmiş hadis yoktur. Müs1im'de deı yalmz bu hadis vardır. Nasihat lügatta: öğüt vermek, ihlâs, hayırlı işleri davet, hayırsızlardan nehiy, balı süzmek gibi birçok ma'nalara gelir. Bu kelime hakkında Hattâbi şunları söylemektedir:
«Nasihat: cem'iyetli bir kelimedir. Ma'nâsi nasihat edilen kimseye hayırlı nasib toplamaktır. Onun veciz isimlerden ve kısa sözlerden olduğu söylenir. Arap dilinde bundan ve bir de felah kelimesinden daha ziyâde dünya ve âhiret hayrım bir araya toplayan kelime yoktur. Nasihatin:
«Adam elbisesini dikti» sözünden alındığı söylenir. Şu halde nasihatçınm nasihat verdiği kimsenin iyiliğini arama hususundaki fi'li elbisenin yırtıklarını yamamaya benzetilmiş demektir. Nasihatin:
«Balı mumdan süzdüm» sözünden alındığını soyleyenler de vardır. Bunlar sözün hile ve yalandan kurtarılmasını, balın karışık kısmından süzülnıesine benzetmişlerdir.
Hadisin ma'nâsı: Dinin direği ve kıvamı nasihattir; demektir. Nitekim; «Hacc arafedir* yani onun direği ve büyük kısmı arafedir; sözü de böyle¬dir.»
Nasihatin tefsirine gelince: Ulemânın beyanına göre A11ah'a nasihatdan murad: ona iman etmek; şeriki olmadığına kail olmak, sıfatla¬rında küfre sapmamak, Al1ah'ı bütün kemâl ve celâl sıfatlariyle tavsif, cümle noksan sıfatlarından tenzih eylemek; ona tâat etmek; âsi olmaktan kaçınmak, Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, ona itaat edenlere muzaheret, isyan edenlere husumet, küfredenlerle ci-hâd etmek, nimetlerini i'tiraf ile şükürde bulunmak, her işinde ihlâs ve samimiyet göstermek, bütün bu sayılan vasıflara da'vet ve teşvik eyle¬mek, bu hususta bütün insanlara yahud mümkün olanlara lütuf göster¬mektir.
Hattâbî (Rahitnehullah) : «Bu izafetin hakikati, kendi nefsine nasihat olması itibariyle kula râcidir; Çünkü, Allah herhangi bir kim¬senin nasihatinden müstağnidir» demiştir.
A11ah'm kitabına nasihat: Onun Allah kelâmı olduğuna, onu Allah indirdiğine, kul sözlerinin hiç biri ona benzemediğine, kullar¬dan hiç birinin onun mislini getiremiyeceğine iman etmek, sonra ona ta'-zimde bulunmak, onu tecvid ve adabına riâyet, harflerine dikkat ederek huşu' ile okumak, düşmanların tahrifine ve ona dil uzatanlara karşı mü¬dâfaada bulunmak, Kur'an-ı Kerîm'de beyan buyurulan her şeye inana¬rak tasdik etmek, ahkâmına vâkıf olmak, ulûm ve mesellerini anlamağa çalışmak, nasihatlerinden ibret almak acâib ve garaibi hususunda tefek¬küre dalmak, muhkem âyetleriyle amel, müteşâbih olanlarım tasdik et¬mek, umumunu, hususunu, nâsih ve mensûhunu araştırmak, Kur'an ilim¬lerini neşir ve o ilimleri, o nasihatleri öğrenmeğe da'vetle olur.
Resu1ü11ah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e nasihat: Onun peygam¬berliğini tasdik ile getirdiği şeylerin hepsine imân etmek, emir ve nehiy-lerinde ona itaat etmek, hayât ve mematanda ona muzaherette bulunmak, ona yardım edenlere muzaheret, düşmanlarına husumet göstermek, ona ta'zimde bulunmak, sünnetini ihya, da'vet ile şeriatını neşretmek, şeriat¬tan hürmeti nefi ile onun ilimllerini öğrenmek, ma'nalarını anlamak ve bunlan^ öğrenmeye başkalarını da'vet eylemek, okur ve öğretirken ilme hürmetkar davranmak, terbiye ve nezâket dâiresinde okumak, bilmediği bir ilim hakkında söz söylememek, ulemaya hürmet ve ta'zimde bulun¬mak, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in ahlâk ve âdabiyle ahlâklanmak, onun ehl-i Beytini ve ashabını sevmek, sünnetinde bid'atçı-lık eden veya ashab-ı kiramdan birine dil uzatanların semtinden kaçmak gibi şeylerdir.
Müslümanların imamlarına nasihat: Onların hükümdar ve kumandan¬larına ta'bir-i mahsusu ile ülû'I-emre itaat, hak uğrunda kendilerine yar¬dım, hakdan ayrılmamalarını tenbih, unuttukları şeyleri veya henüz duy¬madıkları müslüman haklarını lûtf u nezâketle ihtarda bulunmak, onlara isyan etmemek ve halkın onlara itât babında gönül birliğine varmasıdır.
Hattâbî ülû'l-emrin arkasında namaz kılmayı, onunla birlikte cihada gitmeyi ona zekât vermeyi, zulmünden korkulduğu zaman silâhla ona isyan etmemeyi, yalancı medh u senalarla onu aldatmamayı ve ona hayır dua da bulunmayı da nasihattan saymış; ve bütün bunların, müslüman imamlarından ülû'1-emir devlet adamları kasdedildiğine göre ol¬duğunu kaydettikten sonra bazân (müslümanlann imamları) ta'birinded din âlimleri kasdedildiğini söylemiştir. Onlara nasihat, rivayet ettiklerini kabul etmek, ahkâm hususunda onlara tâbi' olmak ve kendilerine hüsnü zanda bulunmaktır.
Âmme-i müslimin'den murâd: müslüman ahâlidir. Bunlara nasihâ din ve dünyalarına faydalı olan şeyleri kendilerine göstermek, onları öğjj retmek, kusurlarını görmezden gelmek, onlara ezâ etmemek, yardımlanU na koşmak, zararlarım gidermek, iyiliği emir; kötülüğü nehyetmek, bül] yüklerine hürmet, küçüklerine şefkatda bulunmak, aldatmamak, hased em memek, kendisi için dilediğini onlar için de dilemek, kötü gördüğünü on!) lar için de kötü görmek, onların mallarını, canlarını, ırzlarım müdafaa et¬mek, kendilerini bu sayılan şeylerle ahlâklanmaya teşvik etmek ve tâat-lara neşatlarını açmak gibi şeylerdir.
İbni Bâttâî diyor ki: «Bu hadis nasihate din ve islâm denilef bileceğine, kavle olduğu gibi fi'le de din denilebileceğine delildir. Naşir hat farz-ı kifayedir. Bazılarının yapmasıyla diğerlerinden sakıt olur. Na¬sihat takat nisbetinde lâzım olur. Nasihati eden zât, nasihatinin kabul edileceğini ve kendine bir fenalık yapılmayacağını bilirse nasihat etme¬si vacib olur. Kendisi için kötülük edileceğinden korkarsa ona nasihati terk için ruhsat vardır.»
Görülüyor ki nasihat, hakikaten pek çok rna'naları kendinde toplayan bir kelimedir. Lisanımızda daha ziyâde (öğüt vermek) manasında kul¬lanılan bu kelime burada yalnız o ma'na ile kalmıyor. Bilhassa bu hadis-de bütün ma'nalanna âmm ve şamil olarak kullanılmıştır.

96 — (...) Bana Muhammed b. Hatim rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Mehdi [334] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süfyân, Süheyl b. Ebi Sâlih'den, o da Atâ' b. Yezid el-Leysî'den, o da Temim-i Dâri'den, o da Nebiy (SaUallahii Aleyhi ve SeUem)'âen nakletmiş olmak üzere bu hadisin misli¬ni rivayet etti.

(...) Bana Ümeyyetü'bnü Eistân dahi rivayet etti. (Dedi ki): Bize
Yezid yani İbni Zürey' rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ravh —ki îbni Kaa-sim'dir — rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süheyl, Atâ' b. Yezid'den rivayet ey¬ledi. Onu Ebû Salih'e Temim-i Dâri'den, o da Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)den nakletmiş olmak üzere bu hadisin mislini rivayet ederken dinlemiş.

97 - (56) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ab¬dullah b. Nümeyr ile Ebû Üsâme, İsmail b. Ebi Hâlid'den o da Kays'-dan, [335] o da Cerir'den [336] naklen rivayet ettiler. Cerir:
«Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e, namazı kılmak, zekâtı ver-mek ve her müslümana nasihatta bulunmak şartı ile beyat ettim.» demiş.

98 — (...) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile Züheyr b. Harb ve İbni Nü¬meyr rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Süfyân [337], Ziyâd b. îlâka' [338] dan rivayet etti.. Ziyâd, Cerir b. Abdillâh'ı: «Ben Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)e' her müslümana sadakatli olacağıma beyat ettim.» der¬ken işitmiş.

99 — (...) Bize Süreye b. Yûnus [339] ile Ya'kub ed-Devrakî [340] riva¬yet ettiler. Dediler ki: Bize Hüseyni, [341] Seyyar' [342] dan, o da Şa'bi'den, o da Cerir'den naklen rivayet etti. Cerir: «Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e söz dinleyip tâatte bulunmak şartiyle beyat ettim. Bana: «Gücünün yettiği hususda » cümlesini telkin buyurdu. Bir de; her müslü¬mana nasihatta bulunmak üzere beyat eyledim.» demiş.
Ya'kub kendi rivayetinde şöyle dedi: «Hüşeym: Bize Seyyar rivayet etti; dedi.»
Yukanki rivayetlerin birinde Hz. Ctrir b. Abdillâh (Radiyctllahu anh) Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e îslâmın erkânından yalnız namazla zekât üzerine beyat ettiğini bildirmektedir. Çünkü bunlar keîime-i şehâdetten sonra îslâmın en mühim rükünleridir. Kur'an-ı Kerîm'in bir çok yerlerinde daima beraber zikredilmişlerdir. Oruç ve diğer erkânın burada zikredilmemesi tâatın mefhumunda dahil oldukları içindir. Zira hadisin bir rivayetinde Cerir (Radiyallahu anh) «Söz dinleyip tâatte bulunmak şartiyle beyat ettim» demiştir.
Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ıin Hz. Cerir'e :
«Gücünün yettiği hususda buyurması Teâ1â Hazretlerinin: «Allah hiç bir kimseye gücünün yetmeyeceği şeyi teklif etmez.» [343] âyet-i kerîmesine muvafıktır. Bu cümleyi Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) kemâl-i şefkatinden dolayı Hz. Cerir'e ta'lim buyurmuştur. Çünkü insan bazı hâllerde aciz kalır; ve eğer sözü¬nü: «Müyesser olursa yahud yapabilirsem» gibi bir şart cümlesi ile kayıd-lamazsa çok defa verdiği sözün altında kalır.
Hafız Taberâni’ nin rivayeti Hz. Cerir'in son derece âlice-nâb ve cömerd bir zât olduğunu gösterir. Mezkûr rivayete göre Cerir (Radiyallahu anh) kendisine bir at satın almak için kölesine emretmiş o da 300 dirheme bir at satın alarak parasını Ödemek için atla birlikte sahibini de Cerir (Radiyallahu anh) 'a getirmiş. Cerir atı beğenmiş; ve sa¬hibine:
«Senin atın 300 dirhemden fazla eder. Onu 400 dirheme satar mısın?» demiş. At sahibi:
«Bu sana kalmış bir şeydir yâ Ebâ Abdillâh!» demiş. Cerir:
«Senin atın bundan da fazla eder. Onu 500 dirheme satar mısın?» de¬miş; ve «Senin atın bundan da fazla eder» diyerek yüzer yüzer arttırmak suretiyle hayvanın fiyatını 800 dirheme yükseltmiş. Nihayet onu 800 dir¬heme satın almış. Kendisine neden böyle yaptığı sorulunca:
«Çünkü, ben Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e, her müslümana sadakatli olacağıma beyat ettim.» demiştir.
Bey'at: Örfen hiç bir münazaa ve münakaşa götürmeyecek şekilde her işini hükümdara bırakma hususunda ona söz vermektir. Bey'at ederken as-hâh-ı kiram. Peygamber (SaÜaiîahü Aleyhi ve Sellem) 'in elinden tu¬tarlar; verdikleri sözü bu suretle te'kid ederlerdi. Bu hâl alışverişe ben¬zediği için alış veriş manasına gelen beyi' kelimesinden alınarak söz ver-meyo bey'at denilmiştir.
Son hadisin senedinde İmam Müs1im'in : «Yakub kendi rivaye¬tinde şüyle dedi...» diyerek onun rivayet şeklini göstermesi ince bir ma¬naya tenbih içindir. Şöyle ki: Hâvilerden Hü§eym müdellistir. Mü-dellis râvi, hadisi «an» edâtile rivayet ederse o hadisle ihticâc edilmez. Ancak o hadisi başka bir yoldan dinlediği sabit olursa o zaman ihticac olu¬nur. İmam Müslim bu hadisi iki şevliden yani Süreye ile Ya'kub 'dan rivayet etmiştir. Süreyc'in rivayetinde «an» edata vardır. Fakat Ya'kub 'unkinde yoktur. İşte Müslim onun riva¬yetinde «an» olmadığını göstermek suretiyle hadisin muttasıl olduğunu beyân etmiştir. Bu onun son derece dikkat ve ihtiyat sahibi bir zât oldu¬ğunu gösterir.

24- Günahlar Sebebiyle İmanın Eksilmesini ve Günaha Dalan Kimseye — Kemalinin Yokluğu Manasıyla— İmansız Denilebileceğini Beyan Babı

100 — (57) Bana Harmeîetü'bnü Yahya b. AbdÜiah b. İmrân et-Tücibî rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Vebb [344] haber verdi Dedi kî: Bana Yu¬nus, [345] İbni Şihâb'dan naklen haber verdi. Demiş ki: Ebû Usâmete'bni Abdirrahtnan ile Saidü'bnü'l-Müseyyebi şunu söylerlerken işittim: Ebû Hü¬reyre dedi ki: Gerçekten Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Zâni zina ederken mü'nıin olarak zina etmez. Hırsız, çalarken mü'min olarak çalmaz. Şarabı içerken dahi sarhoş mü'min olarak içmez.» buyurdular.
İbni Şihâb şöyle demiş: «Bana da Abdülmelik b. Ebi Bekir b. Abdir-rahman haber verdi ki, Ebu Bekir onlara bu sözleri Ebu Hüreyre'den ri¬vayet eder; sonra şöyle dermiş: Ebu Hüreyre bu sözlere: «Halkın gözleri önünde kıymetli bir şeyi zorla yağma ederken mü'min olarak yağma etmez.* cümlesini de katardı.
Bu hadisi Buharı KHabü'I-Mezalim ile Kitâbu'l-Eşribe de Hz. Ebu Hüreyre 'den, Hudûd bahsinde Ebû Bekir b. Ab-dirrahman 'dan tahriç ettiği gibi, Nesai Eşribe ve Recim bahis¬lerinde İbni Mâce'de «Fîten» bahsinde İsa b. Hammad'-dan rivayet etmişlerdir. Bu babta Ebû Davud Hz. Cabir'den, Tirmizi Hz. Enes b. Mâlik 'den, Ahmed b. Hanbel Hz. Zeyd b. Hâ1id 'den, îbni Hibbân Imrân b. Hu-sayn ile Sa'lebetü'bnü'l-Hakera (Radtyalkihu Anhüma) dan, İbni Ebî Şeybe Asım b. Küleyb tarikiyle bir sa-habiden; Abdurrezzâk, Ebû Bekir Bey hâki, Ta-berâtıi ve Ebû Dâvûdu Tay âlisî Hz. Abdullah b. Ebî Evfâ 'dan, yine Taberânî, Hz. Abdullah b. Mugaf feî'den, Ebû Davud Tayâlisî ile Said b. Mansur Hz. Ali (Radiyallahu anh) 'dan hadisler rivayet etmiş¬lerdir. Bu ma'nâda hadisler pek çoktur.
Hadis-i şerifin manası hususunda ulema ihtilâf etmişlerdir. Hasan-ı Basri ile İbni Cerîr Taberi'ye göre: «Mü'min olarak zina etmez, mü'min olarak çalmaz; mü'min olarak şarap İçmez...» cümleleri¬nin ma'nâsı: imanından dolayı Öğülecek bir şeyi kalmaz; demektir; yok¬sa imânı bakidir. Bir takımları;
«Bu münkerâtı işlemeye devam eden kimse imândan çıkar» demiş; diğerleri bunları helâl i'tikad ederek yapanın dinden çıkarak kâfir ola¬cağını söylemişlerdir. İbni Tin'in nakline göre Buhârî: «Böy-lelerinden imanın nuru alınır.» demiştir, ki bu kavil îbni Abbas (Radiyallahu anh) dan da rivayet olunur. Bazılarına göre A11ah'a tâat hususunda basireti kapanır. Zührî; «Bu ve emsali hadisler müteşâbi hâttandırlar. Binaenaleyh onlara iman edilip geçilir; ma'nalanna dalmak olmaz; Çünkü biz onların ma'nalanm anlamayız^» demiştir. Bütün bu te'viller ihtimâl dahilinde olmakla beraber muhakkikîn-i ulemaya göre hadisin en doğru ma'nası, mezkûr günahları işleyenlerde imanın kemâli¬nin kalmamasıdır. Burada ve benzeri yerlerde nefiden murâd: Kemâl¬dir. Meselâ: «Faydasız bilgi ilim değildir; dünyada attan başka mal yoktur; âhiret hayâtından başka hayât olamaz.» sözleri hep bu ma'nada söy¬lenirler. Bundan maksad: faydasız bilgi tam ilim değildir; attan- daha mükemmel mal yoktur; âhiret hayâtından başka ma'mur hayât olamaz; demektir. Bu gibi te'viller her lisanda çoktur.
Hadisin bu şekilde te'viline sebeb: onun Hz. Ebu Zerr ve Ubâd e (Radiyallahu Anhüma) hadislerine muarız bulunmasıdır. Ebû Zerr (Radiyallahu anh) hadisinde : «Bir kimse, AİIah'dan başka ilâh yoktur, derse, zina da etse hırsızlık da yapsa cennete girecektir» buyu-" rulrnuş Ubâd et ü'bnü's-Sâm i (Radiyallahu anh) 'in sahih ve meşhur olan hadisinde ise : «Ashab-ı kiramın çalmamak, zina etmemek, âsi olmamak ilâh...» şartiyle Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve SeUem) 'e bey'atta bulundukları, bundan sonra Resûlüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellemfin onlara: «Sizden hanginiz sözünde durursa onun eceri Allah'a aîrldir; kim bunlardan birini yapar da dünyada ceza görürse bu onun keffâreti olur; kim yaparda ceza görmezse onun işi Allah Teâîâ'ya kalmıştır. Dilerse affeder; dilerse azâb eyler.» buyurduğu beyan olunu¬yor. Üstelik Teâ1â Hazretleri:
«Şüphesiz ki Allah kendisine şirk koşulmayı affetmez. Amma bundan aşağısı¬nı dilediğine affeder.» [346]
buyurmuş; ehli hak olan müslümanlar da, zânî, kaatil ve diğer büyük günahkârların bu günâhlar sebebiyle dinden çık¬madıklarına, bunların mü'min fakat imanları noksan olduğuna ittifak et¬mişlerdir. Şayet tevbe ederlerse cezaları sakıt olur. Büyük günahlara de¬vam ederken ölürlerse işleri Allah'a kalır. Dilerse onları affeder. Ve doğrudan doğruya cennetine koyar. Dilerse cezaları nisbetinde azâb ettikten sonra cennetine nail kılar.
İşte bu delillerden dolayı buradaki hadis ile emsalini te'vile zaruret hasıl olmuştur. Zâten bir meselede zahiren birbirine muarız iki hadis gö¬rülürse yapılacak iş onların aralarını bulmaktır.
İbni Battal diyor ki : «Bu hadis, şarap hususunda varid olan en şiddetli delildir. Hâriciler bununla istidlal ederek büyük günâh işle¬yenlerin küfrüne hükmetmişlerdir. Ehl-i sünnet ise buradaki imâm, kâ¬mil ma'nasma hamîetmiştir. Yani bir kimse şarap içerken kâmil bir imâ¬na mâlik değildir. Bazıları bunun büyük bir tehdit ve teşdid kabilinden olduğunu söylerler.»
Ulemâ bu hadisde bütün ma'siyet nevilerine ve onlardan sakınmaya tenbih olduğunu söylerler. Zinayı zikretmekle bütün şehvetlere, şarapla sütün Allah yolundan saptıran ve gaflete sürükleyen şeylere, hırsızlıkla dünyaya dalmaya ve harama meyletmeye, yağmacılıkla da kü! rı hiçe sayarak onlarla hiç utanmadan alay etmeye tenbih olunmuştu:'. .
İbniCerir Taberî 'nin rivayetine göre Muharnmed b. Zeyd b. Vâkıd bu hadisi inkâr etmiş; râvilerinin hata ettik¬lerini beyanla Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve SeUem) 'in sadece «mü'min zina etmez ve çalmaz.» buyurmuş olduğunu söylemiştir.
Hadisin zahirine bakılırsa : «Ebu Hüreyre bu sözlere Çnal-kın gözleri önünde kıymetli bir şeyi zorla yağma ederken mü'min rak yağma etmez) cümlesini de katardı.» ibaresi Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Selîem)Jm hadisi değil, Ebu Hüreyit (Radiyallahu anh) 'in sözüdür. Ancak başka bir rivayetten bu kısmın Resûlüllah (SallaUahü Aleyhi ve SeUem) 'in hadisinden olduğu atnla-şılmıştır. Çünkü Ebu Nuaym'in tahric ettiği bu rivayette şöyle buyurumıuştur :
«Nefsim kabza-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer sizden biriniz yağmacılık ederse...» Hz. Hemmâm b. Münebbi a'in. rivayet ettiği bu hadis sarahaten Resûlüllah (SallaUahü A ley hf ve SeUem) 'e ref edilmektedir.
Ebû Amr İbni Salâh bu iki rivayetin arasını bulmuş^ ve ezcümle şunları söylemiştir : «Bu suretle anlaşıldı ki, Ebû. Bekir b. Abdirrâhman'm (Ebu Hüreyre bu sözlere şu cümleyi de katardı) demesinden murad: o sözleri Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Senem) den rivâyeten katardı; Kendi sözleri olmak üzere söylemezdi, demektir.»

101 — (...) Bana Abdülmelik b. Şuayb b. Leyls b. Sa'd [347] rivayet etti. Dedi ki: Bana babanı, dedemden rivayet etti. Dedem demiş ki: Bana Ükayl b. Hâlid rivayet etti. Dedi ki: İbni Şihâb şunu söyledi. Bana Ebû Bekir b. Abdirrâhman b. el-Hâris b. Hişâm [348], Ebû Hüreyre'den nak¬len haber verdi ki, Ebû Hüreyre: Gerçekten Resulüllalı (Sallaüahü Aleyhi ve Seliem):
«Zânî zina ederken ilâh...» buyurdular, demiş. Ve bu hadisi yağ¬mayı da zikrederek yukarıki gibi hikâye etmiş; yalnız «Kıymetli bir şeyi» kaydım zikretmemiş.
İbni'ş-Şihâb şöyle demiştir: «Bana Saîdu'bnü'l-Müseyyeb ile Ebû Se-lemete İbni Abdirrahmân, Ebû Hüreyre'den, o da Eesulüllah (Salîalîahü-Aleyhi ve Seliem)'den naklen (yağma) kaydı müstesna olmak üzere Ebû Bekir'in bu hadisinin mislini rivayet etti.»
ifâdesi esas i'tibârile: şeklinde — yani (yezkûru) fi'li zamirle kullanılmak icâbederdi. Burada ya ihtisar kasdedilerek zamir hazf edilmiştir; yahud fiil meçhul okunacak ve cümle hâl mevkiinde olacaktır. Râyî Ebû Bekir'in hadisdeki yağma cüm¬lesini yalnız Ebu Hüreyre (Raâfyallalııı anh) 'a izafe etmesi, başkalarının bu cümleyi Resûlülla h.{$allallahü Aleyhi ve Seliem) 'e merfu*. olarak rivayet etmediklerini duyduğu içindir.

102 — (...) Bana Muhammed b. Mihrân er-Râzi [349] rivayet etti. De¬di ki: Bana İsâ b. Yûnus haber verdi. (Dedi ki): Bize Evzâî, Zühri'den, o da İhni'l-Müseyyeb ile Ebû Seleme ve Ebû Bekir b. Abdirrahmân b. el-Hâris b. Hişâm'dan, onlar da Ebû Hüreyre'den, o da Nebî (Sallallahü Aleyhi ve Seliem)'den işitmiş olmak üzere Ukayl'in Zühri'den, onun da Ebû Bekir b. Abdirrahman'dan, onun da Ebû Hüreyre'den naklettiği ha¬dis gibi rivayet etti. Ebû Hüreyre yağmayı zikretmiş fakat (kıymetli bir şey) kaydını söylememiş.
»terkibi meşhur nüshalarda hep bu tarzda rivayet edilmiş¬tir. Kıymeti ve mikdarı çok ma'nâsına gelir. Ayni terkibi İbrahim e1-Harbî şekHnde rivayet etmiştir. O da ayni nıa'nayı ifade eder.

103 — (...) Bana Hasan b. Aliy el-Hulvânî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ya'kûb b. İbrahim rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdülâziz b. el-Mutta-lib, [350] Safvân b. Süleym' [351] den, o da Meymune'nin [352] kölesi Âjtâ' b. Yesâr [353] ile Humeyd b. Abdirrahman'dan [354] onlar da Ebû Hü-reyre'den, o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den naklen riva¬yet etti. H.
Yine bize Muhammed b. Kâfi* rivayet eyledi. (Dedi ki): Bize Abdur-rezzâk [355] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ma'mer [356], Hemmâm b. Mü-nebbih'den, [357] o da Ebû Hüreyre'den, o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) 'den naklen haber verdi.

(...) Bize Kuteybetü'bnü Said rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdülâziz yani, Derâverdî, el-Alâ b. Abdirrahman'dan, o da babasından, o da Ebû Hüreyre'den, o da Peygamber (SaîhUahü Aleyhi ve Sellem) 'den işitmiş ol¬mak üzere, bütün bu zevat Zührî'nin hadisi gibi rivayet ettiler. Şu kadar var ki, el-Alâ' ile Safvân b. Süîeym'in hadislerinde «İnsanların gözü önünde» ifadesi yoktur. Hemraâm'ın hadisinde ise: «Hem mü'mînlerîn gözleri önünde yağma ederken müTmih sayılamaz» ibaresi vardır. Hemmâm: «Sizden biriniz ganimete hıyanet ederken de mü'min olarak hıyanet etmez. Binaenaleyh sakının! Sakimn!» ifâdesini de ziyâde eylemiştir.
Gulûl: ganimet mallarına hıyanet etmek; onlan aşırmak demektir.

104 — (...) Bana Muhammed b. el-Müsennâ rivayet etti. (Dedi ki):
Bize İbni Ebî Adiy, Şu'be'den, o da Süleyman'dan, o da Zekvan'dan, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti ki, Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve .Sellem)
«Zina eden kişi zina ederken mü'min olarak zina edemez; (hırsız) çalarken mü'min olarak çalamaz, (sarhoş) da şarap İçerken mü'min olarak içemez; amma tevbe henüz ma'ruzdur.» buyurmuşlar.
«Tevbe henüz maVuzdur.» yani Allah Teâlâ Hazretleri kul¬larının gerek kendi nefislerine gerekse şeytanın iğvâlarma karşı za'fla-rını bildiği için âsilere bir rahmet olmak üzere tevbeyi kendilerine ar-zetmiştir. Onları battıkları günah deryasından kurtaracak çâre budur; ve hâlâ meşru'dur. Can boğaza gelmedikçe yapılan tevbenin kabul olu¬nacağına ulemâ ittifak etmişlerdir. Nitekim bu babta hadis de vardır.
Tevbe, edilen günaha pişman olmaktır. Tevbenin üç rüknü vardır :
1- Günâhı işlemekten vazgeçmek;
2- Yaptığına pişmak olmak;
3- Bir daha o günâhı işlememeye azmetmek.
Bir kimse bir günahından dolayı tevbe eder de sonra o günahı tek¬rar işlerse tevbesi bâtıl olmaz. Bir günahı işleyip dururken başka bir gü¬nahı için tevbe etmek de caiz ve sahihtir. Ehl-i sünnetin mezhebi budur. Bu iki meselede mu'tezile ehl-i hakka muhaliftir. fiillerinin failleri hazf edilmiştir. Bunlar:
fiiller nehi ma'nasmda yâni: « de rivayet "olunmuşlardır.
takdirindedirler. Mezkûr ve şeklinde

105 — (...) Bana Muhammed b. Kâfi' rivayet etti. (Dedi ki): Bize durrezzâk rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süfyan, A'meş'den, o da Zek dan, o da Ebû Hüreyre'den merfû' olarak haber verdi. Ebû Kür* «Zina eden kişi...»diyerek Şu'be hadisinin tenzerini zikretmiş.

25 - Münafık Hasletlerini Beyan Babı

106 — (58) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdullah b. Nümeyr [358] rivayet eyledi. H.
Bize İbni Nümeyr dahî rivayet etti. (Dedi ki): Bize babam rivayet et¬ti. (Dedi ki): Bize el-A'meş rivayet etti. H.
Bana Züheyr b. Harb da rivayet etti. (Dedi ki): Bize Vekî' rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süfyân, [359] A'meş'den, o da Abdullah b., Mürre'-den, [360] o da Mesrûk'dan, [361] o da Abdullah b, Amr'dan naklen riva¬yet eyledi. Abdullah şöyle demiş: Resuliülah{'Sa//a/te/n'i Aleyhi ve Sellem) :
«Dört şey vardır ki, bunlar kimde bulunursa o kimse hâlis münafık olur. Kimde bunlardan bir nesne bulunursa onu bıraS<ıncaya kadar kendisinde nifaktan bir haslet var dernektir.
1-Konuştu mu yalan söyler:
2 -Söz verirse sözünde durmaz,
3-Va'dederse va'dînden döner;
4-Kavga ederse baştan çıkar.» buyurdular.
Şu kadar var ki Süfyân'm hadîsinde : «Eğer o kimsede bunlardan bîr haslet bulunursa kendisinde nifaktan bir haslet var demektir.» buyu-rulmuştur.
Bu hadîsi Buharı îman ve Cizye bahislerinde tahric ettiği gibi diğer K jtübü sitte sahipleri dahi muhtelif yerlerde rivayet et¬mişlerdir.
Münafık lâfzı nifaktan alınmıştır. İbni Sîde'nin beyanına gö¬re nifak: bir vecihden İslâm'a girip bir vecihden çıkmaktır. Bu kelime «Nâfikaaü'l-Yerbû'» «Ova Sıçanının deliği» ta'birinden alınmıştır. Ova sıçanının yer altında iki deliği olurmuş. Bunların biri yeryüzüne tama-miyle açık, diğeri kapalı fakat kafasıyle vurunca açüıverecek kadar hafif bulunurmuş. Bu deliğe «Nâfikaâ» denilirmiş. Hayvan onu daima gizler; ötekinden girip çıkarmış. Avcı «Kaasiâ» denilen açık deliğe gelirse o Nâ-fikaa'ı açarak kaçarmış. İşte ova sıçanı nasıl Naafikaa'ı gizleyip Kaasıâ'ı meydanda tutarsa münafık da küfrünü gizleyip îmanını gösterdiğinden ya-hud şeriatın bir kapısından girip öteki kapısından çıktığından kendisine bu isim verilmiştir. Şöyle de denilebilir: Nâfikaa' denilen deliğin dışı nasıl dümdüz yeryüzü gibi görünür fakat içi delik ise münafık da onun gibi dı¬şı başka içi başkadır.
Bazıları münafık kelimesinin «Nefak» dan alındığını söylerler. Nefak: yer altındaki kanal, (tünel) demektir. Böyle bir kanalın sahibi onda nasıl gizlenirse münafık da İslâm perdesi altında gizlendiği için ona bu isim verilmiştir.
Hasılı münafık başkalarına içindekinin aksini gösteren kimsedir. Istılahda münafık: içinden kâfir olup dışından müslüman görünen kimsedir. Eğer bu renkli görünüş îman hususunda ise nifakı küfürdür; îmân hu¬susunda değilse amel nifakıdır. Bunda fiil ve terk dahildir. Bu gün zm-dıkı da ayni şekilde izah ediyorlar. İmam Mâli k'den rivayet olun¬duğuna göre Peygamber (Sallaliahü Aleyhi ve Seîletn) devrindeki ni¬fak bu günkü zındıklıktır.
Nifakın hakikatim anlayabilmek için. onun taksimatını bilmek icâ-beder. Şöyle ki: Kalbin dört hâli vardır :
1-Delile dayanan mutlak i'tikad. Bu ilimdir
2-Delîîe dayanmayan mutlak i'tikad. Mukallidin i'tikadı gibi.
3 -Gayri-i mutabık i'tikad. Bu cehildir.
4 -Kalbin i'tikaddan hâli oluşu. Dilin ise üç hâli vardır :
1-İkrar,
2-İnkâr,
3-Sükût,
Bunların mecmuundan, aşağıda sırahyacağımız on iki kısım meydja-na gelir :
1-Kalble bilerek dille ikrar. Eğer bu ikrarı sahibi kendi ihtiyarimle yaparsa o kimse hakikî mü'mindir. Cebren yaparsa z'âhire göre kâfirdir.
2- Kalble bilerek dille inkâr. Bu inkâr cebrî ise sahibi müslüman, ihtiyarî olursa kâfir-i muânniddir.
3- Kalble bilgi hâsıl, fakat dille ikrar veya inkârdan hâlî olmak, Eğer bu sükût iztırân ise o kimse hak mü'mindir, ihtiyarî olarak susarsa ihtilaflıdır. Meselâ; bir kimse Allah'ı delili ile bildikten sonra diliyle ikrara vakit bulamadan ansızın ölse o kimse kat'i olarak mü'mindir. Fakat A11ah'ı delili ile bildikten sonra kendi ihtiyarı ile ikrar etmezse imam Gazali onun da mü'min olduğunu söylemiştir.
4- Mukallidin i'tikadı ya ikrar ya inkâr yahud da sükût ile olur. Şayet kendi ihtiyariyle ikrarda bulunursa bu ikrar mukallidin imânıdır; ve bazı muhaliflere rağmen sahihtir.
5- Eğer mukallidin ikrarı iztirârı olursa mesele birinci surete tefer-ru' eder. Orada böylesi için, zahire göre kâfirdir dediğimize göre bura-dakine de münafık hükmünü vermek icâbeder.
6- Mukallidin sükût etmesi, ihtiyari ve iztirârî hallerde aynen üçün¬cü kısım hükmündedir.
7- Mukallid kalben inkâr eder de diliyle ikrarda bulunur fakat bu ikran cebrî olursa kendisine münafık hükmü verilir.
8- Kalben inkâr ettiği halde kendi ihtiyariyle ikrarda bulunursa bu¬na küfr-i inâdî derler ki, nifakın bir kısmıdır.
9- Hem kalben hem de diliyle A11ah 'ı inkâr eden kâfir olur.
10- Kalbi hâlî olan bir kimse kendi ihtiyariyle ikrarda bulunursa küfürden kurtulur. Mecburen ikrar ederse küfretmiş sayılmaz.
11- Kalbi hâlî olup diliyle inkâr eden kimsenin hükmü onuncu kıs¬mın aksinedir.
12- Hem kalbi hem dili hâlî bir kimse tetkik ve te'emmül müdde¬tini geçirmişse tekfiri vâcib olur. Münafıklığına hükmedilmez.
Bu taksimden anlaşılır ki, münafık, dışı içine uymayan kimsedir.

107 — (59) Bize Yahya b. Eyyûb ile Kuteybü'bnü Saîd rivayet etti¬ler; lâfız Yahya'nındır. Dediler ki: Bize İsmail b. Ca'fer rivayet etti. Dedi ki: Bana Ebû Süheyl, NâfP b. Mâlik b. Ebî Âmir'den o da babasından, o da Ebû Hüreyre'den naklen haber verdi ki, Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Selletn) :
«Münafığın alâmeti üç şeydir:
1 - Konuştu mu yalan söyler:
2 - Va'd ederse (sözünden) döner.
3 - Kendisine (bir şey) emniyet olunursa hıyanet eder.» buyurmuş¬lar.
Bu hadisi imam Buhârî (Rahimehullah) îman, Vcsayâ, Şehâdât ve Edeb bahislerinde tahric ettiği gibi Tirmizi ile Nesâide rivayet etmişlerdir.
Âyet: alâmet demektir. Kur'an âyetleri bir cümlenin diğer bir cüm¬leden ayrıldığına alâmet oldukları için onlara da bu isim verilmiştir.
Kezib ve Kizb : Vâkı'm zıddmı haber vermek yani yalan söylemek¬tir. Bazıları kibz: doğru söylemenin zıddıdır; demişlerdir.
Va'detnıek: Hayırlı bir işi yapmaya söz vermektir. Şer için vaîd ke¬limesi kullanılır ve tehdid manasına gelir.
Hıyanet; emanette şeriatın hilâfına tesarrufda bulunmaktır. Hadî¬sin üç cümlesinde, tehakkuka delâlet eden (izâ)mn kullanılması, bu üç şeyin münafık alâmeti olduklarına tenbih içindir. Keza mezkûr üç cüm¬lenin mef'ulsüz zikredilmesi ma'nânm umumuna tenbih içindir.
Hadîs-i şerifde münafık alâmetlerinin üç gösterilmesi bundan önce¬ki hadîse muarız gibi görünüyor; çünkü o hadisde mezkûr alâmetler dört idi. Maamafih aralarında muâraza yoktur. Zira o hadisdeki, «Va'dederse va'dinden döner.» cümlesiyle bu hadisdeki, «Kendisine (bir şey) emniyet olunursa hıyanet eder.» cümlesi ma'na i'tibariyle birdirler. Çünkü gadr de, kendisine emniyet olunan söz hususunda hiyânet etmektir.
Şerefüddın Tîbi diyor ki: «Bu iki rivayet arasında asla münâfât yoktur. Zira bir şeyin bir kaç tane alâmeti olurda bazen bu alâ¬metlerden biri, bazen hepsi veya ekserisi zikredilebilir.*
Kurtubî de: «İhtimal Peygamber (SatlaUahü Aleyhi ve Seltem) onların bazı hasletlerini yeni Öğrenmiştir.» demiştir. Bazıları nifak alâ¬metleri beştir diyerek iki hadisin arasını bulmuşlardır. Fakat evlâ olan: Adedin tahsisi maadasının ziyâde ve noksan kabul etmeyeceğine delil olamaz; demektir. Hasılı bu hadisdeki üç alâmetten münafığın sıfatı an¬laşılıyor. Sıfatların üçe inhisar etmesi; kavi, fiil ve niyetin fesadına ten¬bih içindir. Yanî: «Konuştu mu yalan söyler.» ifadesiyle kavlin fesa¬dına tenbih buyuruîduğu gibi «Kendisine bîrşey emniyet olunursa hiyânet eder,» cümlesiyle fi'lin fesadına; «Va'dederse sözünden döner» ibaresiyle de niyetin fesadına tenbîh olunmuştur.
Ulemâdan bir çokları bu hadisi müşkül saymışlardır. Çünkü hadisde münafık alâmeti olmak üzere gösterilen hasletler bazen tam bir müs-lümanda da bulunur. Halbuki böyle bir müslümanm küfrüne veya münafıklığma hükmedüemiyeceğine icma'ı ümmet vardır. Bu hususda! bir Çok vecihler ileri sürülmüştür :
1- İmam Nevevî'ye göre hadisde işkâl yoktur. Çünkü ma'nası şudur: Bu hasletler nifaktır. Bunların sahibi münafığa benzer ve müna¬fık ahlâkım almış demektir. Zira nifak; içinde gizlediğinin zıddını mey¬dana çıkarmaktır. Şu hâl mezkûr hasletlerin sahibinde mevcuddur, ama onun nifakı yalnız konuştuğu, va'dettiği ve ona emniyet eden kimseye mahsustur. Binaenaleyh; İslâmiyet hakkında münafık değildir. Yani için¬de küfrü gizlemiş sayılmaz.
2- Bazılarına göre hadis, ekseri ahlâkı böyle kötü olanlar hakkın¬dadır. Nadiren yapanlar hükümde dâhil değildirler.
3- Hattâbi şöyle diyor : «Peygamber (SaUaîlahü Aleyhi ve Sellem)'m bu sözü mezkûr hasletleri âdet edinenleri - bu hasletler! ni¬faka vardırır endişesiyle sakındırmak içindir. Gayr-i ihtiyari veya i'tiyad edinmeksizin nadiren yapanlara değildir. Bir hadisde: Tacir fâcirdir. Üm¬metimin ekseri münafıkları da hafızlardır.» buyurulmuştur. Bunun ma'-nası yalandan sakmdırmaktrr. Çünkü yalan söylemek fücur ma'nasma-dır. Binaenaleyh bu hadis bütün tacirlerin fâcir olmasını icâbetmez. Ha¬fızlardan bazılarında amele karşı bir az samimiyetsizlik ve bir parça riya olabilir, ama bu onların hepsinin münafık olmasını gerektirmez. Nifak iki kısımdır: Biri nifak sahibinin dindar görünüp içinde küfrü gizlemesidir. Hz. Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) zamanındaki münafık¬lar böyle idiler. Diğeri: dînî vazifelerini kimsenin görmediği yerde yap¬mamak başkalarının, gördüğü yerde yapmaktır. Buna da nifak denir. Nite¬kim bir hadisde : «Mü'mine sövmek fısktır; onunla çarpışmak da küfürdür.» buyurulmuştur. Lâkin bu küfür hakîkî küfürden aşağı; bu fisk hakikî fısktan, bu nifak da hakîkî nifaktan aşağıdırlar.»
4 - Bazıları: «Bu hadis muayyen bir münafık hakkında vârid olmuş¬tur. Yalnız Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seilem) kimseniri yü¬züne karşı sarahaten: «Filân münafıktır.» demez; işaretle anlatırdı. Meselâ : «Bazı kimselere ne oluyor ki şöyle şöyle yapıyorlar?» derdi! Bu¬rada da o adam bununla bilinsin diye ona «âyet» lafzîyle işaret etmiş¬tir » derler.
5 - Birtakım ulema hadisden muradın Peygamber (SalluUahü Aleyhi ve Seilem) zamanındaki münafıklar olduğunu söylemişlerdir.j Bu münafıklar : «îmân ettik» diyerek yalan söylemiş; dinlerine emniyet olun¬duğu zaman hıyanet etmiş; Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemye din babında yardım va'dinde bulunmuş, fakat sözlerinden dön¬müşlerdir. Kaadî Iyâz, bir çok imamların bu kavle meylettikle¬rini söyler. Bu hadîsin tefsiri babında Atâ1 b. Ebî Rebâh'ın kavli bu olduğu gibi Hasan-ı Basri, dahi bu kavle dönmüştür. Ashab-ı kiramdan Abdullah b. Amr, İbni Abbâs, Said b. Cübeyr (Radıyallahu Anhüm) hazerâtının mezhebi de budur.
Bu bâbda rivayet olunan bir hadîse göre Basra'lı bir adam Atâ b. Ebi Rebâh.a şunları söylemiş: «Hasan- Basri'yi: Her kimde üç haslet bulunursa ben ona münafık demekten çekinmem :
a) Konuştuğu zaman yalan söyleyen,
b) Va'dettiği zaman sözünden dönen,
c) Kendisine emniyet olunduğu zaman hıyanet eden... derken i-şittim. Bunun üzerine Atâ o adama şu sözleri söylemiş : «Hasan'-ın yanma döndüğün vakit ona de ki: Atâ ' sana selâm ediyor ve Yûsuf (Aîeyhisselâm)in kardeşlerine ne dersin? Onlar da konuştular yalan söyle¬diler; va'dettiler sözlerinden döndüler; kendilerine emniyet olundu; hı¬yanet ettiler; münafık oldular mı? diyor.»Bundan sonra Ata1 yanın¬dakilere bakmış ve: Ulemâdan size rivayet olunan şeylerin doğru olan¬larını kabul, doğru olmayanlarını reddedin!» demiş.
Müslim sarihlerinden Ebu Abdilîâh el-Übbî Atâ 'in bu i'tirazını beğenmemiş; ve: «Bu inkâr Hasan'a teveccüh etmez. Yusuf (Aleyhisselâmym kardeşlerinin yaptıkları, nadirâttandır. Onlar bu yaptıklarında ısrar etmemişlerdir.» demiştir.
Nevevi hadisdeki münafık hasletlerini kendinde bulunduran bir müslümanın münafık olmadığına delil olarak mezkûr hasletlerin Hz. Yusuf (Aîeyhisselâm) fm kardeşlerinde de bulunduğunu ileri sürmüş-se de el-Übbî ona da i'tirâz etmiş ve: «Gerek eskiden gerekse şim¬di olsun ulema bu temsili reddetmekte ve onu Nevevi 'nin takvası¬na yakıştıramamaktadır...» demiştir. Rivayete nazaran Said b. Cübey r bu nifak hadîsine merak etmiş ve onu Abdullah b. Ömer'le İbni Abbâs (Radıyallahu Anhüm) hazera-tına sormuş. Onlar: «Buna biz de senin kadar merak ediyoruz.» demiş¬ler. Bunun üzerine hep birlikte onu Resûlüliah (Sallallahü Aleyhi ve Selİem)'e sormuşlar. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) gülmüş ve : «O sözlerden sîze ne? Ben onları münafıklara tahsis ettim. Konuşursa yalan söyler dediğim Allanın bana indirdiği
«Sana münafıklar geldiği zaman) [362] ... «âyeti
hususundadır. Sizler de böyle misiniz?» demiş. Onlar; hayır! cevâbını vermişler. Resûlüliah (Salîallohü Aleyhi ve Sellem): «O halde size bir şey yok; siz bundan berisiniz!» buyurmuşlar. «Va'dederse sözün¬den döner; dediğim Teâlâ Hazretlerinin:
«Onlardan bazıları: eğer bize fadl u kereminden bir şeyler verirse diye Allah ile muahede yapanlar... [363] » âyet-i kerimesi hakkındadır.
Siz de böylemisiniz? demiş. Hayır! cevabını vermişler. Resûlüliah (Sallalkıhü Aleyhi ve Sellem): : «O halde size bir şey yok; siz bunlardan berisiniz» buyurmuş. «Emniyet olunursa hıyanet eder dememe gelince: bu da Allah Teâlâ'nın bana indirdiği:
«Şüphesiz ki biz o emaneti göklere, yere ve dağlara arzettik... [364], âyet-i hakkındadır. İmdi dini hususunda kendisine emniyet olunan her insan görünür görünmez her yerde cünüplükden yıkanır; namaz kılar; oruç tutar. Münafık ise bunu yalnız görünür yerde yapar. Sizler de böy¬le misiniz?» demiş. Yine, hayır! cevabını vermişler. Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): «Öyle ise size bir şey yok; siz bundan be¬risiniz.» buyurmuşlar.
6 - Huzeyfe'ye göre nifak kalkmıştır. Nifak yalnız Peygam¬ber (Sallallahü Aleyhi ve Sellenı) zamanında vardı. Ondan sonra ya iman vardır ya küfür. Çünkü İslâmiyet her tarafa yayılmış; insanlar İslâm di¬yarında doğmuşlardır. Binaenaleyh kim müslüman görünür de içinde küf¬rü gizlerse mürted olur.
7 - Kaadı Iyâz: «Bu hadisdert murâd: İslâmdaki umumî ni¬fak değil mezkûr hasletlerle içinde gizlediğinin aksini gösterme husu¬sunda münafıkların hâline benzetme yapmaktır. Böylesinin nifakî, ko-. nuştuğu, va'dettiği ve kendisine emniyet eden kimseye karşı olur.» diyor.
8 - Kurtubiy'e göre ise buradaki nifaktan murad, amele dair nifaktır.
Bu kavillerin içinde en güzeli Nevevi 'nin zikrettiği ve e1-Übbi 'nin de taraftar olduğu birinci kavildir. Ekser-i ulema ile muhak¬kikinin kavilleri de budur.

108 — (...) Bize Ebû Bekir b. İshâk rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Ebî Meryem [365] haber verdi. (Dedi ki): Bize Muhammed b. Ca'fer ha¬ber verdi. Dedi ki: Bana Huraka'nın mevlâsi el-Alâ' b. Abdirrahman b. Ya'kub, babasından, o da Ebû Hüreyre'den naklen haber verdi. Ebû Hü-reyre şöyle demiş: Resûlüliah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Üç şey münafık alâmetlerindendir: (Münafık)
1 - Konuştuğu zaman yalan söyler.
2 - Va'dettiği zaman sözünden döner.
3 - Kendisine emniyet olunursa hiyânet eder.» buyurdular.
Mevlâ: hem köleye hem onu âzad eden sahibine itlâk edilen bir söz¬dür. Burada ondan murad: âzad edilmiş köledir. Önceki rivâyetlerdeki mefhum-ı adedin muteber olmadığına burada işaret vardır. Çünkü mü¬nafık alâmetlerinden bazıları şunlardır ma'nasma: «Üç şey münafık alâmeîlerindendir.» buyurulmuştur. Filhakika münafıkların burada zik¬redilenlerden başka alâmetleri de vardır. Nitekim bu cümleden olmak üze¬re Teâ1â Hazretleri:
«Namaza kalktıkları vakit tenbel tenbel kalkarlar... [366] » buyurmuştur.

109 — (...) Bize Ukbetü'bnü MÜkrem el-Ammiy [367] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Zükeyr Yahya b. Muhammed b. Kays [368] rivayet et-Dedi ki: Ben el-Alâ' b. Abdirrahmân'i tu isnâdla rivayet ederken dinle¬dim. Hem: «Münafığın alâmRti üçtür. İsterse oruç tutsun, namaz kılsın ve kendini müslüman saysın.» dedi.

110 — (...) Bana Ebû Nasr et-Temmâr [369] ile Abdül'A'lâ b. Ham-mâd [370] rivayet etti. Dediler ki: Bize Hammâd b. Seleme, Davud b. Ebî Hindden, [371] o da Said b. el-Müseyyeb'den, o da Ebû Hüreyre'den nak¬len rivayet etti Ebû Hüreyrc : Resûlüllah (Soilallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu; diyerek Yahya b. Muhamnıed'in el-Alâ'dan rivayet ettiği hadi¬sin mislini rivayet etmiş. Bu hadisde: «İsterse oruç tutsun, namaz kılsın ve kendini müslüman saysın» ibaresini zikretmiş.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar
Administrator

Administrator
haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 2630
Kayıt tarihi : 24/05/09
Nerden : ANKARA

İMAN BAHSİ Empty
MesajKonu: Geri: İMAN BAHSİ   İMAN BAHSİ Icon_minitimePaz Mayıs 02, 2010 12:50 pm

26 - Müslüman Kardeşine «Ey Kafir» Diyen Kimsenin İman Halini Beyan Babı

111 (60) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Mu¬hammed b. Bişr ile Abdullah b. Nümeyr rivayet attiler. Dediler ki: Bize Ubeydullah b. Ömer, Nâfi'den, [372] o da İbni Ömer'den naklen rivayet etti ki, Peygamber (SaUallahü A leyhi ve Sellem) :
«Bir adam din kardeşini tekfir ederse ikisinden biri o tekfir sebebiyle muhakkak (küfre) döner.» buyurmuşlar.

(...) Bize Yahya b. Yahya et-Temimî iîe Yahya b. Eyyûb, Kuteybetü'b-nti Said ve Alî b. Hucr toptan İsmail b. Ca'ferden rivayet ettiler. Yahya b. Yahya dedi ki: Bize İsmail b. Ca'fer, Abdullah b. Dinar'dan naklen haber verdi ki, kendisi İbni Ömer'i şöyle derken işitmiş. Resûlüllah (SaUallahü A leyhi ve Sellem):
«Her hangi bîr kimse din kardeşine; «ey kâfir,» derse bu tekfir sebe¬biyle ikisinden biri muhakkak küfre döner. Eğer o kimse dediği gibi ise ne a'lâ! Aksi takdirde sözü kendi aleyhine döner.» buyurdular.
Bu hadis müttefekun aleyhtir. Buhâri onu «KHabü'I-Edeb» de rivayet etmiştir. Ebû Davud ile Taberâni de ayni ma'nada hadisler rivayet etmişlerdir.
Tekfir: Küfre nisbet etmek, kâfir olduğunu iddia eylemektir. Bazıları bu kelimenin tekfir değil, ikfâr şeklinde kullanılacağını iddia etmişlerse de tekfir şekli hadisde vârid olmuştur.
Ulemadan bâzıları bu hadisi müşkül saymışlardır. Çünkü ehl-i Hak¬kın mezhebine göre bir müslüman zina ve katil gibi günahlar sebebiyle da¬hi tekfir edilemez. İslâm dinini bâtıl i'tikad etmemek şartiyle din karde¬şine kâfir demek de böyledir. Bu sebeble ortaya bir çok te'viller çıkmıştır.
1- Hadis, din kardeşine kâfir demeyi helâl i'kad edene hamlolunur; böylesi kâfirdir. Bu takdirde : «Tekfir sebebiyle ikisinden biri muhakkak-küfre döner.» ifadesinin ma'nası tekfiri kendisine döner de kendisi kâ¬fir olur, demektir. Zira eğer kâfir diyen sözünde sâdıksa, muhatabı kâfir olur, yalan söylemişse sözü kendisine döner.
2 - Din kardeşine isnâd ettiği nakisa ve onu tekfirinin günahı ken¬disine döner. İbni Battal'm kavli budur.
3 - Hadis, mü'minleri tekfir eden haricîlere hamlolunur. Bu vechi Kaadi Iyâz (Rahimehullah), imâm Mâlik b. Enes (Rahimehullah) dan rivayet etmişse de mezkûr vecih zaif görülmüştür. Çünkü sahih ve muhtar olan mezheb, ekser-i ulemâ ile muhakkikinin, kavlidir. Bu kavle göre ise emsali ehl-i bid'at gibi hâriciler de tekfir edilmezler, Maamafih ulemadan bazıları haricîlerin tekfirinde ısrar etmektedir. Çünkü hârici¬ler hakikaten din-i islâmm —hâşa— bâtıl olduğuna inanmakda ve son derece çürük ve fasid bir takım delillerle islâmiyeti küfür saymaktadır.
4 - Din kardeşine kâfir demek âkibet kendini küfre götürür; çün¬kü, günahlar küfrün postasıdır derler. Bu sözü çok diline dolayanın âki-beti küfür olacağından korkulur. Hadisin sonunda: «Eğer (o kimse) dediği gibi ise ne a'lâ. Aksi takdirde sözü kendi aleyhine döner.» buyu-rulması, keza Ebu Avâne 'nin rivayetinde : «Eğer dediği gibi ise ne a'lâ! Aksi takdirde kendisi küfre döner.» denilmesi bu vechi te'yid" eder.
Bir rivâyctde: «Bir kimse din kardeşine; «ey kâfir» derse ikisinden birine küfür vâcib- olur.» buyurulmuştur.
5 - Hadisin ma'nası; tekfiri kendisine döner demektir. Yanî dönen küfür değil, tekfirdir. Zira dîn kardeşini kâfir sayması kendini tekfir et¬mek gibidir.
Ancak ulemanın bu te'villeri, kâfir diyen şahıs sözünü tefsir etmedi¬ğine göredir. Şayed tekfirinin sebebini izah ederse günahkâr değil, ma'zur olur. Nitekim asr-ı seâdetde Hâtıb b. Beltea (Radiyallahu anh) Mekke müşriklerine mektup yazarak İslâm ordusunun ahvâlini bildir¬mek istediği zaman Ömer (Radiyallahu anh) kendisine münafık de¬miş; fakat bu sözü, müşriklere mektup yazmakla hakikaten münafık ol¬du zannıyla söylediği için ma'zur sayılmıştır; Söylediği sözün hükmünü veya kâfir dediği şahsın hâlini bilmeyen de Allahu a'lem ma'zur olur. Buhâ ri 'de bu hususa dair bir bâb vardır.

27 - Bile Bile Babasını İnkar Eden Kimsenin İman Halini Beyan Babı

112 — (61) Bana Züheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdüs-samed b. Abdîl vâris rivayet etti. (Dedi ki): Bize baham rivayet etti. (De¬di ki): Bize Hüseyin el-Muallim, îbni Eüreyde'den, [373] o da Yahya b. Ya'mer'den, o da Ebu'l-Esved'den, [374] o da Ebû Zerr'den, [375] o da Resûlüllah (Sallaüahü Aleyhi ve Selîem) 'den şöyle buyururken işitmiş ol¬mak üzere rivayet etti:
«Bile bile babasından başkasının oğlu olduğunu iddia eden hiç bir adam yoktur ki, küfretmiş olmasın. Her kim kendinin olmayan bir şeyi (Be¬nim diye] iddia ederse o kimse bizden değildir. O, cehennemde oturacağı yere hazır olsun! ve her kirn bir kimseyi kâfir dîye çağırır veya düşman olmadığı halde Ona Allah'ın düşmanı derse, sözü kendi sleyhine döner.»
Hadis nıuttefekun aleyhtir. Buhâri onu «Kitâbü'l-Menâkibj» de rivayet etmiştir.
«Hiç bir adam» dan murâd; erkek olsun kadın olsun her insandı Babadan başkasına intisâb, ancak bilerek yapılırsa günah olur; bil¬meyerek yapılırsa günahı yoktur. Onun için hadis-i şerifde «Bile şile» diye kaydolunmuştur.
«Küfretmiş olmasın» cümlesi iki suretle teVil edilmiştir :
1-Hadis, bilerek başkasının çocuğu olduğunu iddia etmeyi helâl itikâd eden hakkındadır. Böylesi meşru'un zıddmı helâl i'tikad ettiği için Al1ah'a küfretmiş olur.
2 - Başkasına intisabı helâl i'tikad etmeyen hakkında bu söz küf¬ran-ı ni'met ma'nasmadır; ve söyleyen hakkında ağır şekilde men' ve zecir teşkil eder. Yani bilerek babasından başkasını babamdır diye iddia eden kimse A11ah
‘a ve babasına karşı küfran-ı ni'met etmiş olur.
Kendinin olmayan bir şeyi benimdir diye iddiaya gelince: o şeye baş¬kasının hakkı taallûk etsin etmesin mutlak surette ona sahip çıkmak ha¬ramdır. Hattâ Nevevî'nin beyânına göre hâkim senindir diye hük-metse bile helâl değildir. Yalnız imam Ebu Hanîfe Jye göre helâl olur. Kendinin olmayan şeyden murad; şer'an hak etmediği şeydir. Resu1ü11ah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in: «Bizden değildir.» buyurması, bizim güzel yolumuzda değildir ma'nasmadır. Nitekim bir babanın oğluna; «Benden değilsin» demesi de bu ma'nayadır.
bu cümle: «Cehennemdeki yerini boy¬lasın» yahud: «Orada kendine bir yer hazırlasın» ma'nasmadır. Yani cümle yâ duâ yahud emir lâfziyle haberdir ki, münasib olan da budur. Ve «Onun cezası budur; fcelki ceza görür belki de affolunur. Yahud tevbe-ye muvaffak olur da günahı sakıt olur.» demektir. Hadisin bu ikinci cüm¬lesinde dahi bilerek iddia şarttır. Çünkü günah ve tehdid bir şeyi bile¬rek yapan kimseye terettüb eder. Sonra buradaki hüküm âhirete aiddir. Dünyevî hükmüne gelince: Ulemadan bir cemaata göre Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Se//em)'in üzerinden yalan uyduran kimsenin tevbesi kabul edilmez. Hz. Abdullah b. Zübeyr el-Humeydî ile imam Ahmed b. Hanbel, Ebû Bekir es-Sayrafî ve Ebu'l-Muzaffer es-Sem'ânî de ayni hükme kaildirler.

Hadisi Şerifden Şu Hükümler Çıkarılmıştır:

1- Nesebi (soyu) belli olan bir kimsenin soyunu inkâr ederek başka bir! babanın çocuğu olduğunu iddiaya kalkışması haramdır.
2- Kişinin gerek isbât, gerekse nefi yönünden irtikâb ettiği suç hak¬kında bir şey diyebilmek için o suçu bilerek işlemiş olması icâbeder.
3- Günahlardan şiddetle men'etmek maksadiyle onlara küfür de¬mek caizdir.

113 — (62) -Bana Hârûn b. Said [376] el-Eylî rivayet etti. (Dedi ki):
Bize İbni Vehb [377] rivayet eyledi. Dedi ki: Bana Amr, [378] Ca'fer h. Rabia'dan, o da Irak b. Mâlik'den [379] naklen haher verdi ki, Irak Ebû Hüreyre'yi şöyle derken işitmiş: Gerçekten Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Babalarınızı inkâr etmeyin. Zira her kim babasını inkâr ederse bu (yap¬tığı) küfürdür.» buyurdular.

114 — (63) -Bana Anıru'n - Nâjtıd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hü-şeym b. Beşir rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hâüd, [380] Ebû Osman [381] dan naklen haber verdi. Demiş ki: Ziyada neseb iddia olunduğu zaman Ebû Bekre'ye [382] rastladım; ve kendisine dedim ki: Bu yaptığınız ne¬dir? Ben Sa'dü'bnü Ebî Vakkas'i şöyle derken işittim: Kulaklarım Resû¬lüllah (Sallallahü Aleyhi ve SeUem): «Her kim isiâmda, babası olmadığını bildiği halde babasından başkasını baba iddia ederse ona cennet haramdır» buyururken işitti. Bunun üzerine Ebû Bekre : Evet onu ben de Resülûllah (Salhllahü Aleyhi ve Sellem) 'den işittim, dedi.
Bu iki rivayetten birincinin şerhi ondan önceki hadisde geçti. İkinci¬ye gelince : Resûlüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in burada; «Ona cennet haramdır.» buyurması yukarıda geçtiği veçhile iki şekilde te'vil edilmiştir:
1 -Bu söz babasından başkasına intisabı helâl i'tikad eden hakkın¬dadır.
2 -Boylesinin cezası, ehl-i necat olanlar cennete girerken doğrudan doğruya cennete girememektir. O ya cezasını çektikten sonra yahud da Allah Teâlâ 'nm affına mazhar olarak ceza görmeksizin bilâhare cennete girecektir.
«Cennet haramdır.» ta'birinden murad: cennet memnu'dur, demek¬tir.
«Babasına intisabı terk etti; onu inkâr etti» de¬mektir. Rağbet fi'li «an» edatiyle kullanılırsa terk etmek, yüz çevirmek manâsına gelir, «fi» edatiyle ise istek ve rağbet göstermek demektir.
İkinci rivayette zikri geçen Ziyâd, bazen Ziyadü'bnü Ebih bâzan da Ziyadü'bnü Ümmih diye anılan fakat daha ziyâde Ziyâd b. Ebî Süf yan diye meşk ir olan zattır ki, Ebû Bekre 'nin anne bir kardeşidir. Babası belli değildir. Ebû Süf yan 'in gayr-i meşru oğlu olduğu söylenir. Evvelce Ziyâd b. Ubeyd es-Sakafi diye anılırdı.
Bilâhere Muaviy etü'bnü Ebî Süf yan, kardeşi ol¬duğunu iddia ederek nesebini babası Ebû Süfyan'a ilhak etti. Böylelikle Ziyad vaktiyle Hz. A1î (Radiyaiîahu anlı) tarafında iken Muâviye (Rahimehullah)hn yakınlarından oldu.
Edib, hatib ve dâhi bir zâttı. Ancak fazla şiddet gösteren bir devlet adamı idi. 35 hicrî tarihinde vefat etmiştir. Halk Muâviye 'nin bu işine çok içerlemişti. Ebû Bekre (Radiyaiîahu anh) kardeşinin hareketlerini beğenmediği için onunla alâkasını kesmiş; onunla ebediy-yen konuşmamaya yemin etmişdi. İhtimal Ebû Osman onun kar¬deşiyle konuşmadığını bilmediği için : «Bu yaptığınız nedir?» diye çıkış-mıştır. Yahud bu sözle Ziyad'm babasından başkasına intisabım kasd-ederek : «Kardeşinin şu yaptığı nedir? Ne çirkin ve cezası büyük bir iş yaptı: Çünkü Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) onun bu yaptığını yapana cenneti haram kıldı» demek istemiştir. şekillerinde de rivayet edilmiştir. Nevevi bunların hepsinin doğru olduğunu söyler.

115 — (...) Bize Ebu Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yahya b. Zckeriyyâ b. Ebî Zaide ile Ebû Muâviye, [383] Âsım'dan, [384] o da Ebû Osman'dan, g da Sa'd [385] ile Ebû Bekre'den naklen her ikisinin
de: «Bu hadisi Muhammed (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'den kulaklarını işitti; kalbim belledi: Her kim babası olmadığını bildiği halde babasından başkasını (baba) iddia ederse ona cennet haramdır, buyuruyordu,» dedi¬ğini rivayet ettiler.

28 - Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)in: «Müslümana Sövmek Fısktır; Onunla Çarpışmak İse Küfürdür» Hadisini Beyan Babı

116 — (64) Bize Muhammed b. Bekkâr b. er-Reyyân ile Avn b. Sellâm rivayet ettiler. Dediler ki i Bize Muhammed b. Talba [386] rivayet etti. H.
Bize Muhammed b. el-Müsennâ da rivayet etti. (Dedi ki); Bize Abdur-rahman b. Mehdi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süfyân [387] rivayet etti. H.
Bize yine Muhammed b. el-Müsennâ rivayet etti. (Dedi kî): Bize Mu¬hammed b. Ca'fer [388] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be rivayet etti. Bunların hepsi Zübeyd'den, [389] o da Ebû Vâild'den, o da Abdullah b. Mes'ud'dsn naklen rivayet ettiler. İbni Mes'ud şöyle demiş: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Müslümana söğmek fiskttr. Onunla çarpışmak ise küfürdür» buyur¬dular. Zübeyd demiş ki: «Bunun üzerine ben Ebû Vâile; Bunu Abdul¬lah Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem /den naklen rivayet ederken ondan sen mi işittin?» dedim
«Evet» dedi. Amma Şu'be'nin hadisinde Zübeyd'in Vâile söylediği söz yoktur.
Hadis müttefekun. aleyhdir. Buhâri onu «Kitabü'1-İmân», «Ki-tabii'l-Edeb» ve «Kitabü'l-Fiten» de tahric ettiği gibi diğer hadis imam¬larından Tirmizi, Nesâî, İbni Mâce, Ahmed b. Hanbe1 ve başkaları da rivayet etmişlerdir.
Sebb: lügatte söğmek ve bir kimsenin namusunu lekeleyecek şekil¬de konuşmaktır. Sibâb'da ayni ma'naya gelir. Bazıları bunun mufa'ale ba¬bından masdar olduğunu ve söğüşmek ma'nasına geldiğini, diğerleri sebb ma'nasma isim olduğunu söylerler. Îbrâhimü'l-Harbî sibâbın ma'naca sebbden daha şiddetli olduğunu ileri sürmüştür. Ona göre sibâb bir kimse hakkında o kimsede bulunan bulunmayan bütün ayıbları söyle¬mektir.
Fisk ve füsûk: lügatte hak yoldan ve tâatten çıkmaktır. Hatta fare, deliğinden çıktığı için ona bile araplar «Füveysika» derler.
Kıtâl'den murad, mukaateîe yâni çarpışma ve harbetmedir. Maamâ-fih muhasama yâni düşmanlık ma'nasma da kullanılmış olabilir; çünkü-arapiar muhasamaya da mukaateîe derler.
Hadistfen murad: Bir müslümana haksız yere sÖğüp saymak bilicma' haramdır. Bu işi yapan fâsiktir. Cezası te'dib olunmaktır. Haksız yere müslümanla kavga ve çarpışma yapan ise ehl-i hakk müslümanlara göre dinden çıkmak ma'nasma küfretmiş olmaz. Ancak müslümanla harbct-menin helâl olduğuna inanırsa o zaman dinden çıkar. Fakat mesele yine de ihtilaflıdır.
1 - İbni Battal'a göre buradaki küfürden murâd; müslüman-larin haklarına kargı küfrânda bulunmaktır. Çünkü, Allah müslü-manları kardeş yapmış; dargınlarının aralarım bulmayı emretti; Pey¬gamber (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) dahi mü'minlerin birbirleriyle kavga edip-küsüşmelerini yasak etmiş; bunu yapanların din kardeşinin hakkına küfran ettiğini haber vermiştir.
Küfrân: bir ni'meti örtmek, gizlemek ve inkâr etmektir.
2 - Bazılarıma göre burada müsîümanla çarpışmaya mecazen küfür denilmiştir. Zira müslümanla çarpışmak kâfirin şanmdandır. Binaenaleyh müslümanla çarpışan müsîüman bu hususda kâfire benzetilmiştir.
3 - Bir takımları: «Buradaki küfürden murâd, lügavî küfürdür» der¬ler. Lügatte küfür: örtmek, gizlemek ma'nasma gelir. Bir müslümanm müsîüman üzerindeki hakkı, ona yardımda bulunmak, ezâ ve cefâ etme¬mektir. Onunla çarpışan ise onun bu hakkını Örtbas ediyor gizliyor de¬mektir.
4 - Kirmânî 'ye göre küfürden murâd ya küfre vardırır ma'na-smadır; yahud kâfirlerin fi'li gibi demektir.
5 - Hâttâbi 'ye göre ise buradaki küfürden murâd : A11ah'a küfürdür. Çünkü hadis, hiç sebebsiz ve te'vil de etmeden müslümanla çarpışmayı helâl i'tikad eden hakkındadır. Te'vil ederse kâfir veya fâsık sayılmaz. Nitekim te'vil ederek hükümdar aleyhine kıyam eden bâğiler de tekfir edilmezler.
Burada şöyle bir suâl vârid olabilir; söğmekle çarpışmanın ikisinin de failleri fıska nisbet edilir fakat tekfir olunmaz. O halde neden söğme-ye karşı füsûk denilmiş de çarpışma hakkında küfür ta'birî kullanılmış¬tır? Bu suâlin cevâbı şudur ;
Çarpışma daha ağırdır; yahud çarpışma kâfirlerin ahlâkına daha [çok benzediği için onun hakkında küfür tâbiri kullanılmıştır.

117 — (...) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile İbni'l-Müsennâ, Muham-med b. Ca'fer'den [390] o da Şu'be'den, o da Mansur'dan [391], naklen ri¬vayet etti. H.
Yine bize İbni Nümeyr rivayet etti. (Dedi ki): Bize Affân [392] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, A'nıeş'den rivayet etti, Mansur ile A'meş'in ikisi de Ebû Vâil'den, o da Abdullah'tan, [393] o da Peygamber (SallaUahü Aleyhi ve Selle/n) 'den (yukarıki) hadisin mislini rivayet ettiler.

29 - Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'ün: «Benden Sonra Dönüp Birbirinizin Boyunlarını Vuran Kafirler Olmayın» Hadislerin Ma'nasını Beyan Babı

118 — (65) Bize Ebû Bekir b. Ebî Seybe ile Muhammed b. el-Müsennâ ve İbni Beşşar [394] hep birden Muhammed b. Ca'fer'den [395], o da' Şu-be*den naklen rivayet ettiler. H.
Bize Ubeydullah b. Muâz da rivayet etti. Bu lâfız onundur. (Dedi ki): Bize babam rivayet eyledi. (Dedi ki): Bize Şu'be Alî b. Müdrikeden [396],
0 da ceddi Cerir'den [397] naklen rivayet eden Ebû Zür'adan [398] dinle¬miş olarak tahdis eyledi. Cerir şöj "e demiş: Bana Peygamber (Salîallahü Aleyhi ve Selletn) Haccetü'I-Vedâ'da: «Şu insanları sustur!» dedi. Bunun arkasından şöyle buyurdular: «Benden sonra dönüp bir birinizin boyunlarını vuran kâfirler olmayın!»
Bu hadis-i şerif Haccetü'l-Vedâ'daki hutbeden bir parçadır. Resu1ü11ah (SaMlahü Aleyhi ve Sellenı)'in Hz. Cerir'e: «Şu insanları sustur!» diye emretmesi, orada bulunanlara pek mühim beyanatta bu¬lunacağı içindir. Nitekim öyle de olmuştur. Bu hacca Haccetü'1-vedâ' de¬nilmesi, Fahr-i Kâinat (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem) Efendimiz orada ashabı ile vedâ'laştığı içindir. Veda' hutbesi meşhurdur. ResuIüllah (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem) bu hutbede ashab-ı kiramma din¬lerini ta'Hm buyurmuş; ve şeriatının orada bulunmayanlara da tebliğini vasiyet etmiştir.
«Benden sonra dönüp bir birinizin boyunlarını vuran kâfirler olmayın!» hadisinin ma'riası hususunda sekiz kavil vardır :
1 - Müslümanların birbirlerini öldürmelerini helâl i'tikad etmek kü¬fürdür. Meğer ki te'vil ile ola.
2- Hadisden murad: Küfrün hakikati değil, küfran-ı ni'metdir. Ya¬ni bir birinizi vurarak nankörlük etmeyin demektir.
3 - Birbirinizi vurmanız sizi küfre götürür.
4 - Bu iş kâfirlerin işi gibi çirkin bir iştir.
5 - Hadisden murad küfrün hakikatidir. Ya'ni : «Küfretmeyin, müsiüman kalmakta devam edin! demektir.
6 - Hattâî ile diğer bazı ulemânın rivayetlerine göre kâfirler¬den murâd; silâh kuşananlardır. Çünkü arapçada silâh kuşanana kâfir de¬nir. Bunu Ezherî «Tehzibivl-lüga» adlı eserinde beyân etmiştir.
7 - Hattâbî 'ye göre ma'na : «Birbirinizi tekfir etmeyin sonra birbirinizi öldürmeyi de helâl addetmeye başlarsınız» demektir.
8- Küfürden murâd örtmektir. Yani benden sonra dönüp hakkı ört bas etmeyin; gizlemeyin demektir, imâm Nevevi bu kavillerin içinden en ziyâde dördüncüyü beğenmekte ve Kaadi Iyaz'mda ayni kavli ihtiyar ettiğini söylemektedir.
Kaadi lyaz (Rahimehullah). hadisdeki: «
ba'zı âlimlerin şeklinde zaptettiklerini nakletmiş; fakat
bunun ma'nayı çıkmaza sokmak olduğunu söylemiştir. Ebul-Beka el-Ukberî dahi mezkûr f i'lin ancak bir şart takdiriyle meczum okuna¬bileceğini, yânî cümleyi:
«Eğer dönerseniz bir birinizin boyunlarını vurursunuz» şekline sokmakla bunun mümkün olabileceğini söylemiştir. Fiil meczum okunursa mukad¬der emrin cevabı olur. Merfu' okunduğu takdirde cümle isti'nâfiyye veya hâl olur. Ulemâdan bazılarına göre fi'li meczum okuyan ma'nayı küfür¬le te'vil etmiş olur. Merfu okuyan ise onu yukarıya ta'lik etmediği için cümle ya hâl yahud müste'nef olur.
Resulü İlah (Salîallahü Aleyhi ve Sellem)'in : «Benden sonra dönüp kâfir olmayın» buyurması bazı ulemâya göre : «Ben şuradan ayrıl¬dıktan sonra» ma'nasmadır. O gün kurban bayramı olduğu için Pey¬gamber (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem) Mina'da bulunuyorlardı. Ya-' hud Efendimiz (Sallaliahü Aleyhi ve Sellem) bu irtidâd işinin ken¬di hayâtında olmayacağını bilmiş de vefatından sonrası için ashabını nehyetmiştir.
Hâriciler bu hadisle istidlal ederek büyük günâh işleyen kimsenin din¬den çıkıp kâfir olduğunu iddia ederler. Derler ki: «Bu hadisin mâ'nâsı: «Benden sonra birbirinizi öldürme sebebiyle küfretmeyin!» demektir. Hak¬sız yere insan öldürmek büyük günahtır. Şu halde nass-x hadisden anla¬şılıyor ki büyük günah işleyen kâfir olurmuş.»
Buradaki küfürden muradın ne olduğunu tayin babında ulemanın neler söylediğini az evvel sekiz madde halinde sıraladığımız düşünülürse hâricilere verilecek cevap kendiliğinden ortaya çıkar.
îcma-i ümmeti delil olarak kabul etmeyen ehl-i bid'at da bu hadisle istidlal ederler. Ve : «Bu ümmeti küfürden nehiy etmek, onun küfür ede¬bileceğine delildir. Çünkü küfretmesi imkânsız olaydı ondan nehyedilmez-di. Bu suretle ümmetin küfür üzerine ittifak etmesi mümkün olunca icti-hadda hatâ üzerine ittifak etmesi evleviyetle mümkün ve caiz olur.» der¬ler.
Ehl-i bid'atm bu istidlali doğru değildir. Çünkü teklifin şartı, fi'lin hadd-i zâtında mümkün olmasıdır. Haricî bir sebeble o fi'lin imkân hari¬cinde kalması onun teklif olunmasına mâni' değildir.
İşte ümmetin hatâ üzerine içtimâi haddi zâtında mümkün fakat Sâri' Hazretlerinin olmayacağını haber vermesiyle imkânsızlığı anlaşılmıştır. Hadd-i zâtında mümkün olup da başka bir sebeble imkân haricinde kalan bir-seyi teklif ise bilittifak caizdir. Teklif-i mâla yutak yâni kulun gücü yetmeyeceği bir işi teklif caiz değildir diyenlere göre mümten'i olan tek¬lif :hadd-i zatında imkânsız olan bir şeyin yapılmasını tekliftir.

119 - (66) Bize Ubeydullah b. Muâz rivayet etti. (Dedi ki): Bize ba-ibain [399] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, Vâkıd b. Muhammed'den o da babasından [400] , o da İbni Ömer'den, o da Nebiy (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'den duymuş olarak fcu hadisin mislini rivayet etti.

120 — (...) Bana Ebu Bekir b. Ebî Şeybe ile Ebû Bekir b. Hallâd-ı Bahilî [401] rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Muhamiued b. Ca'fer [402] riviyet etti. (Dedi ki):Bize Şu'be, Vâkıd b. Muhammed b. Zeyd'den rivayet eilti. Vâkıd babasını Abdullah b. Ömer'den rivayet ederken işitmiş; o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Se'demj'den nakletmiş ki, Resulüllah (dallallahü Aleyhi ve. Selîem) Haccetü'1-Vedâ' da:
«Vah size, yahud vay sîzin hâlinize! Benden sonra dönüp birbirinizin boyunlarını vuran kâfirler olmayın!» buyurmuşlar.
Hadis müttefekun. aleyhdir. Buharı onu : «Kitâbü'I- Edeb», «Ki-tabü'l-Mcğazî», '«Kitâhü'l-Hudud», «Kitâbü'd-Diyât» ve «Kitabü'l-Fiten» de tahric etmiştir.
«Vah size yahud vay size» ifâdesindeki şekli. Bedrüddin-i Aynî'nin beyanına göre râvi Muhammed b. Zey d'den yahud on-4an önceki râvidendir. Bu iki kelime arapçada çok defa yan yana da kul-lEmıhrlar. Telefuzîarı bir birine yakın olduğu için insanı kolayca şek ve şüpheye düşürebilirler.
Kaadî Ivez srapîan bir şeye şaştıkları veya acıdıkları zaman kullan¬dığını söyler. İmam Sibeveyh: «Veyl: helâka duçar olan kimse hakkında kullanılır; Veyh ise açmayı ifâde eder...» demiştir. Yine Sibeveyh'in; «Veyh, helâka duçar olan bir kimseyi men'etmek için kul¬lanılır.» dediği rivayet olunur. Sair ulema bu iki kelimenin helak için bed¬dua makamında kullanılmayıp sâdece şaşma ve acıma bildirdiklerini söy¬lemişlerdir Hz. Ömer (Radiyallahu onh) : «Veyh merhamet kelimesidir.» demiştir. Herevî ise : «Veyh hak etmediği bir belâya duçar olan kim¬seye acıma ve ta'ziye için, veyl de: hak ettiği bir belâya çarpan için acı¬madan söylenen sözlerdir.» diyor.
İbni Abbâs (Radiyallahu anh)'dan veyl'in meşakkat ma'nasma geldi¬ği rivayet olunmuştur

(...) Bana Harmeletü'bnü Yahya rivayet etti (Dedi ki): Bize Abdullah b. Vehb haber verdi. Dedi ki: Bana Ömer b. Muhammed [403]'in rivayetine göre babası [404] kendisine (Abdullah) İbni Ömer'den, o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)yden işitmiş olmak üzere Şu'be'nin Vâkıd'dan rivayet ettiği hadisin mislini rivayet etmiş.

30 - Nesebe Dil Uzatmaya ve Ölüye Ağlamaya Küfür Adı Verilmesi Babı

121 — (67) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Muâvîye rivayet etti. H.
Bize İbnİ Nümeyr'de rivayet etti. Bu lâfız onundur. (Dedi ki): Bize ba¬bam [405] ile Muhammed b. Ubeyd rivayet ettiler. Bunlar hepbirden A'meş'den, o da Ebû Salih'den, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet ettiler. Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resulüllah (SalîaUahü Aleyhi ve Sellem):
«İnsanlarda iki haslet vardır ki, bu iki haslet onlarda küfürdür. Nesebe dil uzatmak ve ölüye feryad ederek ağlamak.» buyurdular.
Nesebe diî uzatmak, bir kimsenin babasından başkasına intisâb et¬mesi veya meşru' surette doğduğunu şüpheye düşürecek şekilde konuş¬masıdır.
Niyâha : ölen bir kimsenin iyiliklerini sayarak feryatla ağlamaktır. Bu iki şeyin küfür sayılması dahi yukarıda görüldüğü gibi muhtelif şe¬killerde te'vil edilmiştir. Ezcümle:
1- Bazılarına gb're buradaki küfürden murad, bu iki şeyin küf-fann amellerinden ve cahiliyyet devri adetlerinden olmalarıdır. Nite¬kim Peygamber (Saîlaîlahü Aleyhi ve Sellem) kadınlar kendisine beyat ederken ölüye feryad edip ağlamayacaklarına dair onlardan söz almış : «Ölenin arkasından yanakiarma vuran, ceplerini yırtan ve cahiliyet da'vasın-aa bulunan bizden değildir.» buyurmuştur. Bu hususta onbeş sahâbiden hadis rivayet edilmiştir. Aynî (Rahimehulloh) «Umdetü'l-Kaari» adlı Buhârî şerhinde bu zevatın isimlerini ve rivayet ettik¬leri hadisleri sıralamıştır. Biz, «et-Tavzih» sahibinin yaptığı gi¬bi yalnız isimlerini saymakla iktifa edeceğiz.
Bu zevat: 1- İbni Mes'ud, 2- Ebû Mûsâ el-Eş'ari, 3- Ma'kıl b. Mu-karrin, 4- Ebû Mâlik el-Eş'ari, 5- Ebû Hüreyre, 6- İbni Abbâs, 7- Mua-viye, 8- Ebû Said-i Hudrî, 9- Ebû Ümâme, 10- Alî b. Ebî Tâlib, 11- Câ-bir, 12- Kays b. Âsim, 13- Cünâdetü'bnü Mâlik, 14- Üraraü, Atiyye, 15- Ümmü Seleme (Radıyallahu Anhüm) hazeratıdır.
İslâmiyet istihza, gıybet ve kazif yani, namuslu kadınlara zina ifti¬rası gibi şeyleri de yasak etti. Çünkü bunlar da cahiliyet devri amel-lerindendir. Resulüllah (Saîlaîlahü Aleyhi ve Sellem) «Allah sizden cahiliyet kibrini, soy sop ile öğünmeyi kaldırmıştır.» buyurmuştur.
2 - Burada küfürden murad: Küfre müeddi olmaktır.
3 - Murad: Küfran-ı ni'mettir.
4 - Küfür kelimesi hakikî ma'nasında kullanılmıştır.
Ancak bu hüküm ta'n ile niyâhayı helâl i'tikad edenlere mahsustur.
Hadis-i şerif nesebe ta'n ile niyahanm haram olduğunu ağır bir lisan¬la ifâde ediyor.

31 - Kaçak Köleye Kafir Denilmesi Babı

122 — (68) Bize AK b. Hucr es-Sa'dî rivayet etti. (Dedi ki): Bize İs¬mail (yâ'ni İbnî Uieyye), Mansûr b. Abdirrahman [406] dan, o da Şa'bîden, o da Cerir' [407] den naklen rivayet etti. Şa'bî Cerirî: «Her hangi bir köle sahiplerinden kaçarsa, onlara donünceye kadar küfretmiştir.» der¬ken işitmiş. Mansur: «Vallahi bu hadis gerçekten Peygamber (Saîlaîlahü Aleyhi ve Sellem) 'den de rivayet olundu. Lâkin ben onun burada Basra'da benden rivayet edilmesini istemiyorum» demiş.
Hadisin diğer bir rivayetinde «Küfretmiştir» yerine:
«Zimmet» ondan beri olmuştur» denilmiştir. Bunun ma'nası: o kölenin zimmeti yoktur, demektir.
Zimmet: lügatte söz vermektir; zemmden alınmıştır. Sözünden dö¬nen kimse zemmi hak ettiği için söz vermeye zimmet denilmiştir. Emân ve garanti ma'nalanna da geiır. İstılahda ise; bâzı ulemaya göre: bir va¬sıf olup insan onunla lehine ve aleyhine bir şey lâzım gelmesine ehil olur. Bir takımları onu vasıf değil zât olarak kabul etmiş ve : «Zimmet, ahd-u peymanı olan bir nefistir.» diye ta'rifde bulunmuşlardır. Çünkü insan bü-jtün fukahâya göre lehine ve aleyhine bir şey vâcib olmaya elverişli bir zimmete sahip olarak dünyaya gelir. Sair hayvanlar böyle değildir.
İbni Salâh: «Burada zimmet zimâm yani hürmet diye tefsir edilen zimmet de olabilir; Allahm zimmeti, Resulüllah (Saîlaîlahü Aleyhi ve Sellem) 'in zimmeti yânı tekeffülü, emanet ve riâyeti kabilinden de olabi¬lir. Bundan dolayıdır ki bir kaçak köle, sahibinin kendisini cezalandırma¬sından masundur. Zira kölenin kaçmasile zimmet (masuniyet) ortadan kalkmıştır.» diyor". Bittabi zimmeti kalmayınca harbî hükmüne girer ve kanı heder olur.
Hadîsin başka bir rivayetinde :
«Köle kaçtığı zaman sahiplerinin yanına dönünceye kadar hiç bir namazı kabul olunmaz.» buyurulmuştur.
Bu hadisi imam Mâziri ve ona tebean Kaadî Iyaz teVil etmişlerdir. Onlara göre namazın kabul edilmemesi, kaçmayı helâl i'ti-kad eden köleye mahsustur. Bu köle kâfirdir. Onun hiç bir namazı ve başka ibadeti kabul edilmez; zâten namazı zikretmekle sair ibâdetlere tenbih olunmuştur. Fakat Ebû Amr İbnî Salâh buna i'tiraz etmiş ve : «Bilâkis bu hüküm helâl i'tikad etmeyende de câridir. Hem na¬mazın kabul edilmemesinden onun sahih olması da lâzım gelmez; kaçak kölenin namazı sahih lâkin makbul değildir. Kabul edilmediğini bu ha-disden anlıyoruz. Çünkü ma'sıyetle birlikte kılınmıştır. Namazın sahih olması ise sıhhatim istilzam eden şartları ve erkânı bulunduğundandır. Burada hiç bir tenakuz da yoktur. Namazın kabul edilmemesinin eseri sevabsız kalmasında, sahih oluşunun eseri ise; kaza lâzım gelmemesinde ve bir de namazı terk edenler gibi cezalandırılmamasında kendini göste¬rir» demiştir. Ona göre te'vile hacet yoktur.
Hadisde kaçak köle hakkında «küfretmişîir.» denilmesi biraz yukarı¬da gördüğümüz sekiz şekilde te'vil edilir.
Mansur'unbu hadisi Şa'bî tarikile Cerir'e mevkuf ola¬rak rivayet etmesi, sonra onun Peygamber(Salîaîlahü Aleyhi ve Sellem) 'e merfu' olduğunu yeminle bildirerek : «lâkin ben onun burada Basra'da benden rivayet edilmesini istemiyorum.» demesi o zaman Basra, hârici¬ler ve mu'tezile taifeleriyle dolu olduğu içindir. Mezkûr taifeler günah işleyenlerin ebediyyen cehennemde kalacaklarına kail hattâ Hâriciler küfrüne hükmettikleri cihetle Mansur kaçak kölenin de küfrüne hükmedeceklerinden korkmuştur.
Bu bid'at taifelerinin bâtıl mezheplerine sırası geldikçe kitabımızın bir çok yerlerinde lâzım gelen cevaplar verilecektir.

123 — (69) Bize Ebû Bekir b. EM Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hafe b. Gıyâs, Dâvûd'dan, [408] o da Şa'bi'den, o da Cerir'den naklen ri¬vayet eyledi. Cerir şöyle demiş: ResulüUah (Saliallahü Aleyhi ve Sellem):
«Her hangi bir köle kaçarsa zimmet ondan berî olmuştur.» buyurdu¬lar.
Zimmetin beri olmasının ma'nası o kimsenin emniyeti babında îs-lâmiyetçe verilen ahd-u peyman kalkmıştır. Artık, o şahıs bir harbîden farksızdır; mâsun değildir demek olduğu yukariki hadisin şerhinde gö¬rüldü.

124 — (70) Bize Yahya b. Yahya rivayet etti. (Dedi ki): Bize Cerir, [409] Muğira' [410] dan, o da Şabi'den naklen haberverdi. Demiş ki: Cerir b. Abdillâh Peygamber (Saliallahü Aleyhi ve Sellem)'âen naklen onun: *cBir köle kaçtımı onun hiç bir namazı kabul edilmez.» buyurduğunu ri¬vayet ederdi.
Bundan muradın ne olduğu yukariki rivayette görüldü. Şunu da ilâ¬ve edelim ki; ekseri Şafiî âlimlerine göre; gasbedilen bir yerde kılman namaz sahihtir; yalmz sevabı yoktur. Bazıları, bu namaz sahih değildir de¬mişlerdir. Hanefi âlimlere göre gasbedilen yerde namaz kılmak mekruh¬tur.

32 - Yıldızın Doğup Batmasile Yağmura Kavuştuk Diyenin Küfrünü Beyan Babı

125 — (71) Bize Yahya b. Yahya rivayet etti. Dedi ki: Bana Salih b. Keysan'dan gelen, onun da Ubeydulîah b. Abdillâh b. Utbe'den, onun da Zeyd b. Hâlid-i Cühenî'den [411] naklen rivayet ettiği bir hadisi Bîâlik'e [412] okudum. Zeyd şöyle demiş: Eesulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Hudeybiyede bize sabah namazını geceleyin yağan yağmurdan sonra kıldırdı. «Namazdan çıkınca cemaata karşı döndü ve: Rabbınız ne buyurdu bilirmS-siniz?» diye sordu. Cemaat — Allah ve Resulü bilir; dediler. (SaHallahü Aleyhi ve Sellem):
«Allah: kullarımdan bazısı bana mü'min, bazısı da kâfir olarak sabahladı. Kim; Allanın fadlu rahmetîle yağmura kavuştuk dedi ise, işte o bana imân, yıldıza küfretmiştir. Kim, filân ve filân yıldızın doğması veya batmasile yağ¬mura kavuştuk dedi ise; o da bana küfür, yıldıza imân etmiştir, buyurdu.» dedi.
Hadis müttefckun aleyhdir. Onu Buhâri: «Kîtâbü's-Sâlat» ile
«Kitâbü'l- Meğâzi» de ve : «İstiska» babında, Sünen sahiplerinden Ebû Davud «Tıb» da. Nesâî de «Kitâbü's-Sâlat» da tahric etmişlerdir. Bu hadis-i şerif, kudsi hadislerden biridir. Onun için zamirleri Allah'a râc'idir.
Resulülîah (Sallallahü Aleyhi ve Se!lem)'in: «Bilirmisiniz?» diye istif¬hamla söze başlaması, tenbih içindir. Hatta Nesâî'nin rivayetinde: «işitmediniz mi Rabbiniz bu akşam ne buyurdu?» demiştir.
Mevzu-i bahis sabah namazı Hudeybiye'de kılınmıştır. Nitekim Buhârî 'nin rivayetinde sarahaten zikredilmiştir. Hudeybiye Mekkeye ya¬kın bir köydür. Müşrikler Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i ora¬dan geri çevirmiş; Beytullahı ziyaretine müsaade etmemişlerdi.
Kur'an-ı Kerîmde zikri geçen «Ağaç altındaki beyât-î ridvân» orada olmuştur.
Hudeybiye kelimesi meşhur ve muhtar olan kavle göre (ya) nin tahfifile Hudeybiye şeklinde okunur, İmam Safi ile lügat ulemasının ve bazı eh-li hadisin kavilleri budur, imam Kısai ile İbni Vehb ve ekser-i muhaddisîne göre (yâ) nin şeddesile Hudeybiyye oku-Ci'râne 'nin (râ) sı üzerinde de ayni şekilde ihtilâf olunmuştur.
Hadîsin ma'nası hususunda ulemâ iki kavil üzerine ihtilâf etmişlernur. dir.
Birinci kavle göre : filân yıldızın doğması veya batmasüe yağmura kavuştuk demek Allah'a küfürdür. Bu söz, sahibini dinden çıkarır; yal¬nız bu hüküm yıldızın yağmur yağdıracağına inanan kimselere mahsus-tuı. Nitekim câhiliyyet devrinde böyle i'tikad edilirdi. Buna inanan bir kimsenin kâfir olduğunda şüphe yoktur, Cumhûr-u ulemanın kavli bu olduğu gibi hadîsin zahirinden anlaşılan ma'nâ da budur. Şu hâlde yağmu¬ru Allah Teâlâ yağdırdığına, yıldızın doğması veya batması ona ancak âdi bir alâmet olduğuna inanmak şartile bu sözü söylemek küfrü icâbet-mez. Çünkü : Bize filân vakit yağmur verildi, ma'nasma gelir. Maamafih esah olan kavle göre böyle demek yine de kerâhet-i tenzihiyye ile mek¬ruhtur. Kerahete sebeb, ayni sözün bâzan küfür için bazen da başka ma'-nada kullanılması ve bu suretle söylenene su-i zann edilmesi; bir de avni sözün câhiliyyet devrinin ve onların yolundan gidenlerin şiarı olmasıdır.
İkinci kavle göre: Küfürden murâd: Allanın ni'metlerine karşı küf-randa bulunmaktır. Bu ma'na, yıldızın yağmur yağdırdığına inanmayana göredir. Babımız hadislerinin en sonuncusuda: «İnsanlardan bazısı şükrederek, bazısı da küfranda bulunarak sabahladı.» buyurulması, ke¬za ondan evvelki rivayette: «Allah gök yüzünden hiç bir bereket indirmemiştir ki, insanlardan bâzısı o berekete küfrând» bulunmasın.» denilmiş olması bu te'vili te'yid eder.
Nev': aslında yıldız demek değildir. Bu kelime : yıldız battı ve kay¬boldu ma'nasına masdardır. Bazıları, yıldız doğdu ma'nasma geldiğini söylemişlerdir. Çünkü ayın menzilleri diye bilinen, bütün sene doğdukla¬rı yerler ma'lum yirmisekİz yıldızdan biri her onüç gecede bir garbda fecir zamanında batar; onun karşısında o saatte şarkda bir yıldız doğar-mış. Eğer yağmur yağarsa, câhiliyyet devri araplan bu yağmuru, batan yıldıza —Esmaiye göre doğana— nisbet eder; yağmuru o yıldızın yağ¬dırdığına inamrlarmış. Bazen faile masdar ismini vermek kabilinden me¬cazen yıldıza da nev' denilir.
Hattâbi 'ye göre yıldız demektir, E bû İshâk ez-Zeccâc . garpda batan yıldızlara enva', şarkda doğanlara da bevârih denildiğini söylüyor.
Bu babta «Tecrid tercemesinde de şu ma'lumat verilmektedir : [413]
«Nev'in cem'i enva'dır. Enva' ayın menzilleri ma'nasmadır. Aym men-zileri yirmi sekizdir. Ay her gece bunlardan bir menzilde bulunur. Bu men¬zillerden her biri o semâ sahasında bulunan yıldızlardan birinin ismile anılır.
1- Seretan, 2- Butayn, 3- Süreyya, 4- Deberân, 5- Hek'a, 6- Hen'a, 7- Zirâu'1-Esed, 8- Nesre, 9- Tarf, 10- Cephe, 11-.Zebra, 12- Sarfe, 13 - Avvâ', 14- Simaku, 15- A'zel, 16- Gafer, 17- Zubana, 18- İklîl, 19- Kalbu'l-akreb, 20- Şevle, 21- Nâim, 22- Belde, 23- Sa'd-u za-bih, 24- Sa'd-u bûlâ', 25- Sa'dü-s' Suûd, 26- Sa'du'l-Ahbiye, 27- Fer'u evvel, 28- Fer-u' sâni, 29- Batnu'1-Hût.
Bu isimleri alan. yıldızların daima ondördü geceleyin ufkun üstünde, diğer ondördü ufkun altındadır. Hangisi garp tarafından batarsa, rakib ismi verilen yıldız şark tarafından doğar. İlk ondört menzil şimal menzil¬leri, sonrakiler cenup menzilleridir.
Araplar bu yıldızlardan birinin fecir zamanında batmasile birlikde, rakîb olan yıldızın o saatte doğmasına nev'derler. Onun için lügat ulemâ¬sının kimi yıldızın batmasına, k*/ni doğmasına, kimi de her ikisine birden nev' denildiğini söylerler. Bu nev'Ier bir biri arkasından onüçer gün fası¬la ile battığında ve rakipleri doğduğunda o müddet zarfında yağmur, rüz¬gâr, soğuk, sıcak, bereket her ne olursa batan yıldıza izafe edilir; ve: fi¬lân şey filân yıldızın nev'inde vâki' oldu, derlerdi.
Yalnız cephenin batması ondört günde olur ki; bu hesaba1 göre yirmi sekiz nev'in batması 365 gün eder ve güneş senesi bununla sona erer. Envü* hesabına göre hangi yıldızdan başlanmışsa yeni güneş senesi de o yıldızdan başlamış olur; ta'bir-i aharla sene yirmisekiz kısma bölünüp . takriben her onüç gün zarfında vukua gelen cevvî hâdiseler, o günlerde hâkim addedilen yıldıza isnad edilirdi!»
Ebû Bekir İbnü'l-Arabi diyor ki: «Bu hadîsi İmam Mâlik «istiska» babına iki sebeble almıştır.
Birinci sebeb: Arapların yağmuru yıldızlardan beklemesidir. İşte Peygamber (Saîîallahü Aleyhi ve Seliem) kalplerle yıldızlar arasındaki bu alâkayı kesmiştir.
İkinci sebeb: Hz. Ömer (Radiyallahu anh) zamanında kıtlık ol¬muştu. Ömer (Radiyallahu anh) Hz. Abbâs'a; «Ülker yıldızla¬rından kaçı kalmış?» diye sormuş. Abbas (Radiyallahu anh) : «Söylendiği ne göre yâ Emîre'l-mü'minîn! onlar ufuk il a yedi dane olarak goriinüyorlar-nıış.» demişti. Mezkûr yıldızlar kaybolur olmaz yağmur indi. Ömerle Ab-basa bakın ki, onlar bile Ülker yıldızlarını ve zamanı gelince onların bat¬masını beklemişlerdir.» İbnİ'l-Arâbî sözüne şöyle devam ediyor : «Şüp¬hesiz ki yağmuru Allah'dan değilde — yıldız yaratmış olmak üzere — yıl¬dızlardan bekleyen kimse kâfirdir. Allah'ın yıldızlara verdiği bir hâssad-dan dolayı yıldızlar yağmuru yaratır diye i'tikad eden de kâfirdir. Çün¬kü yaratmak ve emir vermek Allahdan başkasına caiz değildir. Nitekim Allah Teâlâ Hazretleri:
«Dikkat edin yaratmak ve emir ancak ona mahsustur. [414] buyurmuştur. Ama yıldızların do¬ğup batmasını bekleyerek, Allah'ın âdeti budur diye onlardan yağmur bekleyene bir şey yoktur. Zira Allah Teâlâ bulutlara, rüzgâr ve yağmur¬lara bir takım menfaatlar tevdi etmiştir...»

Bu Hadisden Çıkarılan Hükümler:

1- Hükümdar veya kumandan bir meselenin bütün inceliklerini dü¬şünsünler diye o meseleyi arkadaşlarına arzedebilir.
2 - Allah Teâlâ her şeye bir sebeb halk etmiştir. Hüküm o sebebe izafe olunur. Fakat hakikatta fail Allahu Zü'1-Celâldir.
3- Peygamber (Salİallahü Aleyhi ve Seliem) 'in vasıtasız olarak Allah'¬dan haber vermesi onun kadr-u şanının pek büyük olduğuna delâlet eder.
4 - Yağmur yağdırmayı Allah'dan başkasına nisbet etmek caiz de¬ğildir.

126 — (72) Bana Harmeletü'bnü Yahya ile Amr b. Sevvâd-i Âmiri [415] ve Muhammed b. Selemete'l-Muradı [416]rivayet ettiler. Murâdî dedi ki: Bize Abdullah b. Vehb (Yunus) dan [417] rivayet etti. Diğer ikisi dediler ki: Bize İbni Vehb haber verdi: Dedi ki: Bana Yunus, İbni Şihâb'dan naklen haber verdi. Demiş ki: Bant^Jbeydullah b. Abdillâh b. Utbe rivayet etti kî, Ebû Hureyre şöyle demiş: Resulüllah (SallallahU Aleyhi ve Seliem):
«Görmediniz mi Rabbiniz ne buyurdu! Ben kullarıma hiç bir (yağmur) ni'met (i) ihsan etmemişîmdir ki, onlardan bir gurup o ni'mete küfrân et¬mesin. (Onu) yıldız (verdi); yıldız sayesinde (oldu) derler.
Bana Muhammedi b. Selemete'1-Muı-âdî rivayet etti. (Dedi ki):
Bize Abdullah b. Vehb, Amru'bnü'l-Hâris'den rivayet etti. H.
Bana Amr b. Sevvâd da rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdullah b. Vehb
haber verdi. (Dedi ki): Bize Anırubnü'I-Hâris haber verdi ki, Ehû Hü-reyrcnin âzadlısı Ebû Yûnus [418] kendisine Ebû Hureyreden o da Re-su\ül\ah (Saüallahü Aleyhi ve Seller») 'den naklen tahdis eylemiş. Buyurmuş-
lar ki:
«Allah gökten hiç bir (yağmur) bereket (i) indirmemiştir ki insanlardan bir fırka ona küfranda bulunmamış olsunlar. Allah yağmuru indirir; onlar yıldız şöyle yaptı; böyle etti derler. Muradî'nin hadisinde ise: «şu ve şu yıldız sayesinde...» ifâdesi vardır.

127 — (73) Bana Abbâs b. Abdilâzim [419] el-Anberî rivayet etti. (De¬di ki): Bize Nadr b. Muhammed [420] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ikrime — ki İbni Amnıârdır— rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Zümeyl [421] ri¬vayet etti. Dedi ki: Bana İbni Abbâs rivayet eyledi. Dedi ki : Pey¬gamber (Saüallahü Aleyhi ve Sellem) zamanında halk yağmura kavuştu. Bunun üzerine "Sehiy^Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdular.
İnsanlardan bâzısı şükrederek, bir takımı da küfrederek sabahladı. Ba¬zıları: Bu, Allanın rahmetidir; dediler. Bazıları da gerçekten şu ve şu yıldızın nev'i doğru çıktı dediler.
İbni Abbas dedi ki :
— Bunun üzerine şu âyet indi: «Yıldızların düşüş yerlerine yemin ederim...» ve tâ: «rızkınızı behemehal tekzib etmeğe mi kalkıyorsunuz?» (Vakıa : 75 - 82) âyetine vardı.
Bundan Önceki iki rivayetin birinde yağmura nimet denilmiş; diğe¬rinde bereket tâbiri kullanılmıştır. Mezkûr ta'birlerden bilumum nimetler kasdedilmemiştir.
Halkın bu tarzdaki konuşmaları eski bir âdet olup ihtimal o güne ka¬dar sürüp gelmiştir, llaamafih hadisi duymazdan önceye aid olması da muhtemeldir.
E1-Ubbi İslâm feylesoflarından Fârabi ile İbni Sina'nm Aristo ya tâbi' olarak : «Birden yalnız bîr çıkar» faraziye¬sine kail olmalarını ehl-i cahiliyyetin yıldıza yağmur isnadı kabilinden hezeyanlar diye vasıflandırmışlar. Bu feylesoflara göre: Allah Teâlâ vâ-cibü'l-vücud clunca, bir olması icâbeder. Bir olunca, ancak bir şey yarat¬ması gerekir. Çünkü iki şey yaratmış olsa hadd-i zatında muhtelif iki şey rtibariîe yaratacaktır ki, bu ona vacib olan birliğe munâfi kesrettir. Bi¬naenaleyh bir olan Allahdan ancak bir şey sadır olmuştur ki, o da akıl¬dır. Sonra bu akıldan dört cevher, akl-i sâniden de dört cevher sâdır ol¬muş; derken bu tertib üzere ar. akıl, dokuz nefis ve dokuz felek mey¬dana gelmiş. Sonra bu felekler harekete gelerek dört temel unsur denilen hava, su ateş ve toprak meydana gelmiş, daha sonra bu unsurlar hareket ederek gök kubbenin altındaki şu aîem-i kevn ve fesâd vûcud bulmuş...
E1-Übbînin beyanına göre feylesofların bu bâbtaki hezeyanları çoktur. Fakat müddeâîannı delil yolu ile isbât edecek hiç bir mesnedîeri yoktur. Delil hususunda sıkıştırılacak olurlarsa: «Böyle şeyler deil ile anlaşılmaz; bunlar ancak riyazatîa anlaşılır. Riyâzatı kim eyi yaparsa söy¬lediklerimizi de o anlar...» derler.
Hadis-i şerifde bahsedilen âyetler Vakıa Sûresinin 75, 32 âyetleridir. Bunlar hakkında İbni Salâh şöyle demektedir : Murad-ı İlâhi bü¬tün bu âyetlerin yıldızlar hakkında söylenenler için indiğini anlatmak de¬ğildir. Bu hususta inen yalnız «rızkınızı behemehal tekzib etmeğe mi kalkıyorsunuz?» âyet-i kelimesidir. Diğer âyetler başka şeyler hakkında nazil olmuştur. Ancak hepsi bir defada nâziî olduğu için hep birden zik¬redilmişlerdir. İbni Abbâs (Radiyallahu anh)*dan gelen rivayetle¬rin bâzılarında yalnız bu âyeti zikirle iktifa edilmiş olması da bunu gös¬terir. »
Âyetin tefsirine gelince : Ekseri müfessirler «buradaki nzıkdan mu-râd şükürdür.» diyorlar ki, Sultânü'l-Müfessirin İbni Abbas (Radiyaüahu anh) 'm kavli de budur. Bu takdirde ma'na şöyle -lur : «Şükredeceğiniz yerde, yağmuru yıMiza nisbet etmek sûretile tekzibe mi kalkışıyorsu¬nuz?»
Ezher-î ile Ebû Alî Farisiye göre âyetten muzaf hazfedilmiştir. Mâna: «Rızkınızın şükrünü tekzihden ibaret mi yapıyorsunuz?» dernektir, Ha-san-ı Basrî'ye göre rızkın ma'nası nasibtir...
Mevakıu'n-nucümdan murad: ekser-i Müfesirine göre semâdaki yıldızların batmasıdır. Bazıları mevakı': doğdukları yerlerdir; demiş bir ta¬kımları da kıyamet gününde dağılıp saçılmaları ma'nasını vermişlerdir. Hatta nücumdan murad: Kur'an-ı Kerîmin nücûmudur diyenler vardır. Bu kavil İbni Abbâs (Radiyallahu anh)'dan mervidir. Kur'an'm nücûmu kısım kısım indirilmesi; mevâkiî de indirildiği zamanlardır. Mücâhid: «Me-vâkıu'n-nücum» Kur'an'ın muhkem âyetleridir.» demiştir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar
Administrator

Administrator
haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 2630
Kayıt tarihi : 24/05/09
Nerden : ANKARA

İMAN BAHSİ Empty
MesajKonu: Geri: İMAN BAHSİ   İMAN BAHSİ Icon_minitimePaz Mayıs 02, 2010 12:51 pm

33 - Ensar İle Ali Radiyallahu Anhümü Sevmanin Îmandan ve Îman Alametlerinden, Onlara Buğz Etmenin İse Nifak Alametlerinden Olduğuna Delil Babı

128 — (74) Bize Muhammedü'bnü'l-Müsennâ rivayet etti. (Dedi ki): Bize Abdurrahman b. Mehdi, Şu'beden, o da Abdullah b. Abdillâh b. Cebr'-den [422] naklen rivayet etti. Abdullah demiş ki; Enes-i şöyle derken işit¬tim : Resulülla (SaHalîahü Aleyhi ve Selîem):
«Münafığın alâmeti Ensara buğzetmek, mü'minîn alâmeti ise Ensâri sevmektir.» buyurdular.

(...) - Bize Yahya b. Habîb el-Hârisi rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hâîid yâni İbnü'l-Hâris [423] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, Abdullah b. Abdillâh'dan, o da Enes'den, o da Peygamber (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem) den naklen rivayet etti ki, Efendimiz (Sallaîlahü Aleyhi ve Sellem):
«Ensari sevmek iman alâmeti, onlara buğzetmek ise nifak alâmetidir.» buyurmuşlar.

129 — (75) Bana Züheyr b. Harb rivayet etti. Dedi ki: Bana Muâı b. Mu âz rivayet eyledi. H.
Bana Ubeydullah b. Muâz da rivayet etti: Bu lâfız onundur. (Dedi ki): Bize babam [424] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, Adiy b. Sabüt'den [425] rivayet etti. Adiy demiş ki: Berâ'ı [426] Peygamber (Saliallahü Aleyhi ve Selîem)''den naklen onun Ensâr hakkında:
«Onları ancak mii'min olan sever; ve onlara ancak münafık oSan buğz-eder. Onları kim severse Allah da onu sever; kim buğzederse Allah da ona buğzeder.» buyurduğunu rivayet ederken işittim.
Şu'be demiş ki: «Adiy'ye:
— Bunu BerâMan mı işittin? dedim. «Bana anlattı.» dedi.

130 — (76) Bize Kuteybetü'bnü Said rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yâ-kub (yani İbni Abdirrahmân el-Kaarî) [427], Süheyl'den, [428] o da babasından, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti ki, Kesulülîah
(SallaVahü Aleyhi ve Sellem) :
«Allaha ve âhiret gününe iman eden hiç bir kimse Ensara buğz etmez.» buyurmuşlar.

__(77) Bize Osman b. Muhammed b. Ehî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki):
Bize Cerir [429] rivayet eyledi. H.
Bize Ebû Bekir İbni Ebî Şeybe dahî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Üsâme [430] rivayet etti. Cerir ile Ebû Üsame her ikisi A'mcş'den, o da Ebû Sâlih'den, [431] o da Ebû Said'den [432] naklen rivayet ettiler. Ebû Said şöyle demiş: Resulüllah (Sallallahü A leyhi ve Seiiem) :
«Allaha ve âhiret gününe imân eden bir kimse Ensâra buğzetmez.» buyurdular.
Bu hadisi az farkla Buhârî ve Nesâi dahi tahric etmiş¬lerdir. Bu hâ r i 'nin rivayetleri: «Kitabü'Mmân» «Kitabü's-Sahâbe» «Kitabü's-Şehâdât» «Kitabü'1-Edeb» ve «Kîtâbü'l-Vasâya» dadir.
Âyetin, alâmet ma'nasına geldiğini ve münafık hakkındaki kavilleri yukarıda görmüştük. Şimdi de bu hadislerin ma'nalannı görelim :
. Ensâr : nâsır'ın cem'idır. Nasîr'in cem'i olduğunu söyleyenler de var¬dır. Nasır! yardım eden demektir. Nasir'de öyledir; hattâ daha mubaleğa-lıdır. Medine'li Evs ve Hazrec kabileleri Peygamber (Sattallahü Aleyhi ve Selle m)'e pek büyük yardımlarda bulundukları için bu ismi onlara bizzat Resulü Zîşân (Sallallahü Aleyhi ve Selle m) efendimiz vermiştir. Daha Ön¬celeri her iki kabilenin büyük anneleri olan Kaylc'nin ismine izafetle bunlara Beni kay1e denilirmiş. Resulüllah (Sallallahii Aleyhi ve Sellemy'iYi tesmiyesinden sonra «Ensar» sözü kendilerine alem oldukdan maada çocuklarına, dost ve yardımcılarına da ensâr denilmiştir. Bazıları bu ismi onlara Allah Teâlâ'nın verdiğini söylerler.
Filhakika Ensar-ı kiram islâmın neşri ve Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i müdâfaa uğrunda pek büyük yardımlarda bulunmuşlardır. Hic¬ret günlerinde ona ve Mekke'den gelen muhacir müslümanlara en güzel misafirperverlik örneğini onlar göstermiş; onları kendi aileleri efradın¬dan daha ileri tutmuş; bu uğurda mallarını ve canlarım feda etmişlerdir.
İslâm dinini meydana çıkarmak onu i'lâ etmek için her ta'rif ve tas¬virin üstünde şehâmet ve fedâkârlıklar gösteren bu muhterem zevatı sev¬mek, kendilerine hürmet göstermek elbet de îmânın sıhhatma, İslâmiyet hususundaki sadâkata delâlet eder. Çur.kü onları sevmek İslâmiyetin meydana çıkmasına ve kuvvet bulmasına sevinmek demektir, Ensar-ı kiramı bu yararlıklarından dolayı sevmeyerek kendilerine buğzetmek şüp¬hesiz ki; nifak alâmetidir, Boyleleri zahiren müslüman görünseler bile; kalben kâfirdirler. Bu ma'naca buğuzda bulunmak yalnız ensar hakkın¬da değil bütün ashab-ı kiram hakkında rr.ernnû'dur. Nitekim bundan son¬ra gelen Hz. Ali (Radiyallahu onlu hadîsinden de anlaşılacaktır. Bu¬nunla beraber ensâr-ı kiramın yinede bir hakk-ı tekaddümleri vardır.
Ensar ve diğer ashabdan biri hakkında bu ma'naya değil de başka bir cihetten muvakkaten bir adern-i muhabbet eseri göstermek nifaka alâmet değildir. Bu hususda Kurtubi şöyle demiştir :
«Amma bir kimse bu cihetten başka, arızi bir sebeble, meselâ bir mak¬sada muhalefet ve bir zarar veya benzeri bir şeyden dolayı ashâbtan biri¬ne buğzederse bundan dolayı münafık ve kâfir olmaz. Ashâb arasında bir çok muhalefet ve muharebeler olmuştur. Bununla beraber hiç biri diğe¬rinin nifakına hükmetmemiştir. Onların bu husustaki hâlleri ahkâm ba¬bında müctehidlerin hâlleri gibidir. Ya (bir kavle göre) hepsi hakka isa¬bet etmiştir; denilir yahut (diğer bir kavle göre) isabet eden bir dâne-sidir. Fakat hatâ eden ma'zûr olur. Çünkü o re'yine ve zanmna göre mu¬hataptır. İşte bunlardan birine maazallah bir şeyden dolayı buğzeden kim¬se âsî olur; tevbe etmesi gerekir...»
Burada bâzı sualler hatıra gelebilir. Şöyle ki;
1- Hadisin bütün rivayetlerinde göze çarpan «ensâr» kelimesi cem'i kıllettir. Cem'i kıllet 10 dan yukarıda kullanılmaz; halbu ki; ashab-i kırâm on değil binlerce idiler. Acaba kelime niçin kılk'te cemi'len-miştir...
Cevap : kılletle kesret ancak nekire olan cemilerde nazar-ı i'tibara alınır. Ma'rife cemi'lerde aralarında hiç bir fark yoktur.
2 - Hadîsin zahirine bakarak Ashab-ı kiramı sevmeyenlere kâfir di¬yecek miyiz?
Cevap : Hayır, demeyeceğiz. Çünkü böylesinde imanın yalnız alâme¬ti yoktur. Alâmetin bulunmaması ise gösterdiği şeyin de bulunmamasını icabetmez. Şöylede cevap verilebilir: Buradaki imandan murâd îmânın kemâlidir. Kemâli bulunmamakla imanın kendisinin de bulunmaması icâ-betmez.
3 - Ashaba buğzeden kimse kalbîle zarurât-ı diniyeyi tasdiketse bi¬le yine münafık olur mu?
Cevap: Burada maksad: Ensar-ı kirama Peygamber (Sallallahii Aleyhi ve Sellem)'m yardımcıları olduğu için buğzedenlerdir. Hem Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemf'e buğzetmek hem de onun peygamberliğini tasdikde bulunmak mümkin değildir.

131 - (78) Bize Ebû Bekir İbni Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Veki' [433] ile Ebû Muâviye, [434] A'mesden rivayet ettiler. H.
Bize Yalıya b. Yahya dahî rivayet etti. Bu lâfız onundur. (Dedi ki): Bize Ebû Muâviye, A'meş'den, o da Adiy b. Sâbit'den, o da Zırr'den [435] naklen haber verdi. Zirr demiş ki: Aliy şunları söyledi:
«Dâneyİ yaran ve insanı yaratan Allâha yemin ederim ki, beni raü'-mimjen başkasının sevmemesi ve munâfıkdan başkasının bana buğzetme-mesi ûmmî olan Peygamber (Sallallahü A leyhi ve Seltem) Jin bana kat-i bir ahdu peymamdır.»
Dâneyi yaratmaktan murad ondan nebat çıkararak büyütmektir.
Neşeme: însan demektir. Nefis ma'nasına olduğunu söyleyenler de vardır. Ezheri, nesemenin nefis ma'nasına geldiğini ve can taşıyan her hayvana neşeme denildiğini hikâye eder.
Ümmî: okuma yazma bilmeyen demektir. Resulüllah (SaÜatlahü Aleyhi ve Selîem) ümmî idiler. Onun bu hâli Peygamberliğine delâlet eden en büyük mucizelerinden biridir.
Hz. Aliyü'bnü Ebî Tâ1ib (Radiyalîahu anh)'m Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e ne derece yakın akraba hatta onun damadı olduğunu, İslâmiyet uğurunda gösterdiği yararlıkları ve Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in kendisini son derece severek takdir ettiğini bilen bir kimsenin onu bundan dolayı sevmesi imân ve İslâmının sıdkı-na delâlet eder. Yine bu sebepten ona buğzeden şüphesiz münafık olur. Diğer ashab-ı kiramı sevmenin veya onlara buğzetmenin hükmü de bu¬dur.

34 - Taatların Noksanlığı Sebebile İmanın Azalmasını ve Küfür Lafzının Hukuk ve Ni'mete Küfran Gibi Allahı İnkardan Başka Manada Kullanılabileceğini Beyan Babı

132 - (79) Bize Muhammed b. Rumh b. el-Muhâdr-i Mısrî rivayet etti. (Dedi ki): Bize Leys, [436] İbnü'l-Hâd'dan, [437] o da Abdullah b. Di¬nardan, o da Abdullah b. Ömer'den, o da Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'den işitmiş olmak üzere haber verdi. Efendimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Ey kadınlar cemâli! sadaka verin! istiğfarı da.,çok yapın! çünkü ben ekseriyetle cehennemliklerin sizlerden olduğunu gördüm.» buyurmuşlar.
Bunun üzerine o kadınlardan aklı başında biri:
— Yâ Resulâllah! Aceb biz ne yapmışız ki cehennemliklerin ekserisi bizden olmuş? demiş. Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Çünkü siz çok lâ'net eder; kocalarınıza karşı küfran-ı nimette bulunur¬sunuz. Akıl ve dîni noksan olanlardan hiç birinin akıllı bîr kimseye sizin ka¬dar galebe çaldığını görmedim.» demiş. Kadın:
— Yâ Resulâllah! Akıl ve dinin noksanlığı nedir? diye sormuş. Re¬sulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
— «Akıl noksanlığına gelince: iki kadının şahidliği bir erkeğin şahidliğine muâdildir. İşte aklın noksanlığı budur. Kadın günlerce namaz kılmaz; ramazanda (bii müddet) oruç tutmaz. Dinîn noksanlığı da budur.» buyurmuşlar.
Bana bu hadisi Ehu't-Tâhir [438] de rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni rehb, [439] Bekir b. Mutlardan, [440] o da İbni'l-Had'dan naklen bu isnad-1a bu hadisin mislini haber verdi.

— (80) Bana Hasen b. Aliy el-Hulvânî ile Ebû Bekir b. İslıâk rivayet et-ttler, dediler ki: Bize İtmü Ebi Meryem rivayet etti. (Dedi ki): Bize Muham-med b. Ca'fer haber verdi. Dedi ki: Bana Zeyd b. Eşlem, [441] Iyâd b. Ab-dİiiâlı'daiî, [442] o da Ebû Said-i Hudrî'den, o da Nebiy (Sallallahü Aleyhi e Sellem)''den naklen haber verdi. H.
Bize Yahya b. Eyyûb ile Kuteybe ve İbni Hücr rivayet ettiler. Dediler ki: Bize İsmail —kî İbni Ca'ferdir— Amr b. Ebî Amr'dan, [443] ü da el-Makburî'den [444] o da Ebû Hüreyre'den, o da Nebiy (SallallahU Aleyhi ve Sellem) 'den naklen, İbni Ömer'in Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) den naklen rivayet ettiği hadis ma'nâsında bir hadis rivayet etti.
Bu hadisi Müslim bir kaç yoldan rivayet ettiği gibi Buharı da¬hi : ilayız, Oruç, Bayram namazları bahislerinde; Nesaî Namaz bah¬sinde taline etmiştir. Onu İbni Mâce ile başkaları da rivayet et¬mişlerdir.
Buhâri'nin rivayetine göre Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
bir kurban veya ramazan bayramı namazına giderken kadınlara rastla¬mış ve hadisde geçen sözleri kendilerine o zaman söylemiştir.
Ma'şer: cemaat demektir. Kav m. rant ve nefer kelimeleri de ayni ma'nâya gelirler. Buniarm müfredleri yoktur. Sa'1ebi : «Ma7şer kelimesi erkekler cemaatine mahsustur.» demişse de bu söz kabul edil¬memiştir. Nevevî: «Ma'şer, bir şeyde ortak olan cemaattir. Meselâ: in¬san bir ma'şer, cin ma'şer,'kadınlar ma'şer, şeytanlar marşerdir; cem'i : meâşir gelir.» diyor.
Ekseriyetle cehennemliklerin kadınlar olduğu Peygamber (Sallallahii Aleyhi ve Sellemj'e İsrâ gecesinde gösterilmiştir. Hâdiseyi anlatır¬ken Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliemy'm kadınlara hitabe: «sizi gördüm» demekten muradı muhatabı olan kadınlar değil, hemcinsleridir. Yâni ekseriyetle cehennemlikler sizin sınıftandır; demek istemiştir. Cen¬netlikler hakkında vârid olan bir hadisde : «Onların her birerlerinin ikişer karısı olacak...» buyurulmuştur.
Bu hadis, kadınların erkeklerden çok olacağına delâlet ederse de el-Übbi'nin beyanına göre; kadınların o gün erkeklerden çok olması her zaman onlardan fazla olmalarını istilzam etmez. Yahud : kadınlar ce¬hennemde erkeklerden çoktur; bir erkeğe iki kadın verilmesi ise cehen¬nemden çiktıkdan sonra olacaktır.» denilir. Maama'fih bir erkeğe verilen iki kadının hurilerden olması ihtimâli de vardır. Nitekim Teâlâ Hazret¬leri ehl-i cennet erkekleri hurilerle evlendireceğini va'detmiştir,
« f »ne sebeı^e ta'birindeki «bâ» sebep için «mâ» da istif hamiye
olarak kullanılmışlardır. İstifham için gelen «mâ» kelimesi mecrur olursa teleffuzu hafifletmek için sonundaki elifi hazfederek mimi meftuh oku¬mak vâcib olur. gibi.
Fakat ayni kelime ism-i mevsul yahud mevsuf veya masdariyye ola¬rak kullanılırsa elifi hazfedilmez.
Cezle : akıllı, fikirli demektir. İbni Düreyd'e göre cezâlet: akıl ve vakardır. Cezil: her şeyin büyüğü ve çoğudur. Eî-Übbi: «Kadının, korunmak maksadile yalnız —cehennemlik olmanın— sebebi¬ni sorması, onun cezâlletine delâlet eder.» demiştir.
Lâ'n: Lügatte hayırdan uzaklaştırmak, koğmak ve söğmek ma'nâsı-nadir. Lâ'net bundan alınma bir isimdir.
Her şeye lâ'net etmek arap kadınlarının âdeti îdi. Sonra bu âdet er¬keklerine de geçmiş ve o derece şüyu' bulmuştu ki beğendikleri her şeyi lâ'netle anarlar; meselâ: «filân ne de şâirmiş Allah
lanet etsin!..» derlerdi. Hattâ İbni Düreyd'in kasidesini pek be¬ğendikleri için onun hakkında da bu sözü söylemişler ve bu sebeble mez¬kûr kasideye «el-MeVûne» denilmiştir.
ı. Son nefesinde imanını kurtarıp kurtaramadığı bilinmeyen bir kim¬seye lâ'net etmek, ulemânın ittifâkile haramdır. Fakat İblis, Ebû Cehil ve Ebû. Leheb gibi akıbetleri nassan ma'lûm olan kâfirlere lâ'net caizdir. Çünkü kâfir olarak öldüğü veya öleceği nasla bildirilen kimse kat'î ola¬rak Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmıştır; binâenaleyh ona lanet ede¬ne günah yoktur. Ta'yin etmemek şartıyla bir sıfatın sahibine îâ'net et¬mek, meselâ: zâlimler, kâfirler... demek caizdir.
Bu cümleden murâd: kadınların kocalarına kar¬şı küfran-ı ni'mette bulunduklarım, onlardan gördükleri nimetleri azın-sadıklarını beyândır.
Aşîr: Koca demektir; muaşeretten alındığı için zevceye ve eşe dosta da aşîr denilir. Burada ondan murâd hassaten kocadır.
Hadisde kadınlara hıtâb umumîdir; yalnız mevcud olanlar orada bu¬lunmayanlara tağlib edilmişlerdir.
Çok lâ'net etmekle küfrân-ı ni'met edenlerin cehennem azâbile teh-did olunmalarından bunların büyük günâh olduğu ma'nası çıkarılmıştır. Hatta Dâvudî: küfrân-i ni'met en büyük günahlardandır.» demiş-: tir. Ancak E1-Übbî lâ'netle küfrân arasında hüküm i'tibârile fark görmektedir. Ona göre küfran-i ni'met büyük günahtır; çünkü cezası ce¬hennemdir. Lâ'n ise küçük günahlardandır. Zira hadisde onun çok yapıl¬dığı beyân Duyurulmuştur; küçük günahlar ancak çok yapıldığı zaman büyük günaha inkılâb ederler.
Akıl: lügatte humkun zıddıdır. Asmaî 'ye göre masdar bir keli¬medir. İbni Düreyd (ıkaal) den müştak olduğunu söylemiştir. Ikal devenin bacağını bağladıkları iptir; bu ip deveyi nasıl zabt ederse; akıl da insanı cehilden öylece koruduğu için ona bu isim verilmiştir. Ezherî 'nin «Tehzib» inde: «Akıllı kimse, nefsini habseden ve onu hevâ-sına tabî' olmaktan men' eyleyendir.» denilmiştir. Bazıları aklı: «Bir ga-rizedir ki, manî' bulunmadığı takdirde zaruriyâtı bilmek buna tâbi'dir.» diye ta'rif etmişlerdir. Akim; hilm, hicr, lüb, maht ve zihn gibi bir çok müteradifleri vardır. Aklın yeri bâzılarına göre dimağdır. İmam-ı A'zam'm kavli de budur. îmam Şafii ile diğer bir takım ule¬maya göre aklın yeri kalbur. Bazıları: «Akim yeri dimağdır. Ancak onu kalp tedbir eder.» demişlerdir. Bundan dolayıdır ki: «Akıl bir cevherdir. Allah onu dimağda yaratmış; nurunu kalbe vermiştir; onun sayesinde mugayyebât vasıta ile mahsusât ise müşahede suretile anlaşılır.» denil¬miştir.
Kelâm ulemâsına göre akıl, ilim demektir. Aklın daha başka ta'rifle-ri de vardır.
Lübb: Hâlis akıl demektir. Akılla lübb arasında umûm ve husus mut¬lak vardır. Her lübb akıldır; fakat her akıl lübb değildir. Kadınlar nercihetten erkeklerden noksan oldukları halde yine onlara galebe çalarlar. Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) buna teaccüb etmiştir. Hz. Muâviye (Radiyaîlahu anh) 'in kadınlar hakkında : «Onlar iyi adamlara galebe çalarlar; kötü adamlar da onlara galebe çalarlar.» dediği rivayet olunur. Lisanımızda da : «Kadının fendi erkeği yendi.» denilir. İmam Gazâlî'nin rivayetine göre Said b. el-Müseyyeb 40 yaşına vardığı zaman bir gözü görmez olmuş. Bundan sonra 40 yıl yaşadığı ve yalnız evin¬den mescide giderken görüldüğü halde: «Nefsim için en ziyâde korkum kadınlardandır.» dermiş.
Maamafih bu hadisden murad; akıl ve dinleri noksan olduğu için kadınları zemmetmek değildir. Çünkü: noksanlık onların yaradılışları ik-tizasıdır. Onun zikredilmesi, kadınların fitnesine kapılmakdan bilhassa aklı başında, tedbirli erkekleri sakındırmak içindir. Zira; böyleleri kadın¬ların fitnesine kapıhrlarsa onlar gibi akıl ve dinleri noksan; adaletleri sakıt olur. Artık başkalarîle birlikte dahî şehâdetleri kabul edilmez.
Nevevi diyor ki: «Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) in, namaz ve orucu terk ettikleri için kadınları din noksanlığı ile vasıflan¬dırmasının ma'nası rhüşkil görülüyorsa da hakikat halde müşkil değildir. Çünkü dîn, iman ve İslâm kelimeleri ayni ma'nâda müşterektir. Kimin ibâdeti çok olursa dîn ve imânı da artar. İbâdeti noksan olanın dini de noksanlaşır.» Fakat Buhâri şârihi Ayn î Nevevi'nin bu sö¬züne i'tiraz etmiş; ve: üç şeyin ma'nada müşterek olduğu iddiası mü¬sellem değildir. Çünkü aralarında lügaten ve şer'an fark vardır. îmânı arttı veya azaldı demek, imanın zâtına değil, sıfatına râci'dır... demiştir.
Akıl ve dîn noksanlıığı bu hadisde bütün kadınlara âmm ve şâmil görünüyor. Halbuki Tirmiz! ile İmam Ahmed b. Hanbe1'in rivayet ettikleri Enes (Radiyaîlahu anh) hadîsinde Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seliem): «cihan kadınlarından dört dânesi sana kâfidir: Meryem binti İmrân, Fir'avnin karısı Âsiye, Hadice binti Huveylid ve Fâtime bin ti Muhammed.» buyurmuştur.
Bazıları bu iki hadisin arasını bulmak için: «Umum ifâde eden kadın¬lar hadisinden bazı ferdler hâriç kalmıştır; çünkü bunlar azdır.» demiş¬lerdir. Aliâme Aynî bu cevabı beğenmemiş; ve: «Bu hususta doğru cevap şudur: Bir şeyin bütününe hükmetmek onun her ferdine hüküm sayılmayı istilzam etmez.» demiştir.
Nevevî dinde noksanlığın yalnız günah icâb eden şekle münha¬sır kalmadığını beyanla şunları söylemiştir : .
«Din noksanlığı bâzan günah icâb edecek şekilde olur. Özürsüz na¬mazı terk etmek gibi. Bâzan günah icabetmeyecek şekilde olur. Bir özür¬den dolayı cuma namazını terk etmek gibi. Bâzan da mükellef iken olur. Hayızlı kadının namaz ve orucu terk etmesi gibi. Fakat bu kadın ma'zur olduğuna göre acaba hayız zamanında kazasız olarak terk ettiği namazlardan dolayı kendisine sevap verilir mi? Nitekim hastaya sevap verilir; ve sağlamken kıldığı nafile namazlar, hastalığında da kalmış gibi yazılır* denilirse cevap şudur: Hadisin zahirine göre bu kadına sevap yoktur. Ara¬larındaki farka gelince: Hasta o namazları devam niyeti ile kılardı ve kıl¬maya da ehil idi. Hayızlınm hâli öyle değildir. Onun niyeti, hayız zama¬nında namazı terk etmektir. Hem nasıl terketmesin ki, o halde namaz kıl¬mak kendisin o zâten haramdır.»
Aynî Nevevi 'nin bu son sözüne de i'tirâz etmiş-; ve : «haramı terk ettiğinden dolayı sevap verilmesi icâbeder.» demiştir.
Hasılı, dinde noksanlık, nisbi bir şeydir. Dîni bütün bir kimse kendim¬den daha mükemmel olana nisbetle nakıs savılır.

Hadisden Çıkarılan Hükümler:

1 - Bu hadisde sadaka vermeye, hayırlı işlere, istiğfar ve sair tâatla-
ra teşvik vardır.
2 - Yapılan iyilikler kötülükleri yok eder. Nitekim bu bâbta âyet de vardır.
3 - Küfran-ı ni'met büyük günahlardandır.
4 - La'net dahi pek çirkin günahlardandır. Ancak büyük günah olduğuna hadisde delil yoktur.
5 - Allahı inkârdan başkasına, meselâ: Kocaya iyiliğe, ni'mete ve hak* ka karşı nankörlükte bulunmaya küfür denilebilir.
6 - İmam ziyade ve noksan kabul eder. (Aslı itabarı ile değil.)
7 - Hükümdar ve büyükler, ahâliye nasihat ederek onları kendileri¬ne itaate teşvik edebilir. Ayrıca kadınlara da nasihat verilebilir.
8 - Talebe mualliminin ve tâbi1 metbu'unun ne söylediğini anlaya¬madığı zaman tekrar izahını istemesi caizdir.
9 - Ramazan a;ma sadece ramazan denilebilir.
10 - İki kadının şahidliği bir erkeğin şehâdetine muadildir.
11 - Bu hadis hayzın kadından namaz ve orucu iskat ettiğine nassan delildir.

35 – Namazı Terk Edene Kafir Adı Verilebileceğini Beyan Babı

133 — (81) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile Ebû Küreyb [445] rivayet ettiler. Dediler ki: Bize Ebû Muâvîyc, [446]A'meş'den, o la Ebû Sa¬lih' [447] den, o da Ebû Hüreyre'den naklen rivayet etti. Ebû Hüreyre şöy¬le demiş. ResuîüIIah (SuUallahii Aleyhi ve Sellem) :
«Ademoğlu secde ayetini okuyup secde ederse, şeytan ağhyarak uzaklaşır; ve der ki: Vay haline — Ebu Küreybin rivayetinde vay halime şeklindedir — Ademoğlu secde etmeye me'mur oldu ve hemen secde etti. Binaenaleyh cennet onundur. Ben de secde iie emrolundum; ama ben secdeden imtina' ettim. Bu sebeble cehennem de benimdir.»

— (...) Bana Züheyr b. Harb rivayet etti. (Dedi ki): Bize Veki' riva¬yet eyledi. (Dedi ki): Bize A'ıneş bu isnadla bu hadisin mislini rivayet etti. Ancak o (Ben secdeden imtina1 ettim cümlesinin yerine); «Ben isyan ettim. Bu sebeble cehennem de benimdir.» dedi.
Bu hadisi Müslimden maada Ahmed b. Hanbel, İbni Mâce ve İbni Hibbân da rivayet etmişlerdir.
Nevevî'nin beyânına göre; Müslim 'in bu hadisle bundan son¬rakini burada zikretmesi bâzı fiillerin terki hakikaten, bazılarının terki de ismen küfür olduğunu göstermek içindir. Burada şeytandan muradın İblis olduğu anlaşılıyor. Zira: «ben isyan ettim...» diyor. Secde emrine isyan ederek kâfir olan, İblistir. Nitekim Teâlâ Hazretleri bu bâbda: [448]
«Hani Meleklere: Âdem'e secde edin demiştik de melekler derhal secde
etmişler, yalnız İblis imtina' etmiş; büyüklenmişti. O zâten kâfirlerdendi...» buyurmuştur.
Cumhur-u müfessirine göre; buradaki küfürden murâd iblisin ilm-i ilahideki küfrüdür. Bâzıları: «secde etmediği için kâfir oldu.» demişlerdir.
Şeytanın ağlaması pişmanlığından değil hasedindendir. Çünkü, Adem oğlu onun cehennemlik olmasına sebeb olan şeyle cennete girmektedir. E1-Übbî' ve göre; İblisin ağlamasından murâd hakikat olabilir ve bu mümteni' değildir; zira İblis cisimdir. «Vay haline» ma'nasina gelen «yâ veylehu» sözü konuşmanın âdâbmdandır. Başkasından, kötü bir şey hikâ¬ye ederken mütekellim zamiri kullanmak icâb ederse kötülük kendine izafe edilmesin diye zamiri değiştirmek âdet olmuştur,
Sücûd : meyletmek; alnını yere koymak, huzü' ve boyan bükmek ma1-nâlanna gelir. Ancak meleklerin Hz. Âdem'e secde etmesi namaz secdesi gibi alınlarını yere koymakla değil tehiyye ve selâmlama secdesi idi. Bu secde eğilerek yapılmıştı.
Ulemâdan bâzılarına göre; tehiyye secdesi mubahtır. Hanefiler secde-i tilâvetin vâcib olduğuna bu hadisle istidlal etmişlerdir. Diğer mezheplere göre secde-i tilâvet sünnettir.

134 — (82) Bize Yahya b. Yahya et-Temîmi ile Osman b. Ebî Şeybe ikisi de Cerir' [449] den rivayet ettiler. Yahya dedi ki: Bize Cerîr, A'meş'-den o da Ebû Sûfyan' [450] dan naklen haber verdi. Demiş ki: Câbîri [451] şöyle derken işittim : Nebiy (SaUallahii Aleyhi ve Sellem)'i: «Gerçekden kişi ile şirk ve küfrün arasında (yalnız) namazı terk etmek var¬dır, n buyururken işittim.

(...) Bize Ebû Gassan el-Mismaî [452] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Dahhâk b. Mahled, İbni Cüreyc'den [453] naklen rivayet etti. Demiş ki:
Bana Ebû-s'Zübeyr [454] haber verdi ki, Cabir b. AbdİUahı, şöyle derken işitmiş. Resuiüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemy)
«Kişi ile şirk ve küfrün arasında (yalnız) namazı terk etmek vardır.» buyururken işittim.
Müs1im'in bütün esas nüshalarında küfür kelimesi şirkin üzeri¬ne (vav) ile atfediîmiştir; ve ikisi de Allah'a küfretmek ma'nasmda kul¬lanılmıştır. Fakat Ebû Avâne el-Esferâînî ile Ebû Nuaym el-Isbâhânî 'nin rivayetlerinde ayni kelimeler birbiri üzerine, yahud ma'nasma gelen (ev) ile atfolunmuşlardır. Bu takdirde ma'naları da değişiktir. Ve şirk: Allahı i'tiraf etmekle beraber putlara ve sair mahlukaata tapanlara itlak olunur; küfür ise, ondan daha umumi bir ma'nada kullanılmış olur. Filhakika mezkûr kelimelerin bu tarzda kul¬lanıldıkları da vardır. «Kişi ile şirk arasında namazı terk etmek vardır» hadisinin manâsı : «Bir müslünıam küfürden meneden şey, namaz kılma¬sıdır; namazı bıraktı mı artık o kimse ile şirk arasında mâni' kalmaz; küf¬re girer.» demektir.
Gerçekten namazı terk eden kimse onun farz olduğunu inkâr ediyor¬sa; bütün ulemanın icmaı ile dinden çıkar. Yalnız yeni müslüman olup da henüz namazın farz olduğunu Öğrenecek kadar bir zaman rnüslümanlar arasında bulunamayan ma'zur sayılır. Farz olduğunu i'tikad etmekle be¬raber tenbelliğinden kılmıyorsa mesele ulemâ arasında ihtilaflıdır. İmam Mâlik ile Şafiî ve diğer bir çok ulemâya göre kâfir değil fâsık olur; ve tövbekar olması istenir. Şayet tevbe etmezse hadd-i şer'isi tatbik edilir ki, bu da kılıçla öldürülmektir.
Selef den bir cemaata göre; namazı terk eden alelıtlak kâfir olur. Bu kavil Hz. Alî (Radiyallahu «»/ıj'dan rivayet edilmiştir İmam Ahmed h. Hanbel 'den gelen iki rivayetten biri bu olduğu gibi Abdullah b. el-Mübarek ile İshâk b. Râhuye 'nin ve diğer bazı zevatın mezhebi de budur.
İmam-ı A'zam ile Küfe'îi âlimlere ve Şâfiiler-den Müzenî 'ye göre kâfir olmaz. Cezası da ölüm değil ta'zir ve na¬maz kılıncaya kadar hapisdir.
Namaz kılmayanın küfrüne hükmedenler bu hadisin zâhirile ve bu meseleyi kelime-i tevhide kıyasla istidlal ederler. Öldürülmez diyenlerin delili: « ^J^ t^-^lVt ]„,. ^^\ ^ J^V » «Bir müslümanın kanı ancafc
üç şeyden birile helâl oiur...» hadisidir. Mezkûr hadisde namaz.zikredil memiştir.
Cumhur-u ulema namaz kılmayanın dindeki çıkmadığına : [455]
'Şüphesiz ki Allah kendisine şirk koşulmasmi affetmez. Amma bundan aşa¬ğısını dilediğine afveder...» âyet-i kerimesi ve «Allahdan başka ilâh voktur diyen cennete girecektir...» hadis-i şerifile istidlal etmişlerdir.
Katli lâzım geldiğine delilleri, Teâlâ Hazretlerinin :
«Eğer tevbe ederler de namazı kılarlar; zekâtı da verirlerse onları serbest bırakın.» âyeti kerimesile: «'insanlarla tâ AHahdan başka ilâh yoktur di¬yerek namazı kılıncaya, zekâtı verinceye kadar mukaateleye me'mur ol¬dum...» hadisidir.
Cumhur : «Kul ile küfrün arasında (sadece) namazı terk etmek vardır.» diyen bu hadisi muhtelif şekillerde te'yil etmiş, ezcümle :
1 - Bundan murad : namazı terk eden kâfir gibi cezalandırılmayı
hak etmiştir ki, bu ceza katildir;
2 - Hadis, namazı terketmeyi helâl i'tikad eden hakkındadır;
3 - Namaz kılmamak kendisini küfre götürür;
4 - Namaz kılmayanın yaptığı bu iş kâfirlerin işidir; demişlerdir. Namazdan maada zekât, oruç, hacc, abdest ve gusuî gibi farzlardan
birini terk eden hakkında ihtilâf vardır. İmam Ma1ik'e göre; bir kim¬se «abdest almam; oruç tutmam...» dese kendisinden tevbekâr olması is-.tenir; şayed tevbe etmezse öldürülür. «Zekât vermem» derse elinden zorla alınır. Vermezse mukaatele edilir. Fakat: «haccetmem.» derse buna mec¬bur edilmez; çünkü hacem samanı geniştir, İbni Habib ise : Bir kimse: bert abdest almam; yıkanmam; oruç tutmam; dese yahud zekâtla haccı terk etse kâfir olur.» demiştir ki, selefden bir cemâatin kavli de bu¬dur. Sair ulemâya göre; ibâdetin farzıyetini inkâr etmedikçe küfretmiş olmaz. Zira bu babda ashab-ı kiramın icmâı vardır.

36 - Allah Tealaya İmanın, Amellesin En Faziletlisi Olduğunu Beyan Babı

135 — (83) Bize Mansur,b. Ebî Müzâhim [456] rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbrahim b. Sard [457] rivayet etti. H.
Bana Muhammed b. Ca'fer b. Ziyad [458] da rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbrahim yâni İbni Sa'd, İbni Şihâb'dan, o da Said b. el-Müseyyeb'den o da Ebû Hüreyre'den naklen haber verdi. Ebû Hüreyre şunları söylemiş : ResulUUaâh (Saliatlahii Aleyhi ve Sellem) 'e amellerin hangisinin daha fazi¬letli olduğu soruldu.
«Allaha imandır.» buyurdular. Soran zat: Sonra nedir? dedi. Resulül-lah (Salhllahii Aleyhi ve Sellem):
«Allah yoİunda cihaddır.» buyurdular. Soran : Ondan sonra nedir9 dedi. Resuliîllah
«Hacc-ı mebrurdur.» buyurdular.
Muhammed b. Ca'fer'in rivayetinde ise: Rcsulüllah (SallallahU Aleyhi ve Sellem) «Allaha ve Resulüne İmandır.» buyurdu; denilmektedir ,

— (...) Bana bu hadisi Muhammed b. Râfi' ile Ahd. b. Humeyd de Ab-durrâzzâk'dan rivayet ettiler. (Demiş ki): Bize Manıcr, ZühriMcn bu is-nâdla bu hadisin mislini haber verdi.

136 — (84) Bana Ehu'r-Rahi'ez-Zehrâni rivayet etti. (Dedi ki) : Bize Hammâd b. Zeyd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Hişâm b. Urve rivayet eyle¬di, H.
Bize Halef b. Hişâm dahi rivayet etti. Bu lâfız onundur. (Dedi ki): Bize ammâd b. Zeyd Hişâm b. Urve'den o da babasından, o da Ebû Murâvih 1-Leysî'den, [459] o da Ebû Zerr'dcn naklen rivayet etti. Ebû Zerr şöyle emiş :
— Ya Resıılâllah, amellerin hangisi daha faziletlidir? dedim. Peygam-er (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Aİlaha îmanla Onun yolunda cihâddır.» buyurdu. Köle ve câriyele-in hangisi (ni âzad etrnek) daha faziletlidir? dedim.
«Sahiplerince en nefis sayılanlarile fiyatı en yüksek olanlarıdır.» >uyurdu. Ya (bunu) yapamazsam? dedim.
«Yapan bir kimseye yardım edersin, yahud yapamayan namına sen yaparsın.» buyurdu. Ben :
— Yâ Resulailah! Bu işin bir kısmını yapmakdan âciz kalırsam ne m yürürsün? dedim.
«Şerrini insanlardan men' edersin; zira bu, senden sana bir sadakadır.» uyurdular.

— (...) Bize Muhammed b. Kâfi' ile Abd b. Humeyd rivayet ettiler. Abd «bize haber verdi» sığasını kullandı. İbni Râü' ise: Bize Abdurrazzâk rivayet etti, dedi. (Abdurrazzâk demiş ki): Bize Ma'mer Zühri'den, o da Utvetü'bnü'z-Zübeyr [460]'in âzadlısı Habıb'dcn, o da Urvetü'bnü'z-Zü-beyr'den, o da Ebû Murâ\'ih'den, o da Ebû Zerrden, o da Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seüem) 'den naklen bu hadisin mislini haber verdi. Şu kadar var ki o : (burada sânı'lâfzını ma'rife yaparak) «şu halde ya yapana yardım edersin yahud yapamayan namına sen yaparsın» dedi.

137 — (85) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Aliy b. Müshir, Şeybâni'den, [461] o da el-Velİd b. el-Ayzar'dau [462] o da Sa'd b. İyâs Ebû Amr Şeybânî'den, [463] o da Abdullah b. Mes addan nak¬len rivayet etti. tbni Mcs'ud şöyle demiş: Resulüilah (Sallallahü Aleyhi ve Seüem)'c, amelin hangisi daha faziletlidir diye sordum.
«Vaktinde (kılınan) namazdır.» buyurdu.
— Ondan sonra hangisidir? dedim. «Anneye babaya itaattir.» dedi.
— Sonra hangisidir? dedim.
«Allah yolunda cihâddır.» buyurdular. Daha fazlasını sormayı ancak ona acıdığım kin bıraktım.

138 — (...) Bize Muhammed b. Ebî Ömer el-Mekki rivayet etti. (De¬di ki): Bize Mervân el-Fezân rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Ya'fur, [464] cl-Velid b. el-Ayzâr'dan, o da Ebû Amr Şeybânî'den, o da Abdullah b. Mes'ud'dan naklen rivayet etti. Şöyle demiş:
— «Ya Nebiyyaîlah, amellerin hangisi cennete daha yakındır? de¬dim» Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Namazları vaktinde kılmakdır.» buyurdu.
— (Bundan sonra) nedir ya' Nebiyyallâh? dedim. «Anneye babaya itaattir.» dedi.
— (Sonra) nedir yâ Nebiyyallâh? dedim. «Allah yolunda cihaddır.» buyurdular.

139 - (...) Bize Ubeydullah b. Muâz el-Anbcri rivayet etti. (Dedi ki): Bize babam rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, El-Velid b. el-Ayzâr'dan rivayet etti kî, el-Velid, Ebû Amr Eş-Şeybânîden dinlemiş. Ebû Amr: Ba¬na şu evin sahibi rivayet etti; (diyerek Abdullahın hanesine işaret etmiş') Abdullah şöyle demiş:
— Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) 'e amellerin hangisi Allaha daha makbuldür? diye sordum.
«Vaktinde (kılınan) namazdır.» dedi.
— Ondan sonra hangisidir? dedim. «Anne babaya itaattir.» buyurdu.
— Sonra hangisidir? dedim.
«Allah yolunda cihaddır.» buyurdular. Abdullah demiş ki: Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) bunları bana anlattı. Daha faz¬lasını sorsa idim mutlaka söylerdi.»

(...) - Bize Muhammed b. Beşşâr rivayet etti. (Dedi ki): Bize Mu-hammed b. Ca'fer rivayet eyledi. (Dedi ki): Bize Şu'be bu isnadla bu ha¬disin mislini rivayet etti; ve «Abdullahın evine işaret etti amma onun adı¬nı bize söylemedi.» cümlesini ziyade eyledi.

140 (...) - Bize Osman b. Ebû Şeyhe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Cerir, el-Hascn b. Ubeydillâh'dan, o da Ebû Amr eş-Şeybânî'den, o da Ab-dullah'dan, o da Peygamber (Sallallahü A leyhi ve Seliem) 'den naklen onun :
«Amellerin -yahud amelin- en faziletlisi, vaktinde kılınan namazla babaya itaattir.» buyurduğunu rivayet eyledi.
Bu babın hadisleri Ebû Hüre y re, Ebû Zerr-i Gıfarî ve İbni Mes'ud (Radıyallahu Anhunif hazerâtından rivayet olun¬muştur. Birinci hadisde Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) 'e suali soran zât Ebu Zerr (Radıyallahu anh)''6ir. Sormakdan maksadı da o ameli yapmaktır. Nitekim bütün Ashab-ı kiramın âdetleri, hayırlı bir iş gördükleri vakit hemen onu yapmak idi.
Buradaki hadislerde hacc-i mebmr, birr-i vâlideyn gibi tabirler göze çarpmaktadır.
Hacc-ı mebrur : Bazılarına göre içine günah karışmayan haccdır; Ba¬zı ulemaya göre ise; haçc-ı mebrur: makbul hacc demektir. Zira mebrur kelimesi me'cur ma'nasma gelir. Bu kelimenin aslı birr olup iyilik ve gü¬zel iş demektir.
Birr-i vâlideyn ta'biri de bundan alınmıştır. Kaadi Iyaz'a göre mebrur. Sâdık ve sırf Allah için mânasına gedebilir.
Nevevî diyor ki : «Mebruru makbul ma'nasma almak müşkil sa¬yılabilir. Çünkü bir amelin kabul edilip edilmediği bilinmez. Bunun ce¬vabı şudur: bir ibâdeti yaptıkdan sonra o kimsenin hayrının artması o ibâdetin kabulüne alâmettir; denilmiştir.
Birr-i Vâlideyn: anr-^ ve babaya itaat ve iyilik etmekdir. Hatta on¬ların dostlarına iyilik ve ikramda bulunmak dahî bu hükme dâhildir.
İkinci hadisde peçen «sâni'» tabiri bazı rivayetlerde «zayi'» şeklinde zaptedilmiştir. Ma'na i'tibariyle bu da doğru ise de; burada kelimenin sa¬hih rivayeti «sâni'» dir.
Sânı': san'at sahibi, iş adamı demek olduğuna göre onun mukaabilin-de san'atçı olmayan ma'nasma gelen «ahrâk*în zikredilmesi de bunu gös¬terir. Kelimeyi Hişam'm tashif ederek «zayi1» okuduğu rivayet olunur.
Babımız hadislerinin ma'nalarma gelince :
Görülüyor ki; Hz . Ebû Hüreyre hadisinde âmellerin en fa¬ziletlisi Allaha imân ondan sonra cihad. sonra haccdır. Ebû Zerr (Radıyallahu anh) hadisinde en faziletli amel imân ondan sonra cihaddır. İbni Mes'ud (Radıyallahu anh) hadisinde ise amellerin en faziletli¬si namaz, ondan sonra anne ve babaya itaat, ondan sonra cihad gelmek¬tedir. «Tefadulü'l-fslâm» babında geçen Abdullah b. Amr ha¬disinde: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e İslâmın hangi ameli daha hayırlıdır? diye sorulduğunu, Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) in buna cevaben : «Yemeği yedirir; selâmı tanıdığın ve tanımadığın herkese verirsin...»buyurduğunu; ve yine ayni bâbdaki Ebû Musa hadisinde :
Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)%\ müsîümanlarm hangisi da¬ha hayırlıdır? diye soruldukda Peygamber (SuJallahîi Aleyhi ve Sellem)'in:
«Müsiümanîarın en hayırlısı elinden ve dilinden müsi umanlar sn esen kal¬dığı kimsedir.» şeklinde cevap verdiğini görmüştük, Bunların emsali çok-^un jj^l böyle olunca mezkûr hadislerin aralarını bulmak da bir hayli müskil olmuş; bu bâbda ulema ihtilâf etmişlerdir. Ezcümle Şâfiiyye ule¬masından Ebû Ab dili âh e1-Hu1eymi, üstadı Ebû Bekir el-Kaffâl eg-Şâşî 'nin bu hadislerin aralarım iki vecih-le bulduğunu söylemiştir.
Birinci veçhe göre : Bu muhtelif cevaplar muhtelif hâl ve şahıslara göre verilmiştir. Zira bazen: eşyanın en hayırlısı denilir. Ama bundan o eşyanın bütün vecihlerden hayırlı olduğu kasdedilmez. Maksad bazı hal¬lerde en hayırlı olduğunu anlatmaktır. Kaffâ1 bu hususda bir çok haberlerle ve bilhassa îbni Abbas (Radiyallahu anh) 'dan rivayet edilen bir hadisle istişhad etmiştir. Mezkûr hadisde Resulüllah (Saîtallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Haccetmemin bir kimse İçin bîr hacc kırk gazadan daha faziletlidir. Amma hacc etmiş oîan bir kimse İçin bir gaza kırk haccdan daha faziletlidir.» buyurmuş.
İkinci veçhe göre: Hadislerin ibarelerinden edatı hazf edil¬miştir. Fakat niyette mevcuddur. Binaenaleyh, amellerin en hayırlısı fi¬lân şeydir; sözünden murad: o şey amellerin en hayırlılarından biridir de¬mektir. Nitekim : «falan kimse insanların en akilhsıdir.» derler.
Bundan maksad : akıllılarından biridir; demektir. Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in: «sizin en hayırlınız ailesi için en hayırlı olamnız-dır.» hadis-i şerifi de bu ma'nayadır. Çünkü bir insanın ailesine hayırlı olması, mutlak surette bütün insanların en hayırlısı olmasını icabetmez.
Bu ikinci veehe göre imân bütün amellerin efdalidir. Çünkü sıfatın şerefi müteallakımn şerefine bağlıdır. İmanın rnüteallakı ise; Allah ve Resulüdür. Fakat diğer faziletli ameller birbirlerine müsavidirler. Bun¬ların birbirinden üstün olması delillerile anlaşılır. Mezkûr ameller şahıs¬lara ve hâllere göre değişirler.
Vâkıâ bu ameller bâzı rivayetlerde birbirleri üzerine « f » edatile atfedilmişlerdir. «Ondan sonra» ma'nasına gelen bu edat tertib ifade eder¬se de buradaki tertib yalnız zikirde yâni sözdedir. Nitekim Teâlâ hazret¬lerinin :
«Bu sarp yokuşun ne olduğunu bildin mi? (Esir olanîbir başı çözmekdir. Ya-hud ümûrnî bir açlık gününde yakınlığı olan bîr yetime veya toprak döşenen bir fakire yemek yedirmektir. Sonra imân edenlerden olmadı [465] » âyet-i kerîmesi ve emsalindeki atıflar da bu kabildendir.
Hadislerin aralarını bulmak için Kaadı Iyâz dahi iki vecih göstermiştir. Bunlardan biri Kaffâl'in dediği gibi muhtelif cevapla¬rın muhtelif hallere göre olmasıdır.
İkincisine göre: Peygamber (SaUallahU Aleyhi ve Sellem) 'in cihâdı hac-cın üzerine geçirmesi, sual îslâmiyetin ilk zamanlarına tesadüf ettiğinden-dir. Zira o günler b;;rb darb günleri idi.
Müslim sarihlerinden Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmail et-Temîmî bu ikinci vecihle birlikde ayrı bir vecih ol¬mak üzere (sümme) edatının tertib ifâde etmediğini söylemişse de; bu kavil Usul-i Fıkıh ulemasile lisan âlimlerince şâzz sayılmıştır. Temimi şöyle diyor; «Sahih oîan şudur ki, cihadın efdal olması umumî ve mecbu¬rî seferberlik zamanına hamledilir. Çünkü o zaman cihâd herkese farz olur. Hal böyle olunca da cihâd ön plâna alınmaya ve Leşvika daha lâyık olur. Zira cihadda müsiümanîarın âmme maslahatı vardır. Hem böyle zamanlarda cihad aletta'yin farzıayn olur. Hacc öyle değildir.»
Muhammed b. Ca'fer'in rivayetinde amellerin en faziletlisi sorulunca Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'in: «Allah ve Resulüne imandır.» buyurmasını Nevevi imana amel denileceğine sarih delil saymaktadır. Nevevi diyor ki: «Bundan murad —Allahu a'lem — kendisile İslâm dinine girilen imandır, ki o da kalbile tasdik ve iki şehâ-deti getirmekle olur. Tasdi'.^kalbin, ikrar da diîin amelidir. Burada oruç, namaz, hacc, cihad ve saire gibi azanın amelleri imanda dâhil değildirler. Zira bunlar cihadla hacem kısımlarından sayılmışlardır. Bir de Peygam¬ber (SaUallahU Aleyhi ve Sellem) buradaki suâle: «Allah ve Resulüne imandır.» cevabını vermiştir ki, ameller hakkında böyle denilemez. Amma bu mezkûr amellere imân denilmesine mâni1 değildir. Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)!in köle ve cariyeler hakkında: «Sahiplerince en nefis sayılanlariie fiyatı en yüksek olanlarıdır.» buyurmasını Nevevi şöyle izah ediyor : «Allahu a'-lem bundan murad: bir kişi âzâd etmek iste¬mesidir. Fakat azâd edecek kimsenin bin lira parası olur da bununla ya iki kıymetsiz köle veya câriye yahud bir tane kıymetli ve pahalısını al¬mak isterse iki tane kıymetsizi alması efdaîdır. Bu mesele kurbana ben¬zemez. Çünkü Kurbanda semiz bir koyun kesmek iki tane zaiftan evlâdır. Bizim ashabımızdan Bağavî rahimehullah «et-Tehzib» nam eserinde bu iki meseleyi benim zikrettiğim gibi anlattıkdan sonra şöyle demiştir: Şafiî (Rahimehullah) kurban hakkında : Kıymetin çok, adedin az olması ben¬ce adedin çok, kıymetin az olmasından daha iyidir. Köle azadında ise adedin çok, kıymetin az olması bence kıymetin çok, adedin az olmasından daha makbuldür. Çünkü kurbandan maksad ettir. Semiz hayvanın eti ise hem daha çok, hem daha nefisdir. Köle azadından maksad: o şahsın hâlini mükemmelleştirmek ve onu kölelik mezelletinden kurtarmaktır. Bir ce¬maatı kurtarmak ise bir kişiyi kurtarmakdan evlâdır, demiştir.

Bu Hadislerden Çıkarılan Hükümler:

1 - Namazları vakitlerinin evvellerinde kılmak müstehaptır. Zira hem ihtiyata riâyet hem de vazifeyi vaktinde yapmaya şitâb olur,
2 - Suâlin güzel ve âdaba muvafık olması gerekir.
3 - Müfti ve muallim, sual soranlara ve talebeye karşı sabırlı ve mü¬tehammil oîr-ıalı; suallerin çokluğundan bıkkınlık getirmemelidir.
4 - Talebe muallimine acımalı onu yormamah, bilâkis yararına hare¬ket etmelidir. Çünkü İbni Mes'ud (Radiyalkıhu anh) : «Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)1 e daha fazlasını sormayı ancak ona acıdığım için bırak-dmı.» demiştir.
5 - Olmayan bir şey için: «şöyle yapılsa şöyle olurdu.» demek caiz-. dir. Zira Hz. İbni Mes'tıd; «daha fazlasını sorsam bana fazlasını söylerdi.» demiştir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar
Administrator

Administrator
haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 2630
Kayıt tarihi : 24/05/09
Nerden : ANKARA

İMAN BAHSİ Empty
MesajKonu: Geri: İMAN BAHSİ   İMAN BAHSİ Icon_minitimePaz Mayıs 02, 2010 12:52 pm

37 - Şirkin Günahların En Çirkini Olduğunu ve Ondan Sonraki Günahların En Büyüğünü Beyan Babı

141 - (86) Bize Osman b. Ebi Şeybe ile İshâk b. İbrahim rivayet et¬tiler. İshâk: Bize Cerir [466] haber verdi dedi. Osman ise: Bize Cerir, Man-sur'dan [467] , o da Ebû Vâil'den, o da Amr b. Şurahbil' [468] den, o da Abdulfah'dan [469] naklen rivayet etti, dedi, Abdullah şunları söylemiş :
Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e
— Allah indinde en büyük günah nedir? dedim.
«Seni yaratmış okluğu hâlde Allaha şirk koşmandır.» buyurdu."
— Bu gerçekten pek büyük; bundan sonra nedir? dedim.
«Seninle beraber yemek yiyeceğinden korkarak evlâdını öldürmendîr.» dedi.
— Ondan sonra nedir? dedim.
«Ondan sonra komşunun heİâtile zina etmendir.» buyurdular.

142 — (...) Bize Osman b. Ebî Şeybe ile İshâk b. İbrahim Cerirden rivayet ettiler. Osman: Bize Cerir, A'meş'den, o da Ebû VâiTflen, [470], o cîa Amr b. Şurahbil'den naklen rivayet etti; dedi. Abdullah şöyle demiş: Bir adam :
— Yâ Resulâllah! Allah indinde hangi günah en büyüktür? dedi. Ee-suîüllph (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Seni yaratmış olduğu halde Allah'ın bir na2iri bulunduğuna kail ol-mandır.» buyurdu. O zât:
— Sonra hangisidir? dîye sordu. Peygamber {Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Seninle beraber yemesinden korkarak evlâdını öidürmendsr.» dedi.
— Ondan sonra hangisidir? deyince :
«Komşunun heİâliyle zina etmendir.» Allah (Azze ve Celle) bunları tas¬dik için: «Allahın hâlis kullan o kimselerdir ki, Allah'la beraber başka bir tan¬rıya duâ etmezler; Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmezler meğer ki hakla ola! Zina da etmezler. Her kim de bunları yaparsa ağır cezaya çarpar» [471] ayet-i kerimesini indirdi.
Bu iki rivayetin bütün râvilerinin Kûf e'Ü olması garib ve lâtif bir tesadüftür.
İbni Mes'ud hazretlerinin buradaki suali hakkında e1-Übbi şunları söylemektedir: Amellerin en faziletlisi hususundaki suâlin vechi yukarıda geçti. Günahların en büyüğüne gelince: Bütün günahlardan sa¬kınmayı te'min için bu suali sormamak daha muvafık olurdu... denilemez; çünkü bu suâlin vechi dahi: o günahdan daha çok korunmak için so¬rulmuş olmasıdır.»
Nidd : misil demektir. Ahfeş 'den rivayet edildiğine göre; nidd; zıd ve benzer ma'nâlarına gelir. E1-Übtai'ye göre nidd, misilden de ehass'dir. Çünkü; nidd, çağınîan muhalif misildir. Bu takdirde AUaha — haşa— muhalif olmayan misil iddiası yasak değilmiş gibi bir ma'nâ
hasıl olursa da E1-Übbi buna cevaben: Bu söz :
«Senin Rabbın kullarına zulmeden değildir.» [472] âyeti kabilindendir, di¬yor. Yâni sığası mübalağalı ismi fail olsa da âyetten mubeleğa murâd edil¬memiştir demek istiyor.
«Seni yaratmış olduğu halde...» cümlesinden murâd, Allah ile Ona nazİr sayılan şey arasındaki farkı beyân ve bu inancı takbihtir. İmam Ebu'l-Hasen Eş'ari Allah Teâlâ 'nın ehass-ı vasfı kud¬ret olduğuna bununla istidlal etmiştir.
«Seninle beraber yemesinden korkarak evlâdını öldürmendir.» cüm¬lesindeki evlâd kaydı, katlin pek çirkin bir şey olduğunu anlatmak için¬dir. Çünkü; bu fiil babaların tabiatına tevdi' buyurulan şefkat ve mer¬hamete zıddır. Binaenaleyh onu ancak canavar tabiatlı beyinsizler ya¬par. Bu cümle Teâlâ Hazretlerinin:
«Fakirlik korkusu ile evlâdınızı öldürmeysrs!» âyet-i kerimesine işarettir.
Filhakika arapların en çirkin âdetlerinden biri, fakirlik ve açlık kor¬kusu ile çocuklarını Öldürmeleri idi. Hatta büyürse, bir namussuzluk eder endişesiyle kız çocuklarını doğar doğmaz diri diri mezara gömerlerdi. Böy¬le diri diriye mezara gömülen kızlara mev'ûde denilir. Bu tüyler ürper-
tici çirkin âdet Kur'an-ı Kerim 'de:
«Diri diriye mezara gömülen kıza, hangi suçundan dolayı öldürüldüğü sorul¬duğu vakit...» âyet-i kerimesiyle takbih olunmuştur.
«Esâm» : günaha girmek rna'nasma ise de âyet-i kerimede ondan *nu-rad; günahın cezasıdır. Nitekim lügat ulemasından Halil b. Ah-raed'le Sibeveyh 'in, Ebû Amr Şey bani, Ferrâ' ve Ebû Aliy'il-Farisî 'nin kavilleri de budur. Yunus ile Ebû Ubeyde'ye göre ise «esâm»ın mânası tecziyedir. Ibni Abbâs (Radiyallahu anlı) ile Süddî'ye göre cezadır. Bir çok mü-fessirler onun cehennemde bir vâdî olduğunu söylemişlerdir.
«Komşunun he!âiı»ndan murad: Karışıdır. Zina mutlak surette haram ye büyük günah olmakla beraber burada komşunun karısı ile diye kayıd-îanması, onunla zina etmenin daha da'çirkin ve büyük suç olduğunu gös¬termek içindir. Bir de komşunun karısını hasseten zikretmesi, ekseriyetle zina komşular arasında yapıîdığmdandır. Zira evlerinin bir birine yakın ol¬ması görüşüp buluşmayı kolaylaştırır.
Hadis-i şerifde komşunun karısı ile yapılan zinanın büyük günah olarak gösterilmesi komşu kızı, gelini ve nikâhlısı olmayan her hangi bir komşu kadını ile zina etmenin hükümden hâriç kaldığına delâlet etmez. Çünkü buradaki «karisi» tâbiri bir kayd-ı ihtirazı değil, kayd-ı vukûîdir. Yâni ekseriyetle komşu kadınları evli oldukları için bu ta'bir kullanılmış¬tır. Yoksa evli olsun olmasın bütün komşAı kadınları hükümde müsavidir¬ler. Fakat «komşu ta'biri bir kayd-ı ihtirazıdır. Binaenaleyh komşu ka¬dınla yapılan zina komşu olmayanla yapılan zinadan daha çirkin ve da¬ha büyük bir suçtur. Evet, komşu komşusundan sadakat bekler. O evde yokken komşusu onun malını ve ailesini koruyacak ona her nevi' zararın gelmesine mâni' olacak onun gözlerini ardında bırakmayacaktır. Zira kom¬şuya ikram ve ihsanda bulunmak hem A11ahu Zü' - ce1â1'in hern de Resûl-i ziŞâı 'nın emirleridir. Bu cihet nazar-ı i'tibara bara alınarak bir de komşunun karısı ile zina meselesi düşünülürse; onun ne derece çirkin bir fiil ve büyük bir günah olduğu kendiliğinden mey¬dana çıkar.
Bundan dolayıdır ki Hz: Mikdâd (Radiyallahu anh) 'm rivayet ettiği bir hadisde :
«Bir kimsenin on tane kadınla zina etmesi, komşusunun karısı ile zina et¬mesinden daha ehvendir.» Duyurulmuştur. Araplar komşunun harim-i is¬metini korumakla öğünürlerdi. Bu babda Arap Şairi Antere'den ve deha başkalarından şiirle-^nakledilmiştir.

Hadisden Çıkarılan Hükümler:

Bu hadisde A11ah'a şirk koşmanın en büyük günah olduğu onun arkasından da haksız yere insan öldürmek geldiği beyân ediliyor. Nevevi nin beyanına göre; anne babaya isyan etmek, sihir yapmak, riba yemek ve harpden kaçmak gibi büyük günahların kendilerine mahsus tafsilât ve ahkâmı vardır. Onların dereceleri de hallerine göre bu tafsilâttan anla¬şılır. Mezkûr günahlardan biri için bir yerde: «Bu, büyük günahların en büyüğüdür» denilirse «En büyüklerinden biridir.» ma'nası kasedilir.

38 - Büyük Günahları ve onların En Büyüğünü Beyan Babı

143 — (87)Bana Amr b. Muhammed b. Bükeyr b. Muhammet! en-Nâkıd rivayet etti. (Dedi ki): Bize İsmail b. Uleyye, Saîd el-Cüreyri' [473] den rivayet etti. (Demiş ki): Bize Abdurrahman b. Ebî Bekre [474]babasın¬dan rivayet etti. Demiş kî: Resuîüllah (SaVallahii Aleyhi ve SeUemj'm yanın¬da idik. Üç defa :
«Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi? Allaha şirk koşmak, anaya babaya İtaatsizlik etmek ve yalancı şahitliği yapmaktır -yahud- yalan söylemektir-» dedi.
Resuîüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seliem) dayanmıştı. Hemen (doğrulup) oturdu. Artık bu sözü o derece tekrarladı ki, biz:
«Keşke sükût buyursalar dedik.»
Şirkin en büyük günah olduğunu bundan önceki bâbda ve sırası gel¬dikçe başka yerlerde gördük. Bu bsbda ehl-i kıble olanlardan tek bir kim¬senin şüphesi yoktur.
Anneye babaya itaatsizliğe gelince: bu mesele hadis-i şerifde «Ukuk»
kelimesiyle ifade olunmuştur.
Akk ve Ukûk lügatte: alâkayı kesmek sıla-i rahimde bulunmamak ma1.
nâsmadır.
Şer'an haram olan ukûkun hakiki tarifini zabt eden ise azdır. Ebû Muhammed İbni Abdisselâm bu bâbda şunları söylemiş¬tir:
«Anneye ve babaya itaatsizliğe ve onlara mahsus olan haklara dair . i'timâd edebileceğim bir kaide bulamadım. Filhakika onlara her emir ve nehy ettikleri şey hususunda itaat etmek biîittifak vacib değildir. Ama on¬ların izni olmaksızın oğullarının cihada gitmesi haram kılınmıştır. Çünkü oğullarının öldürüleceğini veya azasından bir uzvun kesileceğini düşünür ve buna son derece üzülürler. Çocuklarının canı veya azasından bir uzvu için tehlikeli görülen her seferin hükmü de budur.»
Ebû Amr İbni Salâh «Fetâvâ» sında anneye babaya itaatsizliği şöyle ta'rif eder: «Haram olan itaatsizlik; vâcib fiillerden olma¬mak şartiyle anne ve babaya azımsanmayacak derecede eziyyet veren her fiildir. Çok defa: «Günah olmayan her hususda anneye babaya itaat farz¬dır; bu babta onların emirlerine muhalefette bulunmak, itaâtsizlikdir.» denilir. Ulemâdan bir çokları şüpheli şeyler hususunda bile onlara itaati vâcib görmüşlerdir. Bizim âlimlerimizden bâzılarının «Anne ve babanın izni olmadan çocuk okumağa ve ticarete gidebilir» demesi, benim söyle¬diklerime muhalif değildir. Çünkü bu söz mutlaktır. Benim söylediğimde ise bu mutlakı takyid vardır.»
Yalan yere şahidlik meselesinde zayi olan hakkın büyük veya küçük
Basra'lıdir. olması arasında hükmen bir fark olmadığı hadis ve kavaidin umûmundan ve mutlak olmasından anlaşılmaktadır.
Yalan söylemek ma'nasına gelen «kai-i zürû Kurtubi, ya¬lancı şahitlik diye tefsir etmişse de E1-Übbi buna i'tiraz etmekde ve şunları söylemektedir: «Öyle değildir. Bunun ma'nası, bilmediği bir şeye kasden şahidlik etmektir; isterse vakıa uygun düşsün. Nitekim bir kimse bilmeden Zeyd , Amrı öldürdü diye şahidlik etse de sonra bu sözün doğru olduğu anlaşılsa yalan yere şahidlik etmişdİr...»
Kurtubî'nin beyanına göre yalanın en büyük günahlardan ol¬ması rnal ve can itlafına, haramı helâl, helâli haram yapmaya sebeb ol¬duğundandır. Binaenaleyh şirkten sonra ondan daha büyük bir günah yok¬tur. Nitekim Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellemj'in onu söy¬lerken doğrularak oturması, ona pek ziyade ehemmiyet verdiği içindir ki, bu da onun haram ve çok çirkin bir şey olduğunu bi't-te'kid ifâde eder, Maamâfih Nevevi insan Öldürmenin yelancı, şahidliği yapmakdan daha büyük günah olduğuna kaildir.
Ashabın: «Keşke sükût buyursalar!..." demeleri Resuîüllah (Sallallahü Aleyhi ve SeUeml'e acıdıkları ve onu rahatsız etmiş olmaktan korktukları içindir.

144 — (88) Bana Yahya b. Habib cl-Hârisi rivayet etti. (Dedi ki): Bi¬ze Hâlid —ki İbnü'l Haîris'dir— rivayet elti. (Dedi ki): Bize Şu'be rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ubeydullah b..Ebî Bekir, Eııes'den, o da Peygamber (SallallahU Aleyhi ve Seliem)'dan naklen büyük günahlar hakkında şöyle buyurduğunu haber verdi:
«Allaha şirk koşmak, anne babaya âsî olmak, İnsan öldürmek ve yalan söylemektir.»

(...) Bize Mııhammed b. el-Velid b, Abdilhamid [475] rivayet etti. (Dedi ki): Bize JVluhammed b. Ca'fer rivayet etti. (Dedi ki); Bize Şu'be rivayet etti. Dedi ki: Bana Ubeydullah b. Ebî Bekir [476] rivayet etti. De¬di ki: Enes b. Mâlik'i dinledim. Şunları söyledi:
— Resutüllah (SaÜallahü Aleyhi ve Sellem) büyük günahları anlattı.
— Yahud kendisine büyük günahlar soruldu da;
«Büyük günahlar: Allaha şirk koşmak, insan Öldürmek ve anaya babaya
âsî olmaktır.» dedi ve:
«Size büyük günahların en büyüğünü haber vereyim mi? O da yalan söylemektir - Yahud yalancı şahitliktir-» buyurdular.
Şu'be: «Zann-ı galibime göre (yalancı şahitlik) dedi; demiş.
Hadis-i şerifin son cümlesi hakkında Nevevi şöyle diyor : *Bu söz akla gelen zahiri ma'nasma gelmez. Çünkü; Şirk hiç şüphesiz yalan¬cı şahidlikden daha büyüktür. Katil de öyledir. Şu halde onu te'vil etmek gerekir. TeVili hususunda da üç vecih vardır :
1- Hadis küfre hamledilir. Yani bunu kâfir yapar. Çünkü kâfir hem yalan yere şahidîik eder; hem de böyle bir şehâdetle amel eder.
2- Bu söz yalan yere şahidîik etmeyi helal i'tikad eden hakkındadır.
Zira bu i'tikadda bulunan bir kimse kâfir olur.
3- Hadisden murad yukarıda görüldüğü vecihle yalan yere şahidîik etmek en büyük günahlardan biridir demektir.» Mamafih.
Nevevi, hadisi hakiki küfürle te'vil etmeyi zaif btümakda ve : «Bu hadis hukuk babında yalancı şahidlikten rnen'etmek için vârid ol¬muştur.» demektir.
Ulema-i Kiram büyük günahların muayyen bir adedle mahsur ola¬rak ifâde edilmeyeceğini söylemişlerdir. İbni—Abbas (Radiyallahu anh) hazretlerine :
— Büyük günahlar yedimidir? diye soruldukda:
«Onlar yetmişe dabâ yakındır.» bir rivayette :«Yedi yüze daha ya¬kındır.» dediğ irivâyet olunur.
Resulüllah (SaUaîîahü Aleyhi ve Sellem) : «Büyük günahlar yedidir.» buyurmuşsa da bundan maksad : «Şu yedi şey büyük günahlardandır.» demektir. Bu sıyga umum ifade etse de tahsis olunmuştur. Sonra bir rivâyetde büyük günahların yedi; diğer rivayette üç, bazısında dört gösterilmesi bunlar hem büyük günah¬ların en çirkinlerinden oldukları hemde çûk vuku' buldukları içindir. Ba¬husus câhiliyet devrinde büyük günahlar çok irtikab olunurdu.
Bir hadisde büyük günahların yalnız bir kısmı anlatılmak istenildi¬ği için bunda zikredilenler ötekinde zikredilmemiştir. Bundan dolayıdır ki; ana ve babaya söğmek, koğuculuk etmek, bevüden temizlenmemek, yemin-i gârnus ve saire hep büyük ganah oldukları halde ayrı ayrı ha¬dislerde beyan olunmuşlardır.
Büyük günahın ta'rifine ve küçük günahdan ayrılmasına gelince : İbni Abbâs (Radiyallahu anh) : «Allanın yasak ettiği her şey büyük günahtır.» demiştir. Şafiilerin Fıkıh ve Usul-i Fıkıh imamlarından Ebû İshâk el-Esferâinîn'in kavli de budur. Bunların delili : A1lah'm azamet ve celâline nisbetle her muhalefetin büyük günah sa-yılmasıdır.
Cumhur-u ulemaya göre ise; günahlar büyük ve küçük olmak üzere ikiye ayrılırlar. Bu kavil Hz. îbni Abbas 'dan da rivayet olunur. Günahların büyük ve küçük kısımlarına ayrıldığına kitab ve sünnetten bir çok deliller bulunduğu gibi ümmetin selef ve halefi onları hep bu taksime tâbi tutmuşlardır. İmam Gazali «el-Basit fi'1-Mezheh» adlı eserinde: «Küçük günah ile büyük günah arasındaki farkı inkâr etmek fıkha yaraş¬maz...» demiştir. Gazal i'nin kavli-başkalarından da nakledilmiştir Evvet, A11ah’m celâline nisbetle ona muhalefette bulunmak cidder çirkin bir şey ise de; muhalefetlerin bazısı bazısından büyük olur. Bu i'ti-barla onlar:
1 - Beş vakit namaz, ramazan orucu, hacc, Ömre, abdest, arife güni veya âşura orucu ile sahih hadislerin beyan ettiği sair hayırlı amelleriî keffaret olabileceği günalhar;
2- Mezkûr ibâdet ve tâatın keffaret olamadığı günahlar nâmiyle ik kısma ayrılırlar, işte şeriat namaz ve emsalinin keffaret olduğu günahla ra küçük günahlar; bunların keffaret olamadıklarına büyük günahla adım vermiştir. Bu suretle günahların büyük ve küçük diye taksim sabit oldukdan sonra; ulema bunların zabtı hususunda dahi bir hay li ihtilâf etmişlerdir. İbni Abbâs (Radiyallahu anh) 'm ; «AHahıı cehennem, gazab, lâ'net veya azab gibi bir şeyle encama erdirdiği her gü nah büyüktür» dediği rivayet olunur. Hasan-ı Basri 'den de bu na yakın bir söz naklederler. Başkaları: Hangi günah için Allah ce hennemle tehdit eder veya dünyada haddi şer-i tatbik ettirirse; o güna büyüktür.» demişlerdir. İmam Gaza1i'ye göre ise: insan hangi güm hı bir korku ve pişmanlık sakıncası hissetmeden, onu küçümseyerek iı tikab edenler gibi hatta âdet hâline getirip de bu tahkir ve küçümseme yi de hissetmeyenler gibi yaparsa o günah büyüktür. Ağızdan kaçtığın ve takva murakabesinin gevşekliğine hamledilen ve pişmanlıktan hâli ka mayan günahlar ise küçük günahdır. Bunlar kişinin adaletine ma'ni' deği lerdir.
Ebû Amr İbni's-Salâh büyük günahı şöyle ta'rif edeı yük ismi verilebilecek şekilde büyük olan ve mutlak surette büyük-kle vasıflanan her günah büyüktür.» Ona göre büyük günahın bir takım iareleri vardır. Bunlar: hadd-i şer-i icâbetmek, cehennem azabiyle teh-d olunmak, failine fasik denilmek, lâ'net olunmak gibi şevlerdir.
Bu hususda İzzü-d'Din İbni Abdisselâm dahi 1-Kavaid» nam eserinde şunları söylemiştir : «Büyük günah ile küçük inan arasındaki farkı öğrenmek istersen küçük günahın mefsedetini nass sabit olan büyük günahların rnefsedetiyle bir ölç! eğer büyük günah-rm mefsedetinin azından noksan gelirse o günah küçük günahlardan-r. Müsavi veya daha fazla olursa büyüktür. Meselâ: Bir kimse Allah Teâ1â'ya veya Resulü Zişanı (Saliallahü Aleyhi ve Seltem) ibretlerine söğer yahud Peygamberleri tahkir eder; onlardan birine ya-cı derse, yahud Kâ'be 'ye pislik bulaştırır veya mushafı helaya atar-bütün bunlar — büyük günah oldukları şeriat tarafından tasrih edil-ese bile yine— en büyük günahlardandırlar. Keza zina etmek için bir mseye bir kadını tutmak yahud öldürsün diye bir müslümanı tutmak ıphesiz ki; yetim malı yemekden daha büyük bir mefsedettir. Halbuki ;tim malını yemek büyük günahlardandır. Müslümanların gizlendiği ri kâfirlere söylerse onları kılıçdan geçireceklerini kadınları ile çocuk-rını esir, mallarını yağma edeceklerini bildiği halde yine onların gizlen-ği yeri küf fara haber vermek de Öyledir. Zira; o kimseyi bu mefsedete nîsbet etmek onun Özürsüz harpten kaçmasından daha büyüktür. Hal¬kı harpden kaçmak büyük günahdır...-»
Müfessirlerden Ebû'l-Hasen el-Vâ ki di ile diğer bazı ema: «Sahih olan kavle göre büyük günahların ta'rif ve tahdidi belli ığildir. Yalnız şeriat günahların bir kısmını büyük, bir kısmını da küçük makla vasıflandırmış; bir çok nevi'lerini hiç tavsif etmemiştir. Bunîam içinde büyük ve küçük olanları vardır. Mezkûr günahları beyan etme-nekdeki hikmet, kulun büyük günahtır korkusu ile bütün günahlardan sa-ınmasını te'mindir.» demişlerdir ki; onlarca bu hâl, kadir gecesi, cuma gününün icabet saati, geceleyin icabet saati, ism-i a'zam ve saire gibi ilah 'm kullarından gizlediği şeylere benzer.
Ulemâ hazerâtı, küçük günahı işlemeye ısrarla devam etmenin onu büyük günaha çevireceğini söylerler. Hz. Ömer'le İbni Ab-â s ve diğer bazı ashab-ı kiram (Radıyalfahu Anhüm) «İstiğfarla bü¬yük günah, ısrarla da küçük günah kalmaz» demişlerdir. Bu sözün ma'-naşı: istiğfarla büyük günah affedilir; fakat işlenirse küçük günah büyük günah olur; demekdir.
Acaba ısrarın hududu nedir? Bu hususda Ebû Muhammed Izzüddin İbni Abdisselâm şunları söylemiştir: «Israr: dinine ehemmiyet vermediğini gösterecek şekilde küçük günahı tekrar et-mekdir. Muhtelif nevi'lerden küçük günahlar bir araya gelir de mecmu'u, büyük günahların en küçüğünün verdiği kanaati husule getirirse hüküm yine böyledir.*
ibni Sa1âh'a göre ise; küçük günaha ısrar:'o günahı işlemeye devam etmek ve büyük denilecek şekilde onu devam üzere işlemek azmin-do bulunmaktır. Bunun için zaman ve sayı tahdidi yoktur.

145 — (89) Bana Harun b. Said el-Eyli rivayet etti. (Dedi ki): Bize İbni Vehb rivayet etti. Dedi ki: Bana Süleyman b. Bilâl, Sevr b. Zeyd [477] den, o da Ebu'l-Gays'dan [478] o da Ebû Hüreyre'den Resuîüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in şöyle buyurduğunu rivayet eyledi:
«Yedi mühlik şeyden kaçının!»
— Bunlar nedir yâ Resulâllah? diye sorulunca :
«Allah'a şirk koşmak, ^ihir yapmak, Allah'ın haram kiidiği bir kimseyi haksız yere öldürmek, yetim malı yemek, faiz yemek, düşmana hücum anında harpden kaçmak, namuslu, kendi halinde mü'min kadınlara zina iftirası atmaktır.» buyurdular.
Bu hadisi imam Buhâri Ebû Dâvud ve Nesâî «Vasâyâ» bahsinde rivayet etmişlerdir. «Mûbikaat» muhlikât yani helak edici şey¬ler demektir.
«Zûr»; Sâ'1ebi ile başkalarına göre bir şeyi güzel göstermek ve dinleyenlere onu bulunduğu hâlin zıddiyle tavsif etmektir ki: yalanı hak-mış gibi gösterdiği için bâtıl bir tezvirdir.
«Muhsanât» burada namuslu kadınlar ma'nasma cemi'dir. Müfredi «Mıihsancdir.
Şeriatte ise; hür, âkil baliğ ve müslüman olup hâlen sahih nikâhla evli yahud başından sahih nikâh geçmiş bulunan erkeğe «muhsan»; kadına da «Muhsane» denir.
«GâÜlât» zinadan ve zina iftirasına uğradıklarından haberleri bile ol¬mayan kendi halinde kadınlardır.
Hadisin başında : «Yedi mühlik şeyden kaçının!» buyurulmuştur ki; bu ifade «Bunları terk edin» demekten daha beliğdir. Nitekim Kur'
İbn-ı Kerim'de de: «Zinaya yaklaşmayın!» buyurulmuşdur Budam etmeyin» demekden daha beliğdir. Kaçınılması icâbeden yedi şeyin birincisi; Allah'a şirk koşmak
|ânî ondan başka bir ilâh tanımaktır. Bundan daha büyük bir mühlîk İmadığı ma'lûmdur. Çünkü müşrik ebedî olarak cehennemde yanacak-
İkincisi, sihirdir.
Sihir lügatte: bir şeyin yönünü değiştirmektir. Cevheri: «Sihir: fsûndur; Me'haz ve menşei lâtif ve gizli olan her şey sihirdir.» demiştir; lldatmak ma'nasmada gelir.
Ebû Abdillah Râzî sihri sekiz, kısma ayırmıştır. Şöyle ki:
1) Yalancıların ve yedi yıldıza tapanların sihri. Bunlar taptıkları ye¬li seyyarenin bu âlemi idare ettiğine, hayır ve şerrin onlardan geldiğine İnanırlar. Hz. İbrahim (Aieyhisselâm) bu kavme gönderilmişdi.
2) Evham sahibleriyîe kuvvetli ruh sahiblerinin sihri,
3) Cinlerin yardımile yapılan sihir. Buna azâim ve teshir denir.
4) Tahayyül, göz boyacılık ve el çabukluğu ile yapılan sihir. Bazı mfessirlerin beyanına göre fir'avna yapılan sihir bu kabildendi.
5) Bir takım mürekkeb aletlerle yapılan acaip fiiller.
6) Bir takım devaların yâni yiyecek ve yağların hâssalarından bil¬istifade yapılan sihir.
7) Kalbin taallûku ile yapılan sihir. Bunda sihirbaz îsm-i azamı bil¬diğini ve ekseri işlerde cinlerin kendisine mut'i ve ram olduklarını iddia eder.
Cool El altından koğuculuk yapmak suretiyle meydana gelen sihirdir. Halk arasında şayi' olan sihir budur.
Acaba sihrin hakikati var mıdır? Bu suâle Ebu'l-Muzaffer Yahya b. Muhammed şu cevabı vermiştir : «Ulemia sihrin ha¬kikati olduğuna ittifak etmişlerdir. Bundan yalnız Ebû Hanife müstesna kalmış; ve sihrn hakikat olmadığına kail olmuştur.» Kurtubi dahi: «Bizce sihir sabittir. Allah Teâlü 'nrn dilediğini yaratmasiyle onun hakikati vardır. Bu babta mu'tezile ile şafiilerden Ebû İs hâk el-Esferaini muhalefet etmiş; ve sihrin bir tahay¬yül ve gözü aldatma olduğunu söylemişlerdir.» demiş ve sihrin: şa'baze (el-çabuk]uğu), Esma-i ilâhiyyeden bazılariyle ezber edilen bir takım söz¬ler, şeytani ta'iiraat, yiyecek ve saire ile yapılan kısımları olduğunu bil¬dirmiştir.
Fa h reddini Râzî tefsirinde anu'tezile taifesi için : «Bunlar sihrin mevcudiyetini inkâr eder: ve ona inananların küfrüne kail olurlar. Ama ehl-i sünnet, sihirbazın hevâda uçmasını, insanı eşeğe, eşeği insana kalbetmesini caiz görürler. Ancak sihirbaz muayyen efsun ve kelimeleri söylerken vücûda gelen şeyleri halk edfin Allah 'dır; derler. Onlar felsefecilerle müneccimler ve yıldız perestîer gibi felek veya yıldızların mües¬sir olduğuna kail değillerdir.» diyor. R â z i sihrin vâki' olduğunu ve onunla meydana gelen te'siri Allah halk ettiğine;
«Onlar Allanın izni olmaksızın o Sihirle hiç bir kimseye zarar veremezler..
âyet-i kerimesile ve Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Selkmj'e yapı¬lan sihrin te'sir ettiğini bildiren hadislerle istidlal eder. Sihri öğrenme meselesine gelince : Râzi bu babda şunları söylemiştir; «Sihri öğren¬mek ne çirkin ne de menınu'dur. Muhakkikin ulemâ buna ittifak etmişler¬dir. Çünkü ilim zâtı i'tibâriyle şereflidir. Bir de şu var ki; eğer sihir bi¬linmezse onunla mucizenin farkını yapmak da mümkün olmaz. Mu'cizin âciz bırakan ma'nasına geldiğini bilmek vaciptir. Vacibin tevakkuf ettiği şeyde vaciptir. Bu ise sihri öğrenmenin vâcib olmasını iktiza eyler. Va-cib olan bir şey nasıl haram ve çirkin olabilir?..»
Fakat Sahih-i Buhâri sarihlerinden Bedrüddin Aynî Râzî nin bu sözüne bir kaç vecihle i'tiraz ederek demiştir ki:
1- Eğer Râzi «sihri öğrenmek çirkin değildir» demekle onun aklen çirkin olmadığını anlatmak istiyorsa; muhalifleri olan mu'tezile taife¬si bunu menetmektedirler. Şer'an çirkin değildir demek istiyorsa Teâ1â hazretlerinin: «Şeytanların okuduğu sihre
tâbi' oldular..» âyet-i kerimesi sihrin çirkinliğini beyan ediyor. Sahih hadisde :
«Her kim bir müneccim veya kâhine müracaat ederse Muhammed
(Sallallahü Aleyhi ve Sellemfe indirilen küfretmiş olur.» Duyurulmuştur. Sünende dahî:
«Her kim bîr düğüm yapar da ona üfürürse sihir yaptı demektir.» ha¬disi vardır.
2 - Râzî: «Sihir memnu1 değildir; muhakkikin ulemâ buna ittifak etmişlerdir...» diyor. Zikrettiğimiz âyet ve hadislerin karşîsmda sihir nasıl memnu' olmayabilir? Muhakkikin dediği zevat şeriat alimleridir. Hani bu babdaki sözleri nerededir?
3 - «Eğer sihir bilinmezse onunla mu'cizenin farkım yapmakda müm¬kün olmaz ilâh...» sözleri fasiddir. Zira Peygamberimiz (Sallallahü Aleyhi ve Sellemy'm en büyük mu'cizesi Kur'an-ı Ke-r i m'dir...
4 - Mu'cizin âciz bırakan ma'nasına geldiğini öğrenmek asla sihir ilmine bağlı değildir. Sonra bizzarure ma'lumdurki sahabe tabiin ve müslümanlann büyükleri ile âmme kısmı mu'cizeyi bilirler; ve mucize ile başka şeylerin arasım ayırırlardı. Halbuki sihri bilmezlerdi. Onu ne okumuş ne de okutmuşlardı. Ulema ve fukahanın nassan bildirdiklerine göre: sihri öğrenmek de Öğretmek de büyük günahdır. «Et-Telvilt» nam eser¬de bâzı Şâfiîlerin : «Sihri öğrenmek haram değildir; bilinip, on-" yapana karşı koymak ve sihri evliyanın kerametinden ayırmak için Öğrenmek caizdir» dediği bildiriliyor. Aynî zahire göre bundan muradın Fahrüd- ibn-i Râzi ile imam Gazali olduğunu söylemiştir.
Sihri öcrenerek yapmanın hükmü ûl^maâ arasında ihtilaflıdır. Ebû Hanife Mâlik ve Ahmed b. Hanbe1'e göre küfürdür, vainız Hanefilerden bazısına göre şerrinden korunmak için sihri Öğren¬im ek küfür değildir. Ama sihir yapmanın caiz olduğuna yahud fayda ver¬diğine inanmak küfürdür. Şeytanların insana istediğini yapabileceklerine linanmak dahi küfürdür.
İmam Şafii şöyle demiştir : «Bir kimse sihri Öğrenirse kendisi¬ne: bize sihrini ta'rif et! deriz. Şayet Bâbilülerin i'tikad ettikleri yedi yıldıza ibadet ve bu yıldızların kendilerinden istenen şeyi yapması gibi küfrü icâbedecek şekilde beyanda bulunursa o kimse kâfirdir. Beyanı kü¬für Icabetmiyor da sihrin mubah olduğuna inanıyorsa yine kâfirdir.*
Sihir yapan kimsenin seri cezası ölümdür. Yalnız imam Mâli k ile Ahmed b. Hanbe1'e göre bir defa yapmakla, Ebû Hanife ile Şafii hazeratına göre ise bir kaç defa yapmakla yahud muayyen bir şahsa sihir yaptığım i'tiraf etmekle öldürülür. Şafii 'den gayri imamlara göre sihribazm öldürülmesi bir hadd-i seridir. Şâfiiye göre ise fiilin tekrarı veya i'tiraf halinde sihirbaz kısas olmak üzere öldü¬rülür.
İmam A'zam Ebû Hanife'ye göre ehl-i kitabın sihirbazı da öl¬dürülür. Eimme-i selâse denilen Mâlik, Şafii ve Ahmed b. Hanbe1'e göre Öldürülmez. Onlara göre sihir yapan kadının hükmü de erkek gibidir. Ebû Hanife'ye göre Öldürülmezse de hapsolu-rmr.
Sihir yapan kimsenin dünyaca tevbesinin kabul edilip edilmemesi ih¬tilaflıdır. İmam Mâ1ik 'e göre kabul edilmez. Ebû Hânife ile Ahmed b. Hanbe1 'den nakledilen meşhur kavle göre de hüküm bu¬dur. İmam Şâfii 'ye göre kabul edilir. İmam A Sımed 'in ikinci kav¬li de budur. İmam Mâli k'den bir rivayete göre sihirbaz yakalanırsa, zındık gibi onun da tevbesi kabul olunmaz. Fakat yakalanmadan tevbo eder de tevbekâr olarak gelir teslim olursa öldürülmez. Ancak yaptığı si¬hirle insan öldûrmüşse kendisi de öldürülür. İmam Şâfii 'ye göre si¬hirbaz: «Ben öldürmeyi kesdetmedim.» derse hatâ etmiş sayılarak kendi¬sinden diyet almır.
İmam Br. hâri 'nin naklettiğine göre Saidü'bnü'1-Müseyyeb, sihir yapan kimseden sihrini çözmesini istemeyi caiz görmüştür. Bâzıları «Nüşra»ya cevaz vermişse de Hasan-ı Basrî bunu mek¬ruh saymıştır;;
Nüşra: cinlerin çarptığı zannolunan bir kimseye tatbik edilen ilâç ve okumadır.
Üçüncüsü: katildir: Haksız yere insan öldürmek imam Şafii (Rahimehi-iltahi'a. göre A11ah'a şirkden sonran büyük günahtır. Bir hadisde : «Rahmanın arşı üç şeyden depremr ve Allah üç şeyden gadaba gelir* buyurulmuş; katil bunlar arasında zikredilmiştir. [479] Katilin tevbe¬si hususunda ihtilâf edilmiştir, İbni Abbâs (Radiyallahu anh)'& göre kaatil ebedi olarak cehennemde kalacaktır. Hanefilerle diğer ule¬maya göre ebedî olmasa da cehennemde uzun zaman kalacaktır. Dün¬yevi cezası ise kısâsen öldürülmektir. Ancak maktulün velileri affeder yahud uzlaşirlarsa kısas edilmez: çünkü hak onlarındır. Kasden haksız ye¬re insan öldürmede Hanelilere göre keffaret verilmez. Zira keffaretde ibâ¬det ma'nası vardır; binaenaleyh; onunla hâlis bir büyük günah olan katil Ödenemez. Şafiilere göre ise keffaret lâzımdır. Onlar : «Hataen insan öl¬dürmek bundan daha ehven olduğu halde onda keffaret meşru' olunca bunda evleviyetle meşru' olur.» diyorlar.
Dördüncüsü: yetim malı yemektir. Yetim : Babası ölen küçük çocuk-dur. Hatta Zemahşehrî fye göre büyük çocuğa da yetim denilebi¬lir. Zira kelimenin lügat ma'nası. yalnız kalmakdir. Ancak bu kelime da¬ha ziyade küçükler hakkında kullanılır. Vakıa Peygamber
(SallüUahü Aleyhi ve Seılenı): Buluğdan sonra yetimlik
yoktur» buyurmuşlarsa da ona göre bu hadisden murâd lügati değil, şeriatı öğretmektir.
Hadisin zahirine bakılırsa yetim rnahm yemek mutlak surette haram¬dır. Şu halde vasinin yemesi de memnu'dur. Nitekim buna kail olanlar var¬dır. Fakat cumhura göre vasi veya velinin ma'ruf vecihîe ve israf etme¬mek şartiyle yetim malından yemeleri meşru'dur.
Beşincisi: ribâ yemektir. Kîba : Mal verip karşılığında rnal alırken alman veya verilen karşılıksız ziyadedir. Buradaki «yemek» ta'birinden maksad ribâ muamelesi yani faizcilik yapmaktır. Faizcilikle kazanılan malların çoğu yenildiği için mezkûr kazanca mecazen «yemek» denilmiş¬tir.
Ribâ meselesi bir çok âyet ve hadislerde en şiddetli bir lisanla haram kılınmıştır.
Altıncısı: Düşmana hücum edileceği zaman harpden kaçmaktır. An¬cak bu kacıs bir müslümanm karsısında bir veya iki kâfir bulunduğu zaman haramdır; daha fazla olurlarsa kaçmak caizdir. Hadis-i şerif harpden laçmanm büyük günah olduğuna delâlet etrnekdedir ki cumhuru ulema-|m mezhebi de budur. Yalnız Hasan-ı Basri hazretlerine göre [arpden kaçmak- küçük günahtır. Ona göre bu babdaki âyet hassaten Sedir gazileri hakkında nazil oîmuşdur. Bazıları da âyetin başka bir âyet-nfshedildiğine kaaildirier. Fakat doğrusu :
ister kirn o gün çarpışmak için dönmek yahud başka bir bölükde mevki' ıSmak halleri müstesna olmak üzere kâfirlere arkasını dönerse muhakkak Jlahın bir gadabına uğrar; varacağı yer de cehennemdir. O ise pek kötü
»ir yerdir» [480] âyet-i kerimesi ne Bedir gazilerine mahsusdur; ne de men-suhdur. Onun hükmü, cumhuru ulemanın dedikleri gibi her harbe âmm İve şamil olmak üzere kıyamete kadar bakidir.
Yedincisi:'Muhsan kadınlara zina iftirasında bulunmaktır. Bu hü-Ikümde erkeklere edilen zina iftirası da dahildir. Binaenaleyh kadın ol¬sun erkek olsun: âkil ,bâliğ ve namuslu olan bir müslümana zina iftirasın¬da bulunmanın cezası hür olan müfteriye seksen, köleye kırk değnek vur-fmaktır.
Kâfir bir kadına zimmiyye [481] bile olsa zina iftirasında bulunmak büyük I günah değildir. Bu sebeble müfteriye hadd vurulmaz. CairyeyR yapılan zina iftirasının cezası ta'zirdir.

146 — (90) Bize Kuteybetü'bnÜ Said rivayet etti. (Dedî ki) Bize Leys [482] tbnü'l-IIâd'dan, o da Sa'd b. İbrahim'den, o da Humeyd b. Ab-dirrahnıan'dan, o da Abdullah b. Amr b. Âs'dan Resulüllah (Sallaltahü Aleyhi ve Selîem) 'in şöyle buyurduğunu rivayet eyledi:
«Bir kimsenin ebeveynine söğmesi büyük günahlardandır.» Ashâb:
— Yâ Resûlâllah! Hiç insan ebeveynine söğer mi? dediler. Resulüllah (Sallallahii Aleyhi ve Sellem):
«Evet, bir adamın babasına söğer; o da onun babasına söğer. (Adamın) anasına söğer; o da onun anasına söğer.» huyurdular.

(...) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile Muhamnıed b. el-Müsennâ ve İbni Beşşâr toptan Muhamnıed b. Ca'fer'den, o da Şu'bc'den naklen riva¬yet eyledi. H.
Bana Muhammcd b. Hatim de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Yâhyâ b. Said [483] rivayet etti. (Dedi ki): Bize Süfyân [484] rivayet etti. (Şu'be ile Süfyan'ın) her ikisi Sa'd b. İbrahim'den bu isnâdla bu hadisin mislini rivayet etmişler.
Bu hadisi Buhâri ile Ebû Dâvud «Edeb» bahsinde, Tir rai zi 'de, «Kitabü'l*bi ^s» de tahriç etmişlerdir..
Ashabın : «Hiç insan ebeveynine söğer mi?» diye mukabelede bulun¬maları, bu işin vukuunu uzak gördüklerindendir. Çünkü tab-ı selim bun¬dan nefret eder. Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) de ce¬vaben, bu işi bir kimsenin ekseriyetle doğrudan doğruya değil de sebeb ol¬mak sureti ile yaptığını beyan buyurmuştur. Anaya babaya sövmeğe se¬beb olmak büyük günahlardan sayılınca onlara sarahaten söğmek şüphe¬siz ki en büyük günahlardan olur.
Bundan beş yüz otuz üç yıl evvel yaşamış olan Buharı şârihi Ayni bu babda şunları söylemiştir : «Bu zamanda Öyle insanlar var ki ebevey¬nine söğen kimseye ziyafet verir. Anasını babasını döğenler bile vardır. Bir çok kimseler ebeveyn âsisi mücrimlerin bu işi yaptıklarına şâhid ol¬muşlardır. Hattâ babasını kesenler olurmuş. Bu musibetin Mısır'da çok vuku' bulduğunu bana bir cemaat haber verdi. Allah Man afvü afiyet dileriz.»
Aynî (Rahiınehullah) üstadı Zey nüddin'in merfu' ve mev¬kuf hadislerden alınan büyük günah sayısının kırka baliğ olduğunu söy¬lediğine işaret ettikden sonra onun söylemediği büyük günahları sırala¬mıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Bir kimsenin babasından başkasını babamdır diye iddia etmesi, küçük günahı işlemeye İsrarla devam, müslümana bühtanda bulunmak, kin tutmak, zina, livâta, hırsızlık, kabahat¬siz bir kimseyi koğuculukla öldürtmek, gıybet etmek, Kur'an'dan bir sure veya âyet unutmak, nemmamlık etmek, ramazan gününde özürsüz orucu terk etme!.. Ölçü ve tartıda hıyanet etmek, özürsüz namazı vaktin¬den evvel veya sonra kılmak, haksız yere bir müslümsni döğmek, ashab-ı kirama söğmek, rüşvet almak, deyyusluk etmek, emr-i’il ma'ruf, nehy-i ani'l münkeri muktedir olduğu halde terk etmek, hayvanı yakmak, sebeb-siz olarak kadının kocasına itaat etmemesi, ulema ile ehl-i Kur'an'ı gıybet etmek, özürsüz domuz eti veya iaşe yemek ve hayz hâlinde cima", etmek Çalgı dinlemek ve ipek elbise giymek yahud ipek yaygı üzerine oturma;-gibi şeylerin büyük günah olup olmadığı ihtilaflıdır. İmamü'l-Haremeyn Cüvevni ;ye göre bunlarda büyük günahlardandır. Râfiî ise sa¬hih kavle göre küçük günah olduklarını beyan etmiştir.
İbni Battal bu hadisin sedd-i zerâyi' [485] babında bir temel kaide olduğunu söylemiştir. Harama götüren yolun da haram olduğu bun¬dan, alınır. Hadisin aslı:
«Aİîahdan başkasına; dua edenlere söğmeyîn.» âyet-i kerîmesidir. Usul uleması, putperest kâfirler A11ah'a söğer diye puta söğmek gibi şey¬lerde sedd-i zerayi'in vücubuna kail olmuşlardır.
Mârt’ı di ipek giyeceği maTum olan bir erkeğe ipek satmayı, keza şarap yapacak bir kimseye şıra satmayı bu hadise istinaden men'etmiş-tir.
Hanelilere göre ise şarap yapan kimseye şıra satmak caizdir. Çünkü ma'siy et işlenirken şıranın ayni değişmiş yani şarap olmuştur. Düşmana silâh satmak ise yasaktır; zira ma'siyet, satılan âletin ayniyle işlenecek, onunla müslümanlar öldürülecektir.

Hadisden Çıkarılan Hükümler:

1 - Sebebe hüküm izafe edilebilir.
2 - Galibe göre amel edilir. Çünkü babasına soğülen adam da soğe-nin babasına söğebüir; fakat söğmemesi de caizdir. Ancak böyle hallerde ekseriyetle nasıl muamele görülürse öyle muamele edilir. .
3 - Anne baba hakkı pek büyük ve onlara itaat farzdır,
4 - Sedd-i zerîa meşru'dur.

39 - Kibrin Tahrimi ve Beyanı Babı

147 — (91) Bize Muhammed b, el-Müsennâ ile Muhammedi b. Beş-şâr ve İbrahim h. Dînâr [486] toptan Yahya b. Hammâd'dan [487] rivayet ettiler. İbnü'l-Müsennâ dedi ki: Bana Yahya b. Hamtnâd rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, Ebân b. Tağlib'den [488] , o da Fudayl-i Fukayrnf [489] den, o da İbrahhn-i Nehai'den, o da Aİkame'den, [490] o da Abdullah b. Mes'ud'dan, o da Peygamber (Sallatlahü Aleyhi ve Sellem)'Aen nakletmiş ol. mak üzere haber verdi, ResülüHah (Saüallahü Aleyhi ve Sellem):
«Kalbinde zerre mikdari i'Uıir olan kimse Cennete giremez.kbuyurmuş. Bir zât:
— «İnsan elbisesinin güzel, ayakkabının güzel olmasını istiyor?» de¬miş. Resulüllah (Salîallahü Aleyhi ve Sellem):
«Şüphesiz ki Allah güzeldir; güzelliği sever, Kibir; hakkı inkâr ve insan¬ları tahkir etmektir.» buyurmuşlar.

148 - (...) Bize Mincâb b. el-Hâris et-Temîmi [491] ile Süveyd b. Said ikisi de Aliy b. Müshir'den rivayet ettiler. Mincâb dedi ki: Bize İbni Müs-hir, A'meş'den, o da İbrahim'den [492]: o da Alkâme'den, o da Abdullah'dan nakletmiş olmak üzere haber verdi. Abdullah demiş ki: Resulüllah (Salîaîhhü Aleyhi ve Seilem) :
«Kalbinde hardal datıesi kadar iman olan hiç bir kimse cehenneme girmez; kalbinde hardal danesi kadar tekebbür bulunan hiç bir kimse de cennete giremez.» buyurdular.

149 — (...) Bize Muhammcd b. Beşşâr rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebû Davud rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, Ebân b. Tağlib'den, o da Fu-dayl'den, o da İbrahim'den, o da Alkame'den, o da Abdullah'dan, o da Peygamber (Sallalİahü Aleyhi ve Sellem)'den nakletmiş olarak rivayet eyle¬di. Resuîüllah (Sallallahü Aleyhi ve Seilem):
«Kalbinde zerre mikdarı kibir bulunan kimse cennete giremez.» buyur¬muşlar.
Bu hadisi Ebû Davud, Tirmizi, Ahmed b. Hanbel, İbni Asakîr ve Bey haki dahi tahriç etmişlerdir. İs¬nadında üç dane tabiînin yâni A'meş, İbrahim ve Alkâme hazerâtının bir birlerinden rivayette bulunmaları ve keza bu üç zatla Mincâb'm ve Abdullah b. Mes'ud (Radiyallahu anh) 'in hep Kûfe'li olmaları nâdir tesadüf edilen letâiftendir.
«Kalbinde zerre mikdarı kibir olan kimse cennete giremez» ibaresinin te'vili hususunda ulema ihtilâf etmişlerdir.
Ebû Süleyman Hattâbi bu ibareyi iki vecihle te'vil et¬miştir :
1 - Kibirden rmirad : imandan tekebbür etmek yânî iman etmemektir. Bu hâlde ölen bir kimse asla cennete giremez,
2 - Maksad: cennete giren bir kimsenin kalbinde oraya girerken ki¬bir bulunamaz demektir. Nitekim Teâ1â hazretleri :
«Biz onların kalblerîndeki kin ve hasedi çıkaracağız.» [493]
buyurmuştur. Ancak Ha11ab S 'nin bu te'villerini imam Nevevî beğenmemiş; hadisin ma'ruf olan kibirden yâni kendini başkalarından yüksek görerek onları tahkir ve hakkı bertaraf etmekden nehi için vârid olduğunu söylemiş; binaenaleyh bu te'villere hamledilerek matiub olan ma'nadan çıkarılmama-sı gerektiğini bildirmiştir.
Kaadi Iyâz ile sair muhakkikine göre hadisin ma'nâsı: cezasız cennete giremez demektir. Nevevi'de bu kavli ihtiyar etmiştir. Ba¬zıları: «Evet ceza verilirse ma'na budur; fakat Cenab-ı Hakk'm lütfü keremiyle o kimseyi affetmesi de caizdir. Binaenaleyh bütün mii'-minler ya doğrudan doğruya yahud da büyük günah işlemekde ısrar hâ¬linde ölen günahkârlardan bazıları azâb gördükden sonra mutlaka cenne¬te gireceklerdir demişlerdir. Hadisden murad kibirlilerin cennete ilk gi¬ren takva sahipleriyle birlikde giremeyeceklerini beyândır.» diyenler de vardır.
Hadisin ikinci rivayetinde: «Kalbinde hardal dânesi kadar iman olan hiç bir kimse cehenneme girmez.» ifadesinin ma'nası da kâfirler gibi cehen¬neme ebedî olarak girmez demektir.
«İnsan elbisesinin güzel, ayakkabının güzel olmasını istiyor?» diyen zâtın ismi Mâlik b. Murara' dır. Kaadi îyâz ile İbni Abdilberr buna kail olmuşlar sa da hafız Halef İbni Beş-küvâ1'in beyanına göre bu zatın kim olduğu ihtilaflıdır. İbn Ü1-A'râbî'ye göre Ebû Reyhâne Şem'un 'dur. Ali'yyü'b-nü'l Medînî «Tabrkat» nâmındaki eserinde bunun R.âbîatü'b -nü Âmir olduğunu söylemiştir. İbni A m r diyen bulunduğunu da İbni's-Seken kaydettiği gibi, Muâz b. Cebel diyenler olduğunu da İbni Ebi'd-Dünya «Kitâbu'l-Humûl ve t-Tevâzu;» adlı eserinde zikretmiştir. Hatta bazıları Abdullah b. Amr İb¬ni '1-Âs , bâzıları da Harım b. Fâtik olduğunu söylemişlerdir. Güzel elbise giymek Allanın nimetini göstermek ve ona şükretmek niye¬tiyle caizdir. Tirmizî'nin rivayet ettiği bir hadisde «Şüphesiz ki; Allah Kulunun Üzerindeki nimetinin eserini görmek ister» buyurulmuştur. İmam Âzamin dört yüz altın kıymetinde elbise giydiği rivayet olunur. İmam Muhammed pek kıymetli elbise giyer ve: «Benim Hanımlarım cariyele¬rim var, benden başkasına bakmasınlar diye ziynetleniyorum.» dermiş. Gerçi Hz. Ömer'in yamalı elbise giydiği rivayet olunursa da o bunu fakii memurlarına Örnek olmak için giymişdir, deniliyor.
«Şüphesiz k! Allah güzeldir; güzelliği sever» cümlesinin ma'nası hu susunda dahi ihtilâf edilmiştir. Bazılarına göre bunun ma'nası: Allahm heı emri güzeldir; esama-i husnâ onun, cemâl ve kemâl sıfatları da ona mah sustur demektir.
Diğer bazıları: «Kerim; mükrim, semî: müsmî' manasına geldiği gib cemil de mücmil yanî güzellik veren manasına gelir.» demişlerdir Kuşeyrî (Rahimehullah) cemilin celil yânî büyük ma'nasma geldi ğini söylemiş; Hattâbi ise nur ve güzelliğin sahibi manasında kul lanıldığım hikâye etmiştir. Bazılarına göre cemil: size karşı fiilleri lütûfke güzeldir; size az amel teklif eder: teklif ettiğini ifâ hususunda size yor-Um eder; ifasından dolayı bol bol ec;r verir demektir.
Nevevi diyor ki: «Bu isim bu sahih hadisde vârid olmuşsa da ha-[dis haber-i vahiddir. Esma - i husna hadisinde dahi vârid olmuştur; fal:al onun da isnadı hakkında söz edilmiştir. Muhtar olan kavle göre Allah Teâ1â'ya cernil denilebilir. Ulemâdan bâzıları bunu tecviz etmemişler¬idir.»
İmamü'l-Haremeyn ,umutaleada bulunuyor : A11ah'm isimleriyle sıfatlan namına seran neler varid olmuşsa onları bizde söy¬leyebiliriz. Şeriatın men' ettiklerini biz de men' ederiz. İzin verilip veril-İmedi^ine dair bir emare bulunmayanlar hakkında helâldir veya haram¬idir diye biz hüküm veremeyiz. Çünkü şeria+m hükümleri ser'i yollardan ılınır. Sayed bir şeyin helâl veya haram olduğuna biz hükmedecek olursak şeriat haricinde kendimiz bir hüküm isbât etmiş oluruz. Sonra bir ismi Allah Teâlâ 'ya ıtlak edebilmek için şer'an kati bir delil bulunması I şart değildir. İlim icâbetmese de amel iktiza eden bir delilin bulunması kâfidir. Şu kadar var ki şer'i kıyaslar amelin muktezasıdırlar. Onun için bir ismi ve bir sıfatı A11ah'a ıtlak hususunda onlarla istidlal caiz de¬ğildir.»
İmamü'1-Karameyn 'in «Helâldir veya haramdır diye hüküm veremeyiz...» şeklindeki İzahatı için Nevevi: «Bu söz muhtar olan mezhep üzerine bina edilmiştir...» dedikden sonra sözlerine söyle devam ediyor: «Çünkü bizim ulemamızın muhakkîklarma göre eşya hakkında he¬lâldir; haramdır; mubahtır yahud daha başka bir şeydir diye hüküm verile, mez. Zira ehl-i sünnete göre hüküm ancak şeriatla verilir. Ulemamızdan bazıları: «Eşya aslî ibâha üzredir.» demişlerdir. Bir takımları asli hürmete, bazıları da tevakkufa kail olmuşlardır; yani bu hususda ne denileceği bi¬linmez; derler. Bunlar içerisinde muhtar olan kavil birincisidir.
Filhakika Allah TeâS â'y', şer'an vârid olmayan fakat yasak da edilmeyen kemâl, celâl ve medih sıfatiyle tavrif etmenin veya ona böyle bir isim vermenin caiz olup olmayacağında ehl-i sünnet uleması ihtilâf etmişler; bir taife bunu caiz görmüş, diğerleri ise caiz olacağına dair Kitâb, sünnet-i mütevâtire veya icmâ'dan birisinden kat'i bir nass-i şer'i vârid olmadıkça tecviz etmemişlerdir.
Mezkûr sıfatlarla A11ah’m tavsif edilebileceği hususunda haber-i vahid bir delil bulunursa mesele yine ihtilaflıdır. Bazılarına göre caizdir. Derler ki: «Böyle bir isim veya sıfatla Allaha duâ ve senada bulunmak, amel babındandır; haber-i vâridle amel ise caizdir.»
Diğerlerine göre caiz değildir. Çünkü bu iş Allah'a caiz veya müstehil olan şeyi i'tikad meselesine râci'dir. î'tikadm yolu ise katiyet¬tir. Yani onu isbât edecek delilin kâfi olması icâbeder. Kaadî lyaz: «Doğrusu caiz olmaktır. Zira bu hem amele hemde Allah Teâlâ 'nın: «Güzel isimler Allaha mahsustur. Binaenaleyh ona bu isimlerle duâ edin!»
âyet-i kerimesine şâmildir.» demiştir .Buna mukabil el-Übbî : «İsim¬le zikir ve onunla duâ etmek, o ismin ma'nasım i'tikadın fer'idir. İ'tikadda matlub olan şey ise kat'iyettir. Binaenaleyh sözün doğrusu, bu işin caiz ol¬mamasıdır.» diyor.
Esma-i husnânın 99 isim olduğunu bildiren hadis muttefekun aleydir. Yalnız bu hadisde isimler aîetta'yin beyan olunmamıştır. Ta'yin suretiyle beyan eden hadisi Tirmizi rivayet etmiş; ve: «Bu îıadis hasen sa-hîhdir.» demişse de mezkûr hadisde «cemil» ismi zikredilmemiştir. ffc/LJ I i^j» terkibi Tirmizi ile Ebû Davud'dan şeklinde rivayet olunmuştur. Fakat msnâca ikisi de birdir. Yanı her iki¬sinin ma'nasi: insanları tahkir etmek demektir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
haydarı kerrar
Administrator

Administrator
haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 2630
Kayıt tarihi : 24/05/09
Nerden : ANKARA

İMAN BAHSİ Empty
MesajKonu: Geri: İMAN BAHSİ   İMAN BAHSİ Icon_minitimePaz Mayıs 02, 2010 12:53 pm

40 - Allaha Hiç Bir Şeyi Şerik Koşmayarak Ölen Kimsenin Cennete, Müşrik Olarak Ölenin Cehenneme Gireceği Babı

150 — (92) Bize Muhammed b. Abdillah h. Nümeyr rivayet etti. (De¬di ki): Bize babamla Vekî', Ameş'den, o da Şakik'den [494] o da Abdullah'-dan [495] nakletmiş olarak üzere rivayet ettiler. Vekî : ResulüHah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) buyurdu; iladesini kullanmış; İbni Nümeyr ise: ResulüHah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemj'den dinledim; diyerek rivayet etti. Abdullah Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'i:
«Her kim Aflaha bir şeyi şerik koşarak ölürse cehenneme girer.» buyu¬rurken işittim. Ben de dedim ki:
«Allah'a hiç bir şeyi şerik koşmayarak ölen dahî cennete girer.» de¬miş.

151 — (93) Bize Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ile Ebû Küreyb de rivayet ettiler. Dediler ki : Bize Ebû Muâviye, A'meş'den, o da Ebû Süfyan'dan, [496]
o da Cabir'den [497] nakletmiş olmak üzere rivayet etti. Câbir şöyle de¬miş: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)'e bir zât gelerek:
__ Yâ Resulâilah! Cennetle cehennemi İcâbettiren iki şey nedir? di¬ye sordu. Resulü Ekrem (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
«Her kim Allah'a hiç bir şeyi şerik koşmayarak ölürse cennete girer; ve her kim ona bir şeyi şerik koşarak ölürse cehenneme girer.» buyurdular.

152 — (...) Bana Ebû Eyyub el-Gaylânî Süleyman b. Ubeydillâh ile Haccacü'bnü's Şa'ir tivâyet ettiler. Dediler ki: Bize Abdülmelik b, Amr rivayet eyledi. Dedi ki: Bize Kurre [498]. Ebu'z-Zübeyr' [499] den riva¬yet etti. (Demiş ki): Bize Câbir b. AbdiHâh rivayet etti. Dedi ki: Re-Resûlülîah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)
«Her kim Allaha hiç bir şeyi şerik koşmayarak kavuşursa cennete girer; ve her kim ona şerik koşarak müiâkî olursa cehenneme girer.»buyururken işittim.
Ebû Eyyûb dedi ki: «Ebû z-Zübeyr Cabir'den naklen dedi.»

(....) Bana İshâk b. Mansıir rivayet etti. (Dedi ki): Bize Muâz —ki İbni Hişam'dîr— haber verdi. Dedi ki: bana baham, Ebû'z-Zübeyr'den, o da Câbir'den naklen Peygamber (SaUaîiahü Aleyhi ve Sellem)'in bu hadisin mislini söylediğini rivayet etti.
Bu hadisi Buharı «Kitabü'l-Cenaiz», «Tefsir» «Eyman ve'n-Nüzür»
bahislerinde muhtelif râvilerden tahric ettiği gibi Nesaî dahi «tefsir» bahsinde Muhammedb. Abdil'a'la tarikiyle tahric etmiştir.
Şirk : Allah elmakda cenâb-ı Hakka ortak bulunduğuna inanmaktır. Cevheri'nin «Sıhâh» mda şirk: küfürdür deniliyor.
A11ah'm şeriki olmadığına inanmaya iman-ı şer'i derler. Binaena¬leyh hadisin ma'nâsı: bir kimse —hasa— Ali ah'ın ortağıdır diyerek her hangi bir mevcuda velevki bir melek veya peygambere ibâdet etmek suretiyle şirk koşar da bu hâi üzere ölürse cehenneme girer; demektir. Ni¬tekim hıristiyanlar, Hz. Cibril ile İsa (Aleyhisselâm) 'a bu ma'na-da ibâdet ettikleri için müşrikdirler. Çünkü ibâdet: Kendisinde Allahlık sıfatları görülen zâta karşı son derece tezellül ve huzû' göstermektir. An¬cak şapla şekeri birbirinden ayıramayan bazı cahiller muhabbet ve itâatla ibâdeti bir şey zannederek peygamberlerden veya sulâhadan binne gös¬terilen mahabbet ve ta'zimi şirk sayarlar. Halbuki Peygamberleri (Salavatullahi aleyhim ecmain) sevmek onlara ta'zimde bulunmak, bir çok
şer'i delillerle emir buyurulmuşdur ki: «Her kim peygambere itaat ederse muhakkak Allah'a da itaat etmiş olur.» «Şüphesiz ki sana bey'at edenler ancak Allaha bey'at ederler...» [500] ve emsali âyetlerle:
«Kim bana itaat ederse muhakkak Allah'a itaat etmiş; ve bana isyan eden de Allah'a isyan etmiş olur.» hadisi bunlardandır.
Hasılı bir peygamberi veya ümmetinden bir zâtı sevmek ve bu se-beble ona tazimde bulunmak başka, ona — haşa — Allah 'dır diye tap¬mak başkadır. Bunlard\n birincisi makbul ve matlub; ikincisi menfur ve şirkdir.
Hadisin Ebû Hamza rivayetinde İbni Mes'ud (Radiyallahı anh) şöyle demiştir.
«Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) bir söz söyledi; ber de başkasını söyledim. O: her kim A11ah'a bir eş iddia ederek ölürst cehenneme girecektir, dedi. Ben de : herkim A11ah'a nazîr iddia et meyerek ölürse cennete girecektir, dedim.» Müs1im'in bâzı nüshal; nnda buradakinin aksi yani Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): «Her kim Allaha hiç bîr şeyi şerik koşmayarak ölürse cennete girecektir. buyurdu. Ben de :
«Her kim A11ah'a bir şeyi şerik koşarak ölürse cehenneme gi recektir, dedim.» şeklinde rivayet olunmuştur. Humeydi ile Ebu Avâne'nin rivayetleri dahî böyledir. Anlaşılıyor ki mezkûr Câbi hadisindeki her iki şekil rivayet, Resulüllah (Sallallahü Aleyhi v Sellem)'in hadîsi olmak üzere sübût bulmuştur.
İbni Mes'ud (Radiyallahu an/ı/ın bunlardan birini Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e refederek ötekini kendi sözü gibi gÖ: termesine gelince: bu hususda Kaadî Iyâz ve başkaları şunla: söylemişlerdir :
«Bunun sebebi: İbni Mes'ud'un Peygamber (Sallallah Aleyhi ve Sellem) 'den bu sözlerin yalnız birini işitmesidir. Öteki cümle yâ Kita'buliah 'dan bildiği için yahud Peygamber (SallaUahii Aleyhi ve Sellem)'den işittiğinin muktezâsı olarak kendisi ilâve etmiştir.»
Fakat Nevevî bu söylenenleri noksan bulmakta ve Ibni Mes'ud hadisinde her iki cümlenin de Resulüllah (SallaUahii Aleyhi ve Sellem)'e refedildiğini hatırlatarak şöyle demektedir: «En iyisi : İbni Ivîe s' u d bu iki cümleyi Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sel!em)den işitmiştir. Ancak bir müddet yalnız birini icâbettiği şekilde bellemiş; ötekini hatırında tutmamış; bu sebeble ezberindeki cümleyi mer-fu1 olarak rivayet ederek ötekini ona kendinden katmış. Başka bir zaman da öteki cümleyi bellemiş; birinciyi unutmuş; ve yine bellediğini merfu' ötekini kendi sözü olmak üzere rivayet etmiştir; demelidir.»
Nevevî'nin bu şekildeki izahatını lüzumsuz bir tekelîüf ve itnâb sayarak İbni Mes'ud (Radiyallohu anh)'m, sözünü mefhumu mu¬halefetten aldığına hamletmek isteyenler ve bu münasebetle lüzumsuz yere itnabda bulunanlar varsa da hadisin muhtelif rivayetleri Kevevî1 nin ne derece haklı olduğunu göstermeye kâfi geldiği cihetle, muhalifi¬nin uzun sözlerini burada nakle hacet görülmemiştir.
Kirmanı 'nin : «Acaba İbnî Mes'ud bu hükmü nereden bilmiştir?» şeklindeki suâline Buhârî sarihi Aynî: «Sebebin mün-tefi olması müsebbebin de müntefî olmasını icâbettiğinden bilmiştir. Şirk müntefi oldu mu cehenneme girmek de kalmaz. Cehenneme girmek kal¬madı mı cennete girmek lâzım gelir; zira bu iki şıkkın üçüncüsü yoktur.
Yahud Teâ1â Hazretlerinin :
«Şüphesiz ki Allah kendine şirk koşulmasını affetmez...» [501] âyet-i kerimesile emsalinden anlamıştır.» diye cevap vermiştir.
İmam Müslim (Rahimehullah) bu hadisin senedinde Veki'in «Resulüllah buyurdu» ifadesini kullandığını, İbni Nümeyr'in ise :
«Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemyden işittim» dediğini göstermek suretiyle mühim bir inceliğe tenbih etmiş; ve bu babtaki dik¬kat ve kemalini bir daha isbât etmiştir. İncelik şudur; «Semi'tü» yânî «işittim» sözü ulemanın ittifâkiyle hadisin muttasıl olduğunu gösterir. Hal-bu ki «Kaale» yâni «dedi» tabiri ulemâ arasında ihtilaflıdır. Cumhura gö¬re bu da hadisin muttasıl olduğunu bildirir. Fakat bazıları «onun ittisal bildirmesi için delil lâzımdır.» demişlerdir. Şu halde onlara göre bu söz¬le rivâyei edilen bir hadis sahâbinin mürseli hükmündedir. Sahâbînin mür-seli ise ihtilaflıdır. Cumhura göre onunla ihticac edilir; ama sahabiden gay¬ri kimsenin mürseli hüccet değildir, Şâfiîlerden Kbû İshâk Esteraînî 'ye göre sahâbînin mürseli ile de ihticac edilemez. Demek olu¬yor ki, hadis hem muttasıl hem mürsel olarak rivayet edilmiştir. Böyle hem muttasıl, hem mürsel olarak rivayet olunan hadisden hüccet olup ol¬mayacağı dahî ihtilaflıdır. Bazıları hüküm mürsiledir, demiş; bazıları ek-
seriyete göre verilir; Kanaatinde bulunmuş; bir takımları da «Rivayeti en iyi belleyenlere göre verilir» demişlerdir. Sahih olan kavil mevsul olan rivayeti tercih etmektir. İşte Müslim (Rahimehullah) 'm gösterdiği dikkât ve ihtiyat buradadır. Bir de böyle, yapmasa hadisi mâna itibârı ile rivayet etmiş olur. Halbuki îâfzan rivayet bilittifak evlâdır. Hadis-i şerif, A11ah 'a şirk koşarak ölenlerin cehenneme, şirk koşmayarak ölenlerin cennete gireceklerine delâlet ediyor ki, bu hususda ulema müttefiktirler. Müşrikler cehennemde ebedî kalacaklardır. Müşrik tâ'bîri, ya'hudî, hırıs-tiyan, putperest ve sair bütün kafereye âmm ve şâmildir.
Şirk koşmaksızm ölenlerin cennete gireceği dahi kafi isede evvelce de arz ettiğimiz vecihle hiç günah işlemeyenler cennete Önce girecekler¬dir. Büyük günahları ısrarla işlerken ölenlerin hali A11ah'm meşieti-ne kalmıştır. Dilerse onları günahları nisbetinde azâb eder; de sonra cen¬netine koyar. Dilerse affederek hiç azâb göstermeden cennetlik eyler.

153 — (94) Bize Muhammed b. el-Müsennâ ile İbni Beşsâr da rivayet ettiler. İbnû'i-Müsennâ dedi ki: Bize Muhammed b. Ca'fer rivayet etti. (Dedi ki): Bize Şu'be, Vâsıl el-Ahdeb'den, [502] o da el-Ma'rur b. Süveyd'-den [503] naklen rivayet etti. Demiş ki: Ebû Zerr'i Peygamber (Saüallahü Aleyhi ve Sellenıyûcn naklen rivayet ederken dinledim. Resulüllah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem):
»Bana Cibril (Aleyhisselâm) geldi; ve: ümmetinden her kim Aİİaha hiç bir şeyi şerik koşmayarak ölürse cennete girecektir; diye müjdeledi. Ben: Zina etse de hırsızlık yapsa da mı dedim.»
«(Evet) zina etse de hırsızlık yapsa da!.» buyurdular«

154 — (....) Bana Züheyr b. Harh ile Ahmed b. Hırâş (495) rivayet et¬tiler. Dediler hi: Bize Abdüssamed b. Abdilvâris rivayet etti. (Dedi ki): Büze babam rivayet etti. Dedi ki: Bana Hüseyn el-Muallim, tbni Eiirey-de'den rivayet etti. Ona da Yahya b. Ya'mer rivayet eylemiş. Yahya'ya da Ebû'1-Esved-i Dilî, ona da Ebû Zerr rivayet etmiş. Demiş ki: Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e geldim. Üzerinde beyaz bir elbise olduğu hal-de uyuyordu. (Döndüm) sonra (yine) geldim. Bir de baktım yine uyuyor, (Döndüm) Sonra yine geldim. (Bu sefer) uyanmıştı. Hemen yanma otur¬dum. Müteakiben:
«Allahdan başka îtâh yoktur diyen ve bu ikrar üzerine ölen hiç bir kul
yoktur k\, cennete girmesin» buyurdu. Ben:
— Zina etse de hırsızlık yapsa da Öyle mı? dedim. Resuîüîlah
(SallaUahü Aleyhi ve Sellem):
«Evet, zina etse de hırsızlık yapsa da!» buyurdu. Ben (tekrar) :
— Zina etse de hırsızlık yapsa da mı? dedim.
«Evet, zina etse de hırsızlık yapsa da!» buyurdular. (Bu suâl cevap) üç defa tekrarlandı. Nihayet dördüncüde:
«Ebû Zerr patlasa da (öyle]» buyurdular. Ravî Ebû'l-Esved diyor ki: ij «Ebû Zerr (Oradan) çıkarken: I «Ebû Zerr patlasa da (öyle)» diyordu.
Bu hadisi imam Buhar i Cenaiz, Tevhid, Bed'ül-Halk, İsti'zân ve Rukaak bahislerinde ve Nesâî «Sl-Yevm ve'1-Lleyle» de tahriç ettiği gibi, Ebû Davûd ile Tirmizi dahî rivayet etmişlerdir. Tirmizi: «bu hadis hasen sahihtir» demiştir. Müslim onu zekât bahsinde de rivayet etmiştir.
Bu bâbda Hz. Ebû'd-Derdâ' (RadiyaUahu anh) 'dan da bir ha¬dis vardır. Mezkûr hadisi Müsedded b. Müserhed Müsned'in. de şu lâfızlarla rivayet eder:
Resuîüîlah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) :
Horasanh olup Bağdad'da yaşamiştır'
«Eğer bir kimse Allahdan başka ilâh olmadığına şehâdet getirir de Ai-İaha hiç bir şeyi şerik koşmayarak ölürse cennete girer yahud cehennema girmez.» buyurdu. Ben : Zina etse de hırsızlık yapsa da (öyîel mi? dedim. Peygamber {Sallallahü Aleyhi ve Sellem):
«Evet, zina etse de hırsızlık yapsa da/Ebu*d-Derdâ pailssada (Öyle)» buyurdular.
Ayni hadisi iman Ahmed b. Hanbe l'den Müsned'inde ri¬vayet etmiştir.
Hz. Cibril'in Peygamber (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'e bu¬radaki gelişi rü'ya halinde olmuştur. Nitekim Ebû'l-Esved riva¬yetinde Ebû Zerr (RadiyaUahu anh) 'in Peygamber (SailaUahü Aleyhi ve Sellem) Üzerinde beyaz bir elbise olduğu halde uyuyordu» de¬mesi buna delildir.
Resulülîah (Sallallahü Aleyhi ve Sellemj'm ümmeti: ümmet-i icabet ve ümmeti da'vet namlariyle iki kısma ayrıldığına göre buradaki ümmetten murâd: ümmet-i icabet yâni ona iman edenlerdir. Maamâfih ümmet-i da¬vetin kasdediîmiş elması da muhtemeldir. Çünkü imân ettikten sonra on¬lar da ümmet-i icabetten olurlar.
Müşrik olmayarak öle^, ümmetin cennete gireceği haberi Hz. Ebû Zerr'in son derece merakını mucîb olmuş; meğer imanını kurtarabilen¬lere A11ah 'in ne büyük rahmeti varmış diye şaşarak :
«Zina etse de hırsızlık yapsa da (Öyle mi?)» demiştir. Anlaşılan Hz. Ebû Zerr'in o anda hatırına:
«Zânî 2inâ ede?ken mü'mîn olarak zina etmez...» hadisi gelmiş; onun için bu müjdeyi yadırgamiştır. Ebû Zerr (RadiyaUahu anh) âdeta, söyle demiş gibidir: zina etmeyen ve hırsızlık yapmayan için bir diyece¬ğim yok. Ama zina etse de hırsızlık yapsa da yine cennete girecek mi? Resuîüîlah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) Hz. Ebû Zerr 'in pek büyük gördüğü bu işi isbât sadedinde Evet, zina etse de, hırsızlık yapsada (yine cennete girecek) buyurarak cevaplandırmıştır.
Büyük günahların yalnız bu iki nev'ini zikretmesi: bir hak ya A11ah'a yahud kullarına aid olduğu içindir. Bunlardan zina ile Allah Teâ1â'nın hakkına' hırsızlıkla da kulların haklarına işaret buyurmuş¬tur. Hatta zina evli bir kadınla yapılırsa onunla hem Allah hakkı hem de kul hakkı temsil edilebilir. Çünkü böyle bir zina ile kocanın da hakkı yen¬miş olur.
Vakıa şeriat kaidelerine göre sırf imanla ölmek kul haklarım ıskat etmez ama Resuîüîlah (SallaUahü Aleyhi ve Sellem) 'in bu cevabı o kaideleri bozmaz. Zira kul haklarının ölümle sakıt olmamasından Allanın onları tekeffül etmemesi lâzım gelmez. Peygamber (Sallallahü A leyhi ve Sellem) 'in Hz. Ebû Zerr 'in bu işe imkânsız nazar ile bakma¬sını reddetmesi işte bundandır.
Yahud «Zina etse de, hırsızlık yapsa da cennete girer» sözünden mu-râd: netice itibariyle cennete girer demektir. Bu da ya doğrudan doğru¬ya yahud günahına göre hak ettiği azabı çektikden sonra olur. Binaenaleyh bazılarının Ebû Zerr hadisi hakkında ileri geri söz ederek : »Ebû Zerr hadisi bazı cahillerin kendisine i'timad ederek günah irtikâbına cesaret göstermelerine sebeb olan ümid bahş hadislerdendir.» şeklinde nıü-tâleada bulunmaları yersizdir. Çünkü görüldüğü veçhile hadisden murâd, zahirî ma'nası değildir.
ta'birinin asıl ma'nası : Ebû Zerr'in burnu toprak¬lansın demektir. Çünkü (rağime) fi'ili, toprak ma'nasma gelen (rağmen) dan alınmıştır. Bu ta'bir, zelîl ve hakir olsun ma'nasında kullanılır. Ba¬zılarına göre ise «hoşlanmasa da» ma'nasma gelir. Buhârî'nin riva¬yetinde : «Ebû Zerr bu hadisi rivayet ettikçe daima : «Ebû Zerr patiasa da, derdi» Kaydı vardır.
Res ulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) 'in Hz. Ebû Zerr'e bunu söylemesi, zânî ile hırsızın affını ihtimalden uzak gördüğü içindir. Ebû Zerr' (Radiyallahu anh) hakîkatde bu afva karşı değildi. Ancak günahdan ve onu işleyenlerden son derece nefret ettiği için hürmeti ayak¬lar altına alan zânî ile hırsızın affolunmalarını pek büyük bir hâdise te-lakkî etmiş ve şaşmıştı.

Hadisden Çıkarılan Hükümler:

1 - Büyük günahlar insanı dinden çıkarmaz; amelleri de hükümsüz bırakmazlar.
2 - Resulülla h(Satlallahü Aleyhi ve Sellem): 'in :
«Zina etse de hırsızlık yapsa da...» buyurması : «Büyük günah işle¬yenlerin behemahal cehennemlik oldukları kestirilemez. Cehenneme gir¬seler bile cezalarını çektikden sonra oradan çıkarılarak ebedî kalmak üzere cennete girerler.» diyen ehl-i sünnete delildir. Hadis büyük günah işleyenlerin cehennemde ebedî kalacaklarına kaaiî olan mutezile ile hâ¬ricilerin kavlini reddetmektedir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
İMAN BAHSİ
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» ZİKİR, DUA, TEVBE VE İSTİĞFAR BAHSİ
» FAZİLETLER BAHSİ
» CUMA BAHSİ
» BAYRAM NAMAZLARI BAHSİ
» ALIŞ VERİŞLER BAHSİ

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi :: 

Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa ( SAV) Hakkında Herşey

 :: Hz. Peygamber Efendimiz'in Hadisi Şerifleri Hakkındaki Eserler :: Müslim
-
Buraya geçin: