iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi
Vakit Namazınızı Kıldınızmı?

Hoş Geldiniz Forumdaki Konulardan Tam Anlamıyla Faydanalabilmek İçin Giriş Yapınız Uye Degılsenız 1 Dakıkanızı Ayırarak Kayıt Olunuz---ByNoKta
iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi
Vakit Namazınızı Kıldınızmı?

Hoş Geldiniz Forumdaki Konulardan Tam Anlamıyla Faydanalabilmek İçin Giriş Yapınız Uye Degılsenız 1 Dakıkanızı Ayırarak Kayıt Olunuz---ByNoKta
iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi

CİNLERE, ŞEYTANLARA, İFRİTLERE ve DİĞERLERİNE, BÜYÜYE VE SİHRE KARŞI İNSANLARIN KALESİ ( SİTEMİZDEKİ HERŞEY ÜCRETSİZ ve KARŞILIKSIZDIR )
 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 İslam ve Sosyal Hayat

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
islam73
Medaratör

Medaratör
islam73


Mesaj Sayısı : 3832
Kayıt tarihi : 04/03/10
Nerden : Türklügün Bekcisi ve islamin Kölesi

İslam ve Sosyal Hayat Empty
MesajKonu: İslam ve Sosyal Hayat   İslam ve Sosyal Hayat Icon_minitimeÇarş. Nis. 14, 2010 12:53 am

Doç. Dr. Hüdaverdi Adam

Cemiyet, insan davranışlarının hem hür bir ortam içinde icra edilmesini sağlamakta, hem de onları sınırlamaktadır. Ancak, cemiyetin bu fonksiyonu, bir bakıma kişinin rızasına uygun bir şekilde gerçekleşmektedir. Bu anlamda, cemiyetin, muhtelif müesseseler vasıtasıyla getirdiği "yap" ya da "yapma" şeklindeki telkinlerine insanın isteyerek uyması, tam anlamıyla sosyalleşmesinden doğan olgunluğun eseridir. Bu durumda bile, kişinin bir takım duygu ve davranışlarını sınırlaması söz konusudur. Bu sınırlamalar, içinde yaşanan cemiyetin hayatiyeti için temel kurallardır.

Bu sınırlamaların konulmasında ferdin tercihi hiç dikkate alınmamış görünse de, onların İlahi birer emir olarak algılanılmaları, onlara gönül rızasıyla uyulmasını sağlamaktadır. Allah'a karşı duyulan sevgi ve saygının sonucunda "itaat" olarak ortaya çıkan bu durum mü'minin kalbinde en küçük bir burkulmaya bile imkan bırakmamaktadır.

Meseleye bu açıdan yaklaşıldığında, cemiyetin faydası için konulan bir kısım sınırlamaların aynı zamanda ferdin de faydasına olduğu görülecektir. Böyle bir yapıda "benler yerine "biz" vardır.1 Bu noktada insan, cemiyeti kendisinde hissederek onun aklı, vicdanı ve ahlakı olur. Davranışlarında cemiyetin genel ahengini bozan şeyleri, bunlar kendi aleyhine de olsa, toplumun menfaatini öne alarak kendi lehine gördüğü tercihi terk eder.

Hayatın ve İslami kuralların bütünlüğü
İslam, insanın belli başlı bazı davranışlarını, hayatının belirli bazı bölümlerini değil, bütünüyle kucaklar. Böylece insanın hem davranışlarını, hem de davranışlarına yön veren duygularını eğitir. Yaratılışı ile mükemmel olan insana çirkin davranmak yakışmaz. Zira Allah çirkinliği değil, güzeli, güzellikleri sever.2

İnananların yürüyüş şekillerine, konuşma tarzlarına, insanlarla olan münasebetlerine yön veren Kur'an-ı Kerim, "çalım satarak yürümeyi, yüksek sesle konuşarak başkalarını rahatsız etmeyi" men eder (31:18-19). Ancak o, bunu yaparken zahiri hal ve hareketlerden çok, insanların iç dünyalarını ıslah etmeyi hedefler. Hz. Peygamber bunu ifade için, kalbe dikkat edilmesini, zira o iyi olursa bütün bedenin iyi olacağını, o bozuk olursa bütün bedenin bozulacağını haber verir.3

İslam, insanın, davranışlarını besleyen iç dünyasında sevgi, şefkat, merhamet ve iyilik duygularının gelişip kökleşmesini ister. Zira hangi din, inanç, mezhep, ırk ve coğrafyadan olursa olsun insanları birbirine yaklaştıracak, kaynaştıracak, böylece onları huzur ve mutluluk ufuklarına yönlendirerek, onlara yaşama sevinci kazandıracak temel duygular bunlardır. Bu sebepledir ki, gerçek mü'min olmanın, samimi duygularla birbirini sevmeye bağlı olduğunu,4 Allah rızası için birbirini sevenlere peygamberlerin bile gıpta edeceklerini haber veren5 Hz. Peygamber (s.a.s.), Allah Teala'nın kıyamet gününde "Benim için birbirlerini sevenler nerede? Onları, gölgemden başka gölgenin olmadığı bu günde Kendi gölgem ile gölgelendireceğim." buyuracağını bildirir.6

Beden ve ruh, başka bir ifade ile, madde ve manadan müteşekkil insandan, hem maddi hem de manevi yönünü koruması ve geliştirmesi istenmiştir. Bu sebeple, insanın yediğine içtiğine dikkat etmesi, temizliği önemsemesi, hastalıklardan korunması, hastalanırsa tedavi olması, dua ve ibadetini ihmal etmemesi, ahlakını güzelleştirerek faziletlerle donanması gerekir. Böylece insan Allah'ın rızasını kazanacak, dünyada huzur içinde yaşadığı gibi, ahiret saadetini de elde etmiş olacaktır.

Hemcinsleriyle yaşamak zorunda olan insanlar, en tabii ihtiyaçlarını giderebilmek, hayat şartlarını geliştirebilmek için birbirleriyle işbirliği yapmak mecburiyetindedirler. Bunun için de birbirlerine inanmaları, güvenmeleri ve bağlanmaları şarttır. Bu şekilde bir arada yaşama ihtiyacı, sosyal münasebetleri düzenleyecek bir takım kural ve esasların varlığını gerektirir. Bu esaslar ve kurallar, sağlamlığı, insan fıtratı ve hayatın gerekleriyle uyumlu olmaları ve toplumu meydana getiren fertlerin bunları kabulü nisbetinde, cemiyet hayatında tesirli ve verimli olurlar.

İslam'da iman, ibadet ve ahlak kuralları iç içe, birbirleriyle kaynaşmış vaziyettedirler. Bu birlikteliği ifade eden Hz. Peygamber (s.a.s.), mü'minler içinde iman yönünden en mükemmellerin, en üstün ahlaka sahip bulunanlar olduğunu7 belirterek, ahlaken tekamül etmedikçe, iman itibariyle kemale ermenin mümkün olmadığına işaret eder. Bu sebeple, insanlara eziyet vermesin diye yoldaki bir taş veya dikenin atılması bile imanı tamamlayıp mükemmelleştiren bir harekettir.8 Zira hiçbir kul, kendi nefsi için istediği hayrı kardeşi için de istemedikçe, kamil manada iman etmiş olmaz.9

Sosyal hayatın yara almamasını, onu güçlendirip kuvvetlendirmeyi toplum hayatının devamı için zaruri gören İslam, mensuplarına haklı olsalar bile çekişmeyi bırakmayı,şakadan da olsa yalan söylememeyi, bunun karşılığının ise Cennetin ortasında kendilerine verilecek bir köşk olduğunu; öbür yandan iyi ve güzel sözün, insana eziyet veren şeyleri yoldan kaldırmanın sadaka olduğunu öğretir.10

İnsanın mükerrem oluşu ve 'tabii’ hak ve hürriyetleri
İslam'a göre her insan, ırkı, coğrafyası, cinsiyeti ve inancı ne olursa olsun, insan olması ve insanlığını koruması itibariyle tabii bir değere sahiptir. Zira Allah Teala, insanlığı şerefli kılmış, onların karada ve denizde dolaşmasını sağlamış, tertemiz şeylerle onları rızıklandırmış ve yarattıklarının pek çoğundan onları üstün tutmuştur (17:70). Kişiler doğmalarıyla, hatta anne karnında iken bu değeri elde etmiş olurlar. Bunun için ister kadın ister erkek, ister beyaz ister siyah, ister zengin ister fakir, hangi din ve inançtan olursa olsun sadece ve sadece insan olmaları yeterlidir. Bu hakka sahip olmak için maddi ya da manevi hiçbir ücret ödemek gerekmez. Bu, tamamen yüce Yaratıcı'nın lütfü ve ihsanıdır. İslam, kim olursa olsun bir insanın kanını dökülmekten, ırzını çiğnenmekten, malını ve mülkünü gasp edilmekten, meskenini tecavüzden, akıl ve vicdanını tahakkümden korumuştur. İnancı ve takvası sebebiyle kazanacağı fazilet (6:8; 58:11; 6:132), bu temel üzerine ilave olunacaktır.

Fertlerin şeref ve haysiyetlerine çok ehemmiyet veren ve onları müdafaa eden İslam, fertleri, şeref ve haysiyetlerini korumaya teşvik eder.11 Zira fert, İslam'a göre, toplumun vazgeçilemez ana unsurudur. Böylece fert ile toplum arasında uyumlu bir denge oluşturan İslam, ne komünizm gibi toplum için ferdi feda ve ihmal eder, ne de kapitalizm gibi toplumu ikinci plana iter. Her meselede olduğu gibi, bu meselede de orta yolu takip eden İslam, insanın bir kısım temel hak ve hürriyetlere sahip olduğunu kabul eder. Bunların en önemlilerinden biri, belki de birincisi, fikir ve vicdan hürriyetidir.

Din, vicdan ve düşünce hürriyeti
İslam'a göre insan, fikir ve vicdan hürriyetini doğuşuyla birlikte kazanır. İnsana değer kazandıran ve onu İlahi hitaba muhatap kılan ana özelliği, akıl ve vicdan sahibi olmasıdır. Akıl düşünmenin, akılla beraber vicdan da inanmanın vasıtasıdır. Dolayısıyla düşünme aklın, inanma ise vicdanın meyvesidir. Midesi olan insanın acıkması ne kadar tabii ise, aklı olan insanın düşünmesi, vicdanı olan insanın da inanması o kadar tabiidir. Onun bu hakkını engellemek veya baskı altında tutmak, insan realitesini inkar etmek, onu kendi benliğinin dışına çıkarmaktır. Bu böyle kabul edilince, düşünen insanın fikrini açıklaması, inanan insanın da inancının gereklerini yerine getirmesi ve ibadet etmesi yadırganamaz. Bu sebeple İslam, "Rabbimiz Allah'tır." dedikleri için Mekkeli müşrikler tarafından doğup büyüdükleri yurtlarından çıkarılan Müslümanlara, inanç hürriyetini elde edecekleri zamana kadar mücadele izni vermenin de ötesinde, bunu emreder (22:39; 8:39). Çünkü, bir inananın inançlarından dolayı işkenceye uğraması zulümlerin en büyüğüdür. Bu sebepledir ki İslam, inanç hürriyetini korumayı ve insanları zorla dinlerinden çevirmeye çalışanlara fırsat vermemeyi ilke edinmiştir. Eğer böyle olmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adının anıldığı mabetler yıkılır giderdi (22:40).

İslam, dinde zorlamanın olmadığı hükmünü getirerek (2:256), hiçbir gerekçe ve sebeple, hiçbir kişiye din adına vicdanlara tahakküm etme, imanı üzerinde nüfuz kurma hakkını vermemiştir. Bu sebeple, İslam'da, ne doğuştan getirilen bir günah ve onun çıkarılması için gerekli merasim, ne ruhban sınıfı ne de engizisyon mahkemeleri vardır. Allah, Resul-ü Ekrem'e vazifesinin sadece dini tebliğ etmek ve doğruları hatırlatmak olduğunu bildirir (3:20; 4:80; 5:92). "Ameller niyetlere bağlı olduğuna" göre,12 isteyerek, benimseyerek ve gönül rızasıyla olmayan işin kıymeti de yoktur. Tamamen kalb ve gönül işi olan imanın zorla kabul ettirilmesi düşünülemez.

Hz. Ömer, Kudüs'ü teslim almak üzere hazırladığı şartnamesinde, insanlara, malları, canları, mabetleri, haçları ve dinlerine ait bütün meselelerde emniyet içinde olacaklarına, kiliselerin tahrip edilmeyeceği gibi, meskene de çevrilmeyeceğine, kendilerine mezhepleri ile ilgili her hangi bir zorlama yapılmayacağına dair garanti vermiştir.13

Mali durumlarının düzeldiği bir dönemde Müslümanların evlenecekleri hanımlara verdikleri mehirlerin miktarı artınca, bunun ileride bir takım sosyal sıkıntılara sebep olmasından endişe eden halife Hz. Ömer, mehir miktarını belirli bir oranda dondurmak ister. Halkı mescitte toplayarak onlara düşüncelerini anlatır, nasihat eder ve sözlerini "Kim şu miktarı geçerse, benim kızım dahi olsa fazlasını elinden alır, devlet hazinesine katarım." diyerek bitirir. O anda kadınların bulunduğu yerden bir itiraz sesi yükselir. Bir kadın, bunu nasıl yapacağını, bunu yapmaya hakkı olmadığını söyler. Hz. Ömer, "Neden yapamazmışım?" deyince de kadın, "Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de, 'bir hanımdan ayrılıp başkasıyla evlenmek durumunda kalırsanız, birincisine yüklerle mehir vermiş olsanız bile ondan geriye bir şey almayın" (4:20) buyurmakta iken, sen bunu nasıl sınırlandırabilirsin?' karşılığını verir. Bu haklı söz karşısında Hz. Ömer, orada bulunanlardan özür dilerken, Allah'tan da affını ve bağışlanmasını niyaz eder ve "Ömer yanıldı. Zaten herkes, Ömer'den daha iyi bilir." diye hayıflanır.14

Hz. Ömer (r.a.), İslam topraklarını, Mısır'dan Filistin'e, oradan Afganistan'a kadar genişleten, bu topraklarda yeşerecek muhteşem İslam medeniyetinin temellerini atan, milyonlarca kilometre kareye hükmeden bir halife, bütün mü'minlerin emiri konumunda olduğu bir zamanda, herkesin huzurunda hutbe irad ederken, kendisine yapılan bütün itirazları hiç rahatsızlık duymadan dinleyebiliyor, bir kadının dini bir meselede kendisini doğrultması karşısında cemaatten özür, Allah'tan af niyaz ediyor ve herkesin huzurunda kendi görüşlerinden vaz geçebilme faziletini gösteriyordu.9

Eşitlik ve adalet
İslam'ın, üzerinde önemle durduğu ve indirildiği dönemde insanlığa bahşettiği bir başka hediye eşitlik anlayışıdır. Bütün insanlar, Allah'ın yaratıklarıdır. Kimsenin şeklinde, şemailinde, iç yapısında, temel ihtiyaçları gibi, ailesini, rengini, ırkını, doğum yeri ve tarihini tesbitte dahli yoktur. Dolayısıyla, bunların hiç biri, insanlar arasında ayırım sebebi olamaz.

İslam'ın geldiği dönemde, insanlar hemen hemen Dünya'nın her bölgesinde sosyal sınıflar halinde yaşıyorlardı. İslam, gönülleri sevgi ile birleştiren kardeşlik duygularını geliştirdi; insanlar arasında asıl ve menşe itibariyle hiçbir fark olamayacağı gerçeğini hatırlatarak, bu katı duvarları yıktı. Onların çeşitli ırk ve milletler halinde yaratılmalarındaki hikmetin, birbirleri ile tanışıp anlaşmaları, dolayısıyla yardımlaşıp, karşılıklı olarak ihtiyaçlarını gidermeleri olduğunu ve insanın değerinin, bunların hiç birinde değil, sadece, varlığının gayesi olarak, Allah'a en iyi kul, O'nun din ve hayat-kainat yasaları şeklinde tecelli eden kanunlarına itaatla, yeryüzündeki hilafet fonksiyonunu en iyi yerine getirmede (takva) yattığını ilan etti.(49:13)

Hz. Peygamber (s.a.s.), "İnsanlar, adem'in oğullarıdır. adem ise topraktan yaratılmıştır."15; "Ey insanlar! Sizin Rabbiniz birdir, babanız birdir. Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın Araba; beyazın siyaha, siyahın beyaza takva dışında hiçbir üstünlüğü yoktur."16 buyurarak buna dikkat çekmiş, insanların bir tarağın dişleri gibi birbirlerine eşit olduklarını hatırlatmıştır. Zira "Allah, yüzlerimize ve mallarımıza değil, kalplerimize ve amellerimize bakar."17

Genel olarak eşitlik, kişiler arasında her hangi bir ayırım yapılmamasını, herkesin durumuna uygun bir kısım imkanlara sahip olmasını ve onlardan yararlanılmasını ifade eden, bu sebeple hak, hakkaniyet, hürriyet ve adalet anlayışlarıyla sıkı münasebeti bulunan bir kavramdır. Bir kısım ideolojilerin hedefi olsa da, her hangi bir farklılık olmaksızın insanların mutlak eşit hale getirilmesi, sadece bir ütopya olup, fıtrata, insan tabiatına ve sosyal hayatın temel yapısına uygun değildir. İnsanlar, istidatları, kabiliyetleri, zekaları veya zeka fonksiyonları ve yaptıkları işler bakımından birbirinin aynı değildir. Allah, sosyal hayatı devam ettirmek için, bazı konularda insanlardan "kimini kimine üstün kılmıştır" (43:32). Bu üstünlük, her insan için söz konusudur; yani her bir insanın, diğerlerine üstün ve onlardan aşağı olduğu hususlar vardır. Çünkü, her bir insan, başlıbaşına bir tür gibidir; herkesin kendisine has bir dünyası vardır; insanlar arasında istidatlar, kabiliyetler, emeller, karakterler farklıdır.
Bu itibarla da, mutlak eşitlik mümkün olmayıp, eşitlik, insana ait olmayan, onun iradesine, tercihlerine, kabiliyet ve kazanımlarına terettüp etmeyen hususlarda ve hukuk önündedir. Bunun dışında devreye adalet girer, hakkaniyet girer.

Allah Resulü (s.a.s.), insanlar arasında temelden ve yaratılıştan gelen eşitliği hakim kılmak, bu maksatla ırka, renge dayalı ayırımları ortadan kaldırmak için fevkalade hassas ve titiz davranmıştır. Bir defasında Ebu Zer el-Gıfari, bir anlık öfkeyle Bilal el-Habeşi'ye "kara kadının oğlu" deyivermiş, Hz. Peygamber bunu duyunca "Ey Ebu Zer! Sen onu anasından dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sende hala cahiliye ahlakı var." şeklinde hitapta bulunmuştur. Yaptıklarına son derece üzülen ve pişman olan Ebu Zer, yanağını yere koyarak, Bilal ayağı ile basmadıkça yanağını yerden kaldırmayacağını söylemiş ve özür dilemiştir.18

Hz. Ömer'in hilafeti döneminde meydana gelen şu olay da dikkat çekicidir: Yeni Müslüman olan ve başında değerli taşlarla süslenmiş bir taç olduğu halde büyük bir debdebe ile Kabe'yi tavaf eden Gassan Meliki Cebele, farkında olmadan ayağına basan Fezareoğulları kabilesinden bir Müslüman'a tokat atarak, onun burnunu kırar. Durum Hz. Ömer'e intikal edince, hemen Cebele'yi yanına çağırır ve durumu tahkik eder. Öfkesi hala geçmeyen Cebele de, diğerinden şikayetçidir. Durumu değerlendiren Hz. Ömer, Cebele'nin haksız olup, diğerinin mağduriyetine karar verir ve Cebele'den adamı razı etmesini isteyerek, aksi halde onun da burnunu kırması için adama emir vereceğini bildirir. Cebele, "Ama ben bir hükümdarım. O ise, sıradan birisi!" diye itiraz edince Hz. Ömer, "İslam, ikinizi de eşit tutar. Bir Müslüman, diğerinden ancak takvası ile üstün olabilir." diye cevap verir.19

Eşyayı yerli yerine koymak, yani herkese layık olduğu şeyi vermek anlamına gelen adalet, başkalarının gelişigüzel istek ve telkinlerinden etkilenmeyen istikrarlı bir doğruluk ve ahlak kanununa itaatle gerçekleşen ruhi denge ve ahlaki kemaldir.

Kişilerin, hiçbir ayırım yapmadan nimet ve külfetler karşısında eşit tutulması, ehliyeti ve liyakati nispetinde hakkını elde etmesi, adaletin yerini bulması demektir. Görüldüğü gibi, işin başında adaletin eşitlik ile çok yakın bir münasebeti vardır. Ancak sonuç farklıdır. Zira çalışan biri ile çalışmayan nimetlerin dağılımında eşit tutulamaz. Eşitlik, onlara tanınacak fırsat ve imkanlardadır, verilecek ücrette değil. Kişiler için yalnızca çalışmalarının karşılığı vardır (53:39). Bir toplumda adaletin tatbik edilmemesi, haksızlıkların artmasına, sonunda da o toplumun yıkılıp gitmesine sebep olur.

Hak, hiçbir ferdin veya zümrenin keyfi arzularına göre şekillenemez. İnsanlar, tabiatları gereği medeni varlıklar olarak bilinirler ve öyle kabul edilirler. Cemiyet hayatı, fertler arası ortak münasebetleri mecburi kılar. Bu ortak münasebetler olmasa, cemiyetin yapısının oluşması ve bu yapının sağlıklı bir şekilde işlemesi düşünülemez. Bu yapının oluşması ve sağlıklı bir şekilde işlemesi, onun, kanun ve adalet prensiplerine uygun düzenlenmesine bağlıdır.

İslam Hukuku, hak ve hürriyetleri, sadece Müslümanlara münhasır kılmamış, kendi vatandaşı olan gayr-ı müslimlere de bu hakları tanımıştır. Şahsi hürriyet hakkı, gayr-ı müslim için de, Müslüman için de aynıdır. Hukuki bir kaide olarak hak ve vazifede lehte ve aleyhte olan her şeyde eşitlik vardır.

Hz.Ali'nin dediği gibi "Onlar cizyeyi (şahsi korunma vergisi), malları ve kanları bizimkiler gibi olsun diye veriyorlar." Bu sebeple, zımmilere velev ki bir kötü söz, namuslarıyla ilgili bir gıybet veya herhangi bir rahatsızlık verecek davranışla tecavüz eden, yahut mütecavize yardım eden kimse, Allah'ın, Resulü'nün ve İslam'ın verdiği teminata ihanet etmiş olur.20

Bir gün Mahzum Oğulları eşrafından, Fatıma adında bir kadın hırsızlık yaptığı gerekçesiyle Resulüllah'a getirilir. Sonuçta hırsızlığın cezası olarak gerekli cezanın uygulanmasına hükmolunur. Fakat daha önceki gelenek ve alışkanlıklara göre, Kureyş'ten asil bir kadın suç işleyince böyle bir hüküm verilemezdi. Hükmün infazının durdurulması için Kureyş'in ileri gelenleri, Hz. Peygamber'den (s.a.s.) bu kadının affedilmesini istediler. Bu istek, Hz. Peygamber'e (s.a.s.) çok ağır gelir. Bunun üzerine, hemen ashabını toplar ve onlara şöyle seslenir: "Ey insanlar! Sizden evvel yaşamış toplumların neden dolayı yollarını şaşırıp saptıklarını biliyor musunuz? Asilzadeler bir hırsızlık, haksızlık, yaptıkları zaman onları affeder, buna karşılık, zayıf ve kimsesizler bir suç işler, bir şey çalarlarsa, onları cezalandırırlardı. Allah'a (c.c.) yemin ederim ki, böylesine kötü bir suçu, Mahzum kabilesine mensup Fatıma değil, kendi kızım Fatıma yapmış olsaydı, kesinlikle ona da aynı cezayı verirdim."21

Hz. Ebu Bekir (r.a.) halifelik görevini alınca, halkına "Ey İnsanlar!.. Size Emir oldum. Fakat sizden hayırlı, üstün değilim. Eğer size hizmet edersem, bana yardımcı olunuz. Etmezsem, beni doğru yola gelmeye mecbur ediniz. Zayıfınız benim yanımda kuvvetli olanınızdır. Kuvvetliniz ise benim yanımda zayıfınızdır. Allah (c.c.) ve Resulü (s.a.s.) yolunda oldukça bana yardım edin." demiştir.22

Hz. Ömer döneminde bir Yahudi ile Hz. Ali'nin aynı mahkemede yargılanıp Hz. Ali'nin aleyhine, yahudinin lehine karar verilmesi, İslam Hukuku'nun ne kadar adaletli ve insanlara ne kadar eşit davrandığının bir nümunesidir.23 Osmanlı Padişahlarından bazıları da zımmilerle aynı mahkemede yargılanmış ve cezalandırılmışlardır. Çünkü kişiler, acziyetinin gereği, bilmeyerek de olsa hata yapabilirler. Bu durumda kim olursa olsun hakkını aramak mecburiyetindedir.

Hz. Ömer, Ebu Musa el Eş'ari'ye gönderdiği mektupta "İnsanlar arasında davranış muamele ve hükümlerinde eşit davran, ta ki güçlü ve itibarlı kimseler, iltifatını istismar etmesin, zayıf kimseler de adaletten ümidi kesmesin." der.24

Adalet, herhangi bir din, ırk veya toplumla sınırlandırılmayıp, bütün insanları şamildir. Zira toplumda sağlanması hedeflenen ideal huzur, hiçbir ayırım yapmadan bütün insanlığı içine alan bir adalet anlayışıyla mümkün olabilecektir. Bunun içindir ki Allah Teala, Hz. Peygamber'e gayr-ı müslimleri kastederek, "Hükmedersen, aralarında adaletle hükmet" (5:42) diye emrederken, ondan, "aranızda adaleti tatbik etmekle emrolundum" (42:15) demesini istemektedir.

Hz. Peygamber, ister Müslüman olsun isterse olmasın, insanlar arasındaki muamele ve hükümlerinde bir yandan bizzat adaletin en güzel örneklerini sergiler, aile hayatında (4:3), insanlar arası münasebetlerde (6:152), hakim huzurunda, şahitlik esnasında (4:135) adalet esasını zihinlere yerleştirirken, bir yandan da, "hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde adaletli davranan idarecinin Allah'ın arşının gölgesinde ferahlanacağı",25 "Cennet'e girecek kişilerin en önünde, kudret ve iktidar sahibi olup da adaletle muamele eden kişilerin geleceği"26 müjdesini vererek, adalete a'zami teşvikte bulunmuştur.

Şefkat ve merhamet
İslam'ın sosyal hayata getirdiği bir başka prensip ise, yaratılanlara şefkat ve merhamettir. Merhamet, yaratıkların iyiliğini isteyip onlara yardım etme arzusu duymadır şeklinde tanımlanabilir. Bu yönüyle merhametin, adalet ve eşitlik duygusunun kaynağı olduğu da söylenebilir. Merhametin kaynağı ise Allah Teala'nın "Rahman" ve "Rahim" sıfatlarıdır. Bunu ifade ederken Hz. Peygamber (s.a.s.), "Cenab-ı Hak, rahmetini yüz parçaya ayırdı; doksan dokuz parçasını Kendi yanında tuttu; bir parçasını yeryüzüne indirdi. İşte bu bir parça rahmet sebebiyle yaratıklar birbirine merhamet eder. Hatta yavrulu hayvan, yavrusunu emzirirken, onun bir tarafını incitir endişesiyle ayaklarını açar."27 buyurur. Buradan merhametin kaynağının İlahi olduğu anlaşılmaktadır. Allah'ın rahmeti ise her şey'i kuşatmıştır (7:156). Merhametten yoksun insan, İlahi kaynaktan nasiplenememiş, acınacak bir zavallıdır. Hz. Peygamberin torunlarını öptüğünü gören bir bedevi, "Demek siz de çocukları öpüyorsunuz? Halbuki biz onları hiç öpmeyiz!" diyerek hayretini belirtince, ona acıyarak bakan Hz. Peygamber, "Allah senin kalbinden merhameti söküp almışsa, ben ne yapayım?!"28buyurmuştur.

İslam'ın getirdiği merhamet anlayışı sadece Müslümanları, hatta sadece bütün insanlığı değil, bütün mevcudatı içine alacak ve kuşatacak genişliktedir. Zira Allah'ın rahmeti her şeyi kuşatmakta ve her şeyi içine almaktadır. Hz. Peygamber de bunu, "merhamet etmeyene merhamet edilmez."29 sözüyle ifade buyururlar. Bu şümulün içinde hayvanlar da girer. Zira onlar, bizim hizmetimize verilmiş birer emanettir. Bir gün yüzüne damga vurulmuş, dağlanmış bir merkebin yanından geçen Hz. Peygamber, hayvanın bu haline çok üzülmüş ve "Allah, bu hayvanı dağlayanı rahmetinden uzak etsin."30 demiştir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), kedisini hapsedip ona yiyecek ve içecek vermediği gibi, avlanmasına da imkan vermeyen bir kadının bu sebeple cehennemlik olduğunu anlatır.31 Öbür yandan, ahlaksızlık sebebiyle günah bataklığına düşmüş bir başka kadın ise, bir kuyunun başında gördüğü susamış bir köpeğe, kuyuya inerek ayakkabısıyla su çıkarıp içirmesi sebebiyle bağışlanmış ve Cennet'i hak etmiştir.32 Bu sebepledir ki, "Siz yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin."33 buyuran Hz. Peygamber, hayvanlara iyi bakılmasını, yemlerinin düzenli verilmesini emrederken,34 onların zevk için dövüştürülmesini,35 nişan eğitimi için hedef yapılmasını,36 zevk için öldürülmelerini37 şiddetle yasaklamıştır.

Sosyal Güvenlik
İslam ve sosyal hayatı söz konusu ettiğimiz bu çalışmada ele almak istediğimiz son konu İslam'ın sosyal güvenlik anlayışıdır.

Hayatın inişli çıkışlı yollarında ilerleyen insan, yaşlılık, ihtiyarlık, hastalıklar, felaketler ve kazalar karşısında çoğu zaman kendisini zayıf, güçsüz ve zavallı hisseder. Bunlar karşısında sosyal güvenlik kurumlarını bir sığınak olarak görür; bu kurumlar da, çeşitli tehlike ve sıkıntılardan insanları en az zararla kurtarmayı hedefler.

İslam, sosyal güvenliğin sağlanması için, cemiyetin yapısını dikkate alarak fertleri de işin içine katmış ve onlara da görev vermiştir. Gücü, kuvveti ve sağlığı yerinde olan kişiler çalışacak, kendilerinin ve bakmakla görevli olduğu kişilerin ihtiyaçlarını sağlayacaklar; başkalarına el açma zilletine katlanmayacaklardır. Allah Teala, "Gündüzü çalışmak, geceyi ise dinlenmek için yarattığını" (78:10-11) haber verirken, Hz. Peygamber (s.a.s.), kişilerin, elde ip ormana giderek odun toplamalarının, sonrada onu sırtlarında taşıyıp iaşelerini temin etmelerinin dilenmelerinden daha hayırlı olduğunu hatırlatır.38

Bir yandan fertleri çalışmaya ve kazançlarını alınlarının teri ile elde etmeye teşvik eden İslam, öbür yandan aile içi dayanışmayı güçlendirir. İhtiyaç içinde olanları, varsa varlıklı akrabaları üzerlerine almalıdırlar. Bunların içinde en çok ilgi ve alaka görmesi gerekenler ise, anne ve babadır. Kime iyilik etmesi gerektiğini soran bir sahabiye Hz. Peygamber, "Annene, babana, kız kardeşine, erkek kardeşine ve onları takip eden akrabana,"39 "sırayla sana yakın olanlara"40 cevabını verir. Nafakaya muhtaç olan kişilerin ihtiyaçlarını karşılayacak zengin bir akrabaları yoksa, geçimlerini bu defa devlet üzerine alır ve ihtiyaçlarını karşılar.41

Sadece yakın akraba arasında değil, toplum içinde de dayanışmayı teşvik eden İslam, iyilik etmek ve fenalıktan sakınmak hususunda yardımlaşmayı emrederken, günah işlemek ve haddi aşmak hususunda yardımlaşmaktan nehyeder (5:2). Fazla bineği ve azığı olanların olmayanlara vermesini tavsiye eden Hz. Peygamber,42 kritik durumlarda ihtiyaç sahiplerinin ortada kalmaması için karşılıklı yardımlaşmanın önemini anlatır. Evinde iki kişilik yiyecek olanın üçüncü, dört kişilik yiyecek olanın ise beşinci veya altıncı kişiyi evine götürüp karnını doyurması tavsiyesi ile de,43 inananlara, toplumdaki ihtiyaç sahiplerini elbirliği ile himaye etmenin kaçınılmaz bir vazife olduğunu öğretir.

Bu himaye ve yardımın pek çok yolu, yöntemi ve usulü vardır. Bunlar, sadaka-i fıtır, (dinen zengin sayılan kimselerin, kendileri ve bakmakla mükellef oldukları şahıslar adına Ramazan Bayramı'ndan önce belirli bir miktar para veya yiyecek maddesini fakirlere vermesi), keffaret (Allah'ın yasakladığı bir şeyi yapan, bir fiili işleyen kişilerin yasağın durumuna göre değişen bir parayı ceza olarak fakirlere vermesi), nezir (Allah Teala'ya, dilediği bir şey gerçekleşirse kurban keseceğini veya belirli bir malı, parayı fakirlere tasadduk edeceğini, toplumda yardımca bulunacağını vb. vad eden kişilerin, dileklerinin gerçekleşmesi halinde bunları yerine getirmesi), zekat (koyun, keçi, sığır ve deve gibi hayvanlar ile ticaret mallarından, nakdi varlıktan dinen belirlenmiş bir miktarının belirli şartlar ile fakirlere aktarılması), öşür (elde edilen ziraat mallarından onda veya yirmide birinin zekat olarak fakirlere verilmesi), sadaka (dinen miktarı belirtilmemiş miktarda, tamamen içinden gelerek fakirlere yapılan yardım) ve vakıf (sadakanın daimileştirilmesi anlayışından doğan hayır ve yardımlaşma kurumları) olarak sıralanabilir.

Bu yardımlaşma usullerinin tümünün temelinde, bütün yaratılmışları, yaratıcısı ve sahibi Allah olan tek bir ailenin efradı gibi görerek44 din, dil, ırk ve inanç ayırımı gözetmeksizin yardımı ihtiyacı olan herkese ulaştırma anlayışı yatar. İslam, bütün insanlığa gönderilmiş alemşümul bir din olduğu için, zaten başka türlü de davranamazdı. İslam'ın ruhunda bütün yaratıkları Yaratan'dan ötürü sevme düşüncesi vardır. Çünkü Müslümanlar, kainatın mayasının muhabbet olduğuna inanırlar.

*Doç.Dr. Sakarya Üniv. İlahiyat Fak. Kelam Anabilim Dalı Öğretim Üyesi


alintidir
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
İslam ve Sosyal Hayat
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Vaaz ve Sohbet Konuları: İslam’da Sosyal Yardimlaşma Ve Dayanişma
» HaYaT SaNa BiR ŞeY VeRMiYoR? HaYaT SaNa GüLMüYoR? öYLeMi...
» Milliyetçi Düşüncede İslâm Ruhu: “Türk-İslâm Ülküsü”
» İSLAMİYET OLMAZSA SOSYAL SİSTEM NEREYE GİDER........
» İSLAM HUKUKUNDA DARUL-HARP DARUL-İSLAM MESELESİ

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi :: 

İslamiyet ( Her Müslüman 'a Lazım Din 'i Bilgiler )

 :: İslamiyet Genel
-
Buraya geçin: