iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi
Vakit Namazınızı Kıldınızmı?

Hoş Geldiniz Forumdaki Konulardan Tam Anlamıyla Faydanalabilmek İçin Giriş Yapınız Uye Degılsenız 1 Dakıkanızı Ayırarak Kayıt Olunuz---ByNoKta
iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi
Vakit Namazınızı Kıldınızmı?

Hoş Geldiniz Forumdaki Konulardan Tam Anlamıyla Faydanalabilmek İçin Giriş Yapınız Uye Degılsenız 1 Dakıkanızı Ayırarak Kayıt Olunuz---ByNoKta
iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi

CİNLERE, ŞEYTANLARA, İFRİTLERE ve DİĞERLERİNE, BÜYÜYE VE SİHRE KARŞI İNSANLARIN KALESİ ( SİTEMİZDEKİ HERŞEY ÜCRETSİZ ve KARŞILIKSIZDIR )
 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Emr-i Bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l-Münker; Anlam ve Mâhiyeti

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
haydarı kerrar
Administrator

Administrator
haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 2630
Kayıt tarihi : 24/05/09
Nerden : ANKARA

Emr-i Bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l-Münker; Anlam ve Mâhiyeti Empty
MesajKonu: Emr-i Bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l-Münker; Anlam ve Mâhiyeti   Emr-i Bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l-Münker; Anlam ve Mâhiyeti Icon_minitimeC.tesi Şub. 06, 2010 6:42 pm

EMR-İ Bİ’L-MA’RÛF VE NEHY-İ ANİ’L-MÜNKER

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُون
كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللهِ وَلَوْ اَمَنَ اَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَاَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ

“Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (3/Âl-i İmrân, 104)
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar ve Allah’a iman edersiniz. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) pek çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.” (3/Âl-i İmrân, 110)


Emr-i Bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l-Münker; Anlam ve Mâhiyeti

Emr-i bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l-Münker; İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklayıp ondan alıkoyma demektir.
Ma’rûf, şerîatın emrettiği; münker de, şerîatın yasakladığı şey demektir. Başka bir deyimle Kur'an ve sünnete uygun düşen şeye ma’rûf; Allah'ın râzı olmadığı, inkâr edilmiş, haram ve günah olan şeye de münker denilir (Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât, s.505; M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 2357-2358; V, 3118).
Yani ma’rûfu emretmek, iman ve itaate çağırmak; münkerden nehyetmek de, küfür ve Allah'a başkaldırmaya karşı durmaktır (Kadı Beydâvî, Envârü't-Tenzîl, 2/232).
Kur'ân-ı Kerîm'de, “Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (3/Âl-i İmrân, 104) buyurulmaktadır. Bu âyetle ma’rûfun emredilmesi ve münkerden menedilmesi işi bütün İslâm ümmetine farz kılınmıştır. İslâm ulemâsı bu görevi ümmet içinden bir grubun yapmasıyla diğerlerinden sorumluluğun kalkacağını, ancak hiç kimsenin yapmaması halinde bütün müslümanların sorumlu ve günahkâr olacağını söylemiştir (Elmalılı, a.g.e., II/1155).
Başka bir âyet-i kerîmede Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; çünkü emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar ve Allah’a iman edersiniz.” (3/Âl-i İmrân, 110)
Mü’minler, dünyadaki en hayırlı toplumdur ve iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan en güzel ahlâkla yetişmiş bir ümmettir. Bu toplumun korunması için bu âyetlerle dinin en önemli ilkeleri olan iyiliğe, doğruluğa, güzelliğe çağırmak emredilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle ona buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.'' (Müslim, İman 78; Tirmizî Fiten 1I; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20)
Ma’rûfu emretmek, münkerden alıkoymak sorumluluğunun ağır bir yük olduğunu Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu buyruğu ortaya koymaktadır: "Bana hayat bahşeden Allah'a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap gönderir. O zaman duâ edersiniz, fakat duânız kabul edilmez." (Ebû Dâvûd, Melâhim 16; Tirmizî, Fiten 9; Ahmed bin Hanbel, V/388). Şu âyet de ibretle düşünmeyi gerektirmektedir: "...Onlar, (İsrâiloğulları) birbirlerine hiçbir münkeri yasaklamadılar. Yemin ederiz ki yapmakta oldukları şey çok kötü idi..." (5/Mâide, 78-79). Yine başkâ âyetlerde müşriklerden başka, mü’minlerin karşısında münkeri emreden, ma’rûfu yasaklayan, böylelikle Allah'ın emir ve yasaklarına karşı çıkarak emredilenin tam tersini yapan münâfıklar da zikredilir (bk. 9/Tevbe, 67).
Hz. Peygamber'in çeşitli buyruklarında müslümanların her birinin birer çoban olduğu, elleri altındakilerden sorumlu bulunduğu, mü'minler arasında canlı ve sürekli bir toplumsal birliktelik ve beraberliğin olması, dâima zayıfın hakkının güçlüden alınmasından yana tavır takınılması, cihadın en faziletlisinin zâlim bir devlet başkanına karşı hak bir söz söylemek olduğu belirtilmektedir.
Bir toplumda ma'rûfu emreden, kötülükten menedenler olmazsa giderek münker olan işler bírer kural haline, bir yaşama biçimi haline gelirler. Şeytanlar hak ile bâtılı karıştırır, doğruyu bozarlar; insanlara Allah'ı unuttururlar. Böyle bir toplumda müslümanın tavrını yine âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu buyruğunda bulmak mümkündür:
"Sizde iki sarhoşluk ortaya çıkmadıkça Allah tarafından gelen hak din üzere devam edersiniz: Cehâlet sarhoşluğu ve dünyaya aşırı düşkünlük. Siz iyiliği emreder, kötülüğe engel olur ve Allah yolunda cihad ederken içinizde dünya sevgisi oluşuverince iyiliği emretmez, kötülüğe engel olmaz ve Allah yolunda cihadı bırakırsınız. O gün Kitap ve sünnetin emirlerini yaymaya çalışanlar Ensâr ve Muhâcirlerden İslâm'a ilk giren kimseler gibidirler'' (Bezzâr, Mecmau'z Zevâid, VII/271); "İyileriniz zâlimlerinize yardakçılık eder; fıkıh kötülerinizin, saltanat da küçüklerinizin eline geçer. İşte o zaman fitnenin hücumuna uğrar ve birbirinize düşersiniz" (A.g.e., VII/286); ''(Bu durumda ise) açık günahlar herkese zarar verir, kötüler iyilere musallat olur, iyilerin de kalbi mühürlenir, lânetlenirler. Fitne günlerinde ise sabırlı olmak ateşi kor halinde elde tutmak gibidir" (Kenzü'l-Ummâl, II/68-78).
Ma’rûfun emredilmeyip, münkerden alıkonulmayan toplumların nasıl helâk edildiği, nasıl Allah'ın azâbının onları kuşattığı Kur'ân-ı Kerîm'de hemen her sûrede zikredilmektedir (Meselâ bkz. 7/A'râf, 163 vd.). İslâm bilginleri, bir şeyden korkarak kötülüğe engel olmamanın âdeta o kötülüğü kabul etmek ve ona katılmak anlamına geldiğini; asıl faydası olan korkunun Allah'tan korkmak olduğunu; iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek görevinin eceli yaklaştırmadığını ve rızkı kesmediğini; ancak göz göre göre tâkat dışı belâya atılmanın da câiz olmadığını söylemişlerdir (Kenzü'l Ummâl, II/141 vd.).
İnsanlar için en hayırlı topluluk olan İslâm ümmetinin bireyleri birbirlerinin bütün dertleriyle ilgilenen kişilerden meydana gelir. Halbuki diğer bütün dinlerde iyilik ve kötülük her ferdin kendi sorunudur. Meselâ mevcut Tevrat'ta, "Rab, Kabil'e sordu: 'kardeşin nerede?' O da, 'Bilmem, ben kardeşimin bekçisi miyim?" gibi bir ifâde vardır (Tevrat, Tekvin, 4/9).
Ma’rûfu emretmek, münkerden alıkoymak görevini İslâm ümmeti içinden öncelikle âlim olanlar üstlenir; yoksa bu iş câhillere bırakılmaz. Çünkü câhiller her şeyi altüst edebilirler, kavram ve değer kargaşasına yolaçarlar. Görevin yerine getirilmesinde ana ilke her müslümanın âhirette hesap vereceğini bilmesi şuurudur. Toplumlar genelde ikiye ayrılırlar: Ma'rûf toplumlar, münker toplumlar. Münker toplumlar oluşmuş veya oluşmakta iken, müslümanların ma'siyete, münkere, tâğuta itaatten kaçınmaları farzdır (Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/144). Yani müslümanların her münker toplumunu ma'rûf toplum, İslâm hükümlerinin yaşandığı toplum haline getirmeleri fârz kılınmıştır. Çağdaş demokratik laik toplumlar dini sadece Allah'la kul arasında bir mesele olarak görürler ve İslâm'ın ma'rûf - münker ilkesinin sadece ahlâkî bir mesele olduğunu iddiâ ederler. Halbuki hayatın bütün yönlerini Allah ve Rasûlunün emir ve yasakları doğrultusunda yaşamak ve münker toplumları İslâmî toplum haline dönüştürmekle görevli olan müslümanların bu durumuyla demokratik ilkeler birbirine hem karşıt, hem de çelişiktir. Bu sebeple müslümanların her zaman ma'rûfu emretmeleri, münkerden sakındırmaları mümkün olmaz; karşılarına münker toplumun emir ve yasakları çıkarılır. İşte bu noktada müslümanlar için şu buyruk geçerlidir: "Ey iman edenler siz kendinize bakın; hidâyette/doğru yolda iseniz dalâlette olanlar/sapıtanlar size zarar veremezler" (5/Mâide, 105). Çağdâş toplumla, müslümanın çelişkisi onun, ancak Allah'a ve Rasûlüne itaat edeceği gerçeğinden dolayı İslâmî bir devleti gerçekleştirmesini zorunlu kılar. Bir yandan bu yolda çalışırken öte yandan münkerlerle mücâdele kesintiye uğramaz, ma'rûfun emredilmesinden geri kalınmaz. Bu nokta şunun için önemlidir: Ma'rûf, ne salt ahlâkçılık demektir, ne de İslâm'ın ana ilkelerinin yerine insan haklarının geçirilmesidir. Ma'rûf, tek kelimeyle İslâm'ın kendisidir. Münker de, aslı itibarıyla veya ahlâkî açıdan sadece kötü şeyler değil, tam anlamıyla İslâm'ın yasakladığı her şeydir. Yeryüzünün değişik yerlerinde, değişik rejimlerde ve şartlarda yasayan müslümanlar için değişmeyen ölçü budur. Bunun tek yöntemi de Rasûlullah'ın sünnetidir. "Size peygamber neyi verdiyse onu benimseyiniz..." (59/Haşr, 7).
Gerçek ma’rûf-münker görevi, en başta insanın kendisinden başlayarak yapılır (Bk. 2/Bakara, 44). Bazı insanlar her devirde, Rasûle itaati söylerler, kendileri itaat etmezler; sadakayı emrederler, kendileri vermezler. İşte şu ayet-i kerimede onlar uyarılmaktadır: "Kitabı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyiliği emredersiniz? Düşünmez misiniz?" (2/Bakara, 44). İyiliği emredip kendileri yapmayanlar için hesap gününde dudaklarının ateşten makaslarla kesileceği haberi verilmiştir (İbn Kesir, I/Cool.
İkincisi, Rabbin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağırmak, insanlarla en güzel şekilde tartışmak, azgınlara bile yumuşak söz söylemektir (16/Nahl, 125; 20/Tâhâ, 43).
Sonuçta ma’rûfun emredilmesi, münkerin yasaklanması meselesi, sadece bir fetvâ olayı değil; aile, hukuk, siyaset ve ekonominin her zaman içiçe geçmiş bir şekilde şerîatın gerekleri doğrultusunda savunulması ve yaşanması demektir. Bu, sistemli bir dâvet çalışmasını gerektirir. İslâm'ın ilk yayılışı da böyle olmuştur. İslâm'ın hâkim olmadığı düzenlerde, ehl-i kitab'a karşı veya müşriklere ve diğer gayri İslâmî zümrelere karşı tek geçerli dâvet metodu Rasûlullah'ın sünnetidir. Bunu ancak Rasûlullah'ın sünnetiyle açıklayabiliriz. Yoksa basit bir ahlâkçı, bir vâiz, hattâ bir muhtesib (emr-i bi’l-ma’rufla ilgili hisbe teşkilâtında görevli) gibi davranarak değil. "Dirilerin ölüsü" olarak kalmak isteyen, yani eliyle, diliyle ve kalbiyle toplumdaki münkeri kötülemeyen kimse ne kötüdür... Tevrat'ta: "Kişi iyiliği emr, kötülüğü yasakladığı takdirde kavminin nezdinde derecesi kötüleşir" denilerek İslâmî hareket ve ahlâk saptırılmış, dinin esası tahrif edilmiştir. O sebeple Allah katında din olarak yalnız İslâm geçerlidir.
Öte yandan, İslâm toplumlarında ise ma'rûfun emredilmesi, münkerin yasaklanmasında ictihada giren konularda uyarıcılık yapılmaz. Meselâ Hanefiler, unutularak besmelesiz kesilen hayvanın etini yiyen bir Şâfiîye, "Bu yediklerin haramdır" şeklinde bir uyarıda bulunamaz; zira bunlar Şâfiî'ye göre helâldir. İşte emri bi'l-mâ'rûf nehyi ani'l-münkeri herkesin yapamamasından kasıt budur. Ancak, herkesin bildiği büyük-küçük günahlar, dinin kesin yasaklamaları hakkında herkes bu görevi yerine getirir (İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûmi'd-Din, Emri Bi'l-Mâ'ruf ve Nehyi Ani'l-Münker bölümü). Fakat Şâfiîler, besmelesiz kesilen hayvanların etini yemek isteyen Hanefilere ikazda bulunabilir. Gerek Allah hakları, gerekse kul hakları olsun bütün ma'rûf ve münkerlerde önce sözlü, sonra fiilî uygulama esastır. Mu'tezile ise kul hakkıyla ilgili olmayan meselelerde sözle veya fiille uyarıcılığı kabul ederken; bunu da ancak imamın yapabileceğini, fertlerin karışamayacağını savunmuştur.
Enes b. Mâlik'ten rivâyet edilen bir hadiste şöyle bir hüküm bulunmaktadır: "Biz Allah'ın Rasûlune 'Ey Allah'ın Rasûlü, biz iyiyi tamamen işlemedikçe emredemez miyiz? Kötülükten tamamen sakınmadıkça menedemez miyiz?' diye sorduk. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Siz iyiliğin tamamını işlemeseniz dahi iyiliği emrediniz. Siz kötülüğün tamamından sakınmasanız dahi kötülükten sakındırınız" (Taberânî). Hz. Lokman'ın oğluna öğüdü her zaman ve mekânda uyarıcının hâlini beyan eder: "Yavrum, namazı gereği üzere kıl; iyiliği emret ve fenâlıktan alıkoy. Bu hususta sana isabet edecek eziyete katlan. Çünkü bunlar kesin olarak farz kılınan işlerdir." (31/Lokman, 17). (1)
Ma’rûf Nedir?

‘Ma’ruf’, ‘arafe’ fiilinden türemiştir ve ‘ma’rifet’ kavramıyla yakından ilgilidir. ‘Arafe’; herhangi bir şeyi görünümüne bakarak duyularla kavramak, eserini düşünerek onu demektir ki ‘inkâr’ın karşıtıdır. Ma’rifet ve irfan, bir şeyi derinden derine düşünerek idrak etmek, anlamak olduğuna göre, ‘ma’rûf’; derinlemesine düşünen aklın ve İslâm’ın (şeriatın) güzel gördüğü, güzelliği anlaşılıp kabul edilmiş fiil, söz ve davranışlardır.
Şeriat (İslâm) fiillerin ve davranışların bir kısmını güzel bir kısmını kötü saymıştır. Çirkin olan şeyleri haram, güzel olan şeyleri ise helâl (mubah) olarak değerlendirmiştir. Gerçek ‘ma’rifet’ ehli kimseler, neyin çirkin neyin güzel olduğunu o şeylere ait özelliklere bakarak tanıyabilirler. Çünkü onlar ‘selim akıl’ sahibidirler. Ancak insan aklı bütün ma’rûf olan şeyleri mutlak manada kavraması mümkün olmadığı için Kur’an, neyin iyi neyin kötü olduğunu haber vermiştir.
‘Ma’rûf’ diye bilinen güzel davranışlar ve fiiller, insanlar arasında uzun süre yaşayarak ‘örf/urf’ haline gelirler. İyi düşünen akıl sahipleri, iyi ve güzel davranışları tanırlar ve onları yaşatırlar. Bu yüzden peygamberler halk arasında yaşayan güzel ‘örfleri’ olduğu gibi bırakmışlar, kandırmamışlardır. İslâm hukukunda ‘örf’ bir delildir.
İşte ‘ma’rûf’, böylesine iyiliği ve güzelliği bilinen, tecrübe edilen, faydası görülen, akıllı insanlarca hoş görülen söz, davranış ve geleneklerin tümüdür. Bu bir anlamda Hak kavramının bir başka ifadesidir. Ma’rûf, yalnızca bir ahlâk kavramı değildir. Yani yalnızca davranışları nitelendirmek için kullanılmaz. Peygamberlerin insanları dâvet ettiği hidâyet aynı zamanda ‘ma’rûf’ olan bir şeydir. Peygamberlerin insanları sakındırdıkları dalâlet ise aynı zamanda bir ‘münker’dir.
Ma’rûf ve onun zıddı olan münker insan hayatının her sahasını kapsar. Ma’rûf, Peygamberimizin uygulamasını emrettiği, şeriatın ve selim aklın ölçülerine uygun, hayatın her alanını kuşatan Allah’ın rızâsıdır. Münker ise tam bunun zıddıdır. Birçok İslâm âlimi ‘ma’rûf’u, İslâm’ın emrettikleri, münkeri ise, Allah’ı inkâr ve O’nun yasakladıkları şeklinde anlamışlardır. Ma’rûfa uymak; Allah’a itaat ve O’nun emirlerine uymak; münker de bunun karşıtıdır.
İslâm’ın getirdiği şeriat; her emri, ilkesi ve prensibiyle ma’rûf, ona aykırı her türlü anlayış, fiil, gelenek ve yönetim tarzı münkerdir. Bu gibi tanımlar ma’rûfun genel tanımı içerisindedir. Şüphesiz Hak din olan İslâm her açıdan ma’rûftur. Onun ilkeleri, prensipleri, haram ve helâl ölçüleri güzeldir. Ancak, ma’rûf kavramı bir değişkenlik anlamını da içerisine almaktadır. İnsanların toplum hayatında, zamanın akışı içerisinde güzel gördükleri, ‘örf’ haline getirdikleri fiiller ve davranışlar, Islâm'a da aykırı değilse, din onu tavsiye ediyor. Hatta birçok problemin çözümünde ona baş vurulması gerektiğini öğütlüyor. Kur’an, bu şekilde birçok davranış biçimi hakkında belli bir ölçü koymamış ve bunları ‘ma’rûfla yapın’ demiştir. Meselâ babaların çocuklarını bakıp yetiştirmeleri ‘ma’rûf’a uygun olarak istenir. Buradaki ‘ma’rûf’ elbette zamanın şartlarına, içinde bulunulan duruma ve eldeki imkânlara uygun olan demektir.
Ma’rûfun değişmezleri veya evrensel ilkeleri vahiy tarafından verilir; ancak detay ve alt ayrımlar akla, zamanın gelişimine bırakılır. İnsan zihni ve aklı gayret göstererek akla ve İslâm'ın ilkelerine aykırı olmayan ma’rûfları bulmaya çalışacaktır. Kur’ân-ı Kerim, ‘ma’rûf’un emredilmesini istemektedir. “Sizden, hayra çağıran, ma’rufu emreden ve münkerden sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır.” (3/Âl-i İmrân, 104)
İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet (topluluk) ma’rufu emredenlerdir. (3/Âl-i İmrân, 110). Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velisidirler (dostudurlar). O yüzden onlar birbirlerine ma’rûfu emrederler (9/Tevbe, 71). İyi insanlar yeryüzünde iktidar sahibi olurlarsa; iyiliği (ma’rufu) emrederler, münkerden sakındırırlar (22/Hacc, 41). Peygamberimiz buyuruyor ki: “Nefsimi kudret elinde tutan ve Zat’a (Allah’a) yemin olsun ki, ya ma’rufu emreder ve münkerden sakındırırsınız veya Allah’ın kendi katından genel bir belâ göndermesi yakındır. O zaman yalvar yakar olursunuz da duânız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten 9, Hadis no: 2169)
Şüphesiz ki ma’rûfu emretmek amacına göre, uygun bir ortamda, uygun bir yöntemle, en güzel bir şekilde ve sonuç almak üzere yapılmalıdır. (2)
Arapça'da "aklın ve dinin hoş gördüğü şey, ihsan, iyilik" anlamına gelen ma'rûf kelimesi, Kur'ân-ı Kerim'de 30'a yakın yerde kullanılmıştır. Kullanımın tamamına yakın bir kısmında harfi tarif almış olarak, "el-ma'rûf" şeklindedir. Anlaşılıyor ki, kullanım sırasında sıradan kimi örf olan şeyler değil, çerçevesi ve içeriği ile belli ve belirgin bir kavram ifade edilmektedir. Bu kavramın mâhiyetini Kur'an-ı Kerim, bize, apaçık bir biçimde bildirir. Nitekim; “Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (3/Âl-i İmrân, 104); “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar ve Allah’a iman edersiniz. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) pek çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.” (3/Âl-i İmrân, 110); "(Onlar) ellerindeki Tevrat ve İncil'de yazılı bulacakları ümmî nebi olan O Rasûl'e uyanlardır. O kendilerine ma'rûfu emrediyor, onları kötülükten nehyediyor, onlara temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri de haram kılıyor. Üzerlerindeki ağır yüklerini, sırtlarındaki zincirleri indiriyor. İşte, O'na iman edenler, O'nu tazim edenler, O'na yardım edenler ve O'nunla birlikte indirilen Nur'a tâbi olanlar var ya, onlar selâmete erenlerin ta kendileridir" (7/A'râf, 157) anlamındaki âyet-i kerimeler, birarada alındığında, ma'rûfu tanımamıza imkân sağlayıcı bir aydınlık getirmektedir. Buna göre ma'rûf, insanlara peygamberler eliyle getirilen ve her peygamberin gelişiyle birlikte bir bölümü de değişebilen, insanları birleştirici ve ateşten kurtarıcı günlük uygulamalar bütünüdür. Öyle ki, inanmış olmak bile (burada kitap ehli anılarak belirtiliyor), ancak ma'rûfa uymak ve onu emretmekle mümkün görünüyor. Gerçekten de, Tevbe suresinin 71 ve 112. âyetlerinde müminlere has davranışlar olarak namaz, zekât, Allah ve Rasûlüne itaat, tevbe, ibâdet, hamd, seyahat, rükû ve secdeyle birlikte ma'rûfun emredilmesi ve kötülüğün nehyi de zikredilmekte; Hz. Lokman'ın oğluna olan nasihatındaysa, bu uygulama namazla birlikte anılmaktadır (31/Lokman, 17). A'râf sûresinin 199. âyetinde kolaylığı tutma ve câhillerden yüz çevirmeyle birlikte anılan ma'rûfu emretmek, "Eğer kendilerine yeryüzünde bir iktidar verirsek, onlar, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, ma'rûfu emreder, kötülükten nehyederler; bütün işler Allah'a dönecektir" (22/Hacc, 41) anlamındaki âyette hâkimiyet durumundaki üç temel uygulamadan biri olarak anılacak ölçüde önem taşımaktadır.
Nitekim, Allah'ın Rasûlü de, İslâm dininin sekiz esası olarak, "Şirk/ortak koşmaksızın Allah'a ibâdet, namaz, zekât, oruç, hac, ma'rûfu emredip münkerden nehyetmek ve cihad"ı sayar (bu, Bezzâr rivâyeti olup; Hâkim, sekizinci sırada cihad yerine "ev halkına selâm"ı zikreder) ve bunlardan birini terkedenin dininin bir parçasını terkettiği hüsranda olduğu ve tümünü bırakanın da İslâm'a sırt dönmüş olacağı haberini verir (el-Münzirî, Terğîb ve Terhîb, Terc. A. Muhtar Büyükçınar, A. Arpa, D. Pusmaz, A. Yücel İyiliği emir ve kötülükten nehiy bölümü 28 Sayılı Hadis; Tirmizi'de, Birr ve Sıla 13); "küçüğümüze şefkat, büyüğümüze saygı göstermeyen, ma'rûfu emretmeyen ve kötülükten sakındırmayan bizden değildir" buyurularak, konunun önemi vurgulanır. Ma'rûfun emir ve kötülüğün nehy edilmesinin terkinin duâların kabulüne engel olacağı (İbn Mâce, Fiten 20), bunun Yüce Allah'ın cezâ göndermesine yol açacağı ve duâların kabulünü önleyeceği (Tirmizi, Fiten, 9) hususları da, yine Peygamberimiz Efendimizin bildirdikleri arasındadır.
Ma'rûfun emri ve münkerin nehyi, farzlar arasında zikredilmiş ve özellikle Mu'tezile olaya çok büyük bir önem atfederek, onu, dinin beş esası arasına almıştır. Şu var ki, sünnilikte gerek ma'rûf ve gerekse münkerin şer'an öğretilmiş ve tasrih edilmiş olmasının gerektiğine inanılırken; Mu'tezile, belirleyici öğenin akıl olduğu görüşünde bulunmuş (N. Çağatay, İ A. Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, 112); Şia ise, belirlemenin hem şer'an, hem aklen olabileceği kanaatini öne sürmüştür (Kâşif'ul-Gıta, Caferî Mezhebi, terc. A. Gölpınarlı, 69).(3)


Münker

Münker, ‘nekr’ kökünden türemiş bir kavramdır. ‘Nekr’ sözlükte, tanımamak, tanınmazlığa itmek demektir. Bunun da aslı, kalbin tasavvur edemediği (anlamadığı, hayal edemediği) şeyi reddetmesidir. Dil ile bir şeyi inkâr etmektir ki, bunun anlamı kalbiyle o şeyi reddetmek demektir. Yahut da kalp ile bir şeyin özelliği bilinir ama dil ile inkâr edilir, bilinmezlikten gelinir. Buna yalancılık da denilir. “Onlar, Allah’ın ni’metini bilmektedirler. Sonra da o nimetlere münkir olmaktadırlar (inkâr etmektedirler); onların çoğu küfre sapanlardır.” (16/Nahl, 83) âyetinde bu anlamdadır. ‘Münker’, tanınmayan, inkâr edilen, çirkin, akla uymayan, reddedilen şey demektir. İslâm literatüründe ‘münker’, iyi ve güzel olan şeyleri görmezlikten gelme, tanımama tutumudur. Din dilinde bazı hareketlerin ‘münker’ diye nitelendirilmesi, onların din tarafından tanınmaması, kabul edilmemesi demektir.
Münker, sağlam aklın çirkin dediği, güzel olup olmadığı konusunda şüphe duyduğu fiillerdir. Daha kısa bir tanımla şöyle söylenebilir: İslâm’ın ve akl-ı selimin (sağlam aklın) hoş görmediği şeydir. Aynı kökten gelen inkâr, ‘irfan’ın karşıtıdır. Münkerin karşıtı ise ‘ma’rûf’tur. ‘Ma’rûf’ nasıl ki, sağlam aklın ve şeriatın (İslâm’ın) güzel saydığı şey ise, ‘münker’ de tam bunun zıddıdır. Bu açıdan, İslâm’ın haram ve mekruh dediği bütün hükümler münker kapsamına girmektedir.
Kur’an’da münker olan davranışların ve fiillerin daha kötülerini belirtmek için de ‘fahşâ’ kelimesi kullanılır. Allah, Kur’an’da kâfirler hakkında ‘münkirler’ sözünü kullanıyor. Kâfirler, Peygamberleri ve onlarla gelen vahyi tanımamazlıktan gelip inkâr edenlerdir. Gelen vahyin ve âyetlerin Allah’a ait olduğunu tanımak istememektedirler (23/Mü’minûn, 69).
Kur’ân-ı Kerim’de Emr-i Bi’l-Ma’ruf

Kur'ân-ı Kerim'de, ma'rûf kelimesi toplam 39 yerde geçer. Münker kelimesi ise 18 yerde kullanılır. Kur'ân-ı Kerim'de, ma'rûf ve münker kelimeleri, dokuz âyette "ma'rûfu emretme ve münkeri nehyetme" anlamına gelen ifâde kalıplarıyla geçmektedir. Bu âyetlerde hangi davranışların ma'rûf, hangilerinin münker olduğu belirtilip bir tahsis yolunan gidilmemesi, ma'rûfun dinin yapılmasını gerekli gördüğü veya tavsiye ettiği, münkerin de bunların zıddı olan söz ve davranışların tamamını kapsadığını göstermektedir. İslâmî kaynaklar, iyiliğin hâkim kılınması ve yaygınlaştırılması, kötülüğün önlenmesi, bu şekilde faziletli bir toplumun oluşturulması ve yaşatılması için gösterilen faâliyeti, Kur'an ve hadislerdeki kullanıma uygun olarak emr-i bi'l-ma'ruf, nehy-i ani'l-münker şeklinde formülleştirmişler, Kitap, Sünnet ve icmâa dayanarak bu faâliyetin farz olduğunda birleşmişlerdir.
Kur'ân-ı Kerim'de da'vet kelimesi 6 âyette geçmekte olup, aynı kökten değişik türevleri 205 defa kullanılmıştır. Dâvet ve türevleri, bu âyetlerde İslâm'a ve İslâmî ilkelerin uygulanmasına çağrı yanında, Allah'a duâ/yakarış (2/Bakara, 186); 10/Yûnus, 89; 13/Ra'd, 14); insanların yeniden dirilip mahşerde toplanmaları için kabirlerinden çağrılmaları (30/Rûm, 25) gibi değişik mânâlarda kullanılmıştır.
Da'vet kelimesi, terim olarak özellikle "İslâm'a ve İslâm esaslarının uygulanmasına çağrı" anlamna gelir. Kur'ân-ı Kerim'de; İslâm'a çağrı (61/Saff, 7), imana çağrı (57/Hadîd, Cool, Allah yoluna çağrı (16/Nahl, 125), Allah'ın kitabına çağrı (3/Âl-i İmrân, 23), hakka çağrı (13/Ra'd, 14), hayra çağrı (3/Âl-i İmrân, 104), kurtuluşa çağrı (40/Mü'min, 41), hayat kaynağına çağrı (8/Enfâl, 24), esenliğe çağrı (47/Muhammed, 35) gibi mânâlara gelen ifâdeler, dâvetin İslâmî inanç ve değerlerin kabul edilip uygulanmasını sağlamayı hedef alan bir faâliyet olduğunu, dolayısıyla hem gayri müslimlere, hem de müslümanlara yönelik olabileceğini göstermektedir. Buna göre tebliğ, irşad, vaaz, nasihat, inzâr, tebşîr, emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker gibi terimler de sözlük anlamları itibarıyla dâvetten farklı olmakla birlikte, uygulama ve gâyeleri bakımından aynı veya yakın mânâları ifâde etmektedir. Bu sebeple dâvet ve tebliğ başta olmak üzere bu kavramlar, sık sık birbirinin yerine kullanılmıştır.
Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber "Allah'ın dâvetçisi (dâıyallah)" olarak nitelendirilmiş (46/Ahkaf, 31) ve ona yüklenen dâvet vazifesi "dâvet et (üd'u)" emri yanında "tebliğ et (belliğ)", "hatırlat (zekkir)", "ikaz et (enzir)" gibi daha başka kelimelerle de ifade edilmiştir. Ayrıca, pek çok âyette Hz. Peygamber'in görevinin ancak "belâğ" olduğu zikredilmektedir (Meselâ, bk. 3/Âl-i İmrân, 20; 5/Mâide, 92; 13/Ra'd, 40). Tebliğ ile aynı kökten olan belâğ lafzı, bütün bu âyetlerde "dâvet" mânâsını ifâde etmekte, öte yandan İslâm dinini yaymanın yegâne yolunun dâvet ve tebliğ olduğunu göstermektedir. İslâm'da savaşın "cihad" diye adlandırılması, savaşın gâyesinin insan öldürüp hükümranlık sağlamak olmayıp, insanları hakka dâvet etmek, onların inançta ve amelde doğruyu bulmaları için gerekli yolları açmaya ve engelleri ortadan kaldırmaya çalışmak olduğunu gösterir. Zira cihadın ilk ve en temel safhası dâvet olup, "i'lâ-yı kelimetullah", yani tevhidi yayma vazfesinin yerine getirilmesinde dâvet imkânının mevcut olması halinde, silâhlı savaşa gerek kalmayacaktır. Nitekim bizzat Hz. Peygamber'in başlattığı ve sonraki dönemde devam ettirilen uygulamaya göre, İslâm ordu kumandanlarının öncelikle düşmanı İslâm'a dâvet etmeleri gerekir.
Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli vesilelerle Hz. Muhammed'in risâletinin bütün insanlığı kapsadığı (meselâ, bk. 7/A'râf, 158; 34/sebe', 28) ve sadece İslâm'ın Allah nezdinde geçerli din olduğu (bk. 3/Âl-i İmrân, 19, 85) belirtilmiştir. Yine Kur'an'da Hz. Peygamber'in insanlar üzerinde bir zorba olmadığı (88/Ğâşiye, 22) görevinin irşad, tebliğ ve dâvetten ibâret bulunduğu (3/Âl-i İmrân, 20; 5/Mâide, 92, 99; 42/Şûrâ, 48), esâsen ilke olarak dinde zorlamaya başvurulamayacağı, gerçek olanla olmayanın birbirinden ayrıldığı (2/Bakara, 256), bundan sonra artık iman edip etmemenin insanların kendi istemelerine bağlı bulunduğu (18/Kehf, 29) ifâde edilmiştir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber dâî, beşîr, nezîr gibi sıfatlarla nitelendirilerek onun misyonunun dâvet esasına dayandığı vurgulanmış, özellikle peygamber'in ve genel olarak müslümanların dâvet çalışmalarında uymaları gereken başlıca metotları göstermesi bakımından son derece önem taşıyan bir âyette, "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle dâvet et; onlarla tartışmanı en güzel bir şekilde sürdür." (16/Nahl, 125) buyurularak dâvetin ıslâha yönelik, barışçı metotlarla yapılması öngörülmüştür.
"Siz Kitab'ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?" (2/Bakara, 44)
“Sizden, hayra da’vet eden, emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (3/Âl-i İmrân, 104)
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker yapar ve Allah’a iman edersiniz. Ehl-i kitap da iman etseydi, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) pek çoğu fâsıktır/yoldan çıkmışlardır.” (3/Âl-i İmrân, 110)
“Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.” (3/Âl-i İmrân, 159)
“Onlar (münâfıklar), Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında belîğ/tesirli söz söyle.” (4/Nisâ, 63)
“Allah kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak, zulme/haksızlığa uğrayan başka. Allah, her şeyi işitendir, bilendir.” (4/Nisâ, 148)
“... İyi ve güzel olan şeylerde ve takvâda (yolunuzu Allah’ın kitabıyla bulmada) yardımlaşın.” (5/Mâide, 2)
"Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki), Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü'minlere karşı alçakgönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı azîz, onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah'ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah'ın lütfu ve ilmi geniştir." (5/Mâide, 54)
"Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna hidâyet etmez/rehberlik yapmaz." (5/Mâide, 67)
“İsrâiloğullarından kâfir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa diliyle lânetlenmişlerdir. Bunun sebebi, söz dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır. Onlar, işledikleri münkerden/kötülükten, birbirini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun, yaptıkları ne kötüdür!” (5/Maide, 78-79)
"Âyetlerimiz hakkında (ileri geri konuşmaya) dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak ol (meclislerini terket). Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk), o zâlimler topluluğu ile oturma." (6/En'âm, 68) bk. 4/Nisâ, 140
“Onların Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da bilmeyerek Allah'a söverler.” (6/En’âm, 108)
“(Nûh).... Ben size öğütler veriyorum.” (7 Araf 62)
“... Size dürüst ve güvenilir öğütler veriyorum.” (7 Araf 68)
"İçlerinden bir topluluk, 'Allah'ın helâk edeceği, yahut şiddetli bir şekilde azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?' dedi. (Öğüt verenler de) dediler ki: 'Rabbinize mâzeret (beyan etmek) için, bir de belki sakınırlar diye (öğüt veriyoruz). Onlar, kendilerine verilen öğütleri unutunca, Biz de kötülükten men edenleri kurtardık, zulmedenleri yapmakta oldukları kötülüklerden ötürü şiddetli bir azap ile yakaladık." (7/A'râf, 164-165)
“Affetme yolunu tut, iyilik ve güzel davranışla emret, kendini bilmeyen câhillerden yüz çevir.” (7/Arâf, 199)
"(Sizden olduklarına dair yemin eden) Münâfık erkekler ve münâfık kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Çünkü onlar münkeri/kötülüğü emreder, ma'rûftan/iyilikten alıkorlar (siz ise iyiliği emreder, kötülükten alıkorsunuz) ve onlar ellerini sıkı tutarlar (Allah için infak edip harcamak husûsunda cimrilik gösterirler). Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu. Çünkü münâfıklar fâsıkların ta kendileridir." (9/Tevbe, 67)
“Erkek ve kadın mü’minlere gelince; onlar, birbirlerinin velîsi/yakını ve dostlarıdır. Hep birbirlerine ma'rûfu emrederler ve münkerden nehyederler (iyi ve doğru olanın yapılmasını emrederler, kötü ve zararlı olanın yapılmasına engel olurlar).” (9/Tevbe, 71)
"...(Şuayb a.s.Smile Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah'ın yardımı iledir. Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na döneceğim." (11/Hûd, 88)
“Görmedin mi Allah nasıl bir misal getirdi? Güzel bir sözü; kökü (yerde) sâbit, dalları gökte olan güzel bir ağaca (benzetti). O ağaç, Rabbinin izniyle her zaman yemişini verir. Öğüt alsınlar diye Allah insanlara misaller getirir. Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma imkânı olmayan pis bir ağaca benzer. Allah, iman edenleri dünya hayatında da âhirette de değişmeyen sözle sağlam yolda yürütür. Buna mukabil Allah zâlimleri saptırır. Allah dilediğini yapar.” (14/İbrâhim, 24-27)
“Artık sen, sana emrolunanı açıktan açığa bildir ve şirk koşanlardan yüzçevir.” (15/Hıcr, 94)
“Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et. Çünkü Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir ve O, hidâyete erenleri de en iyi bilendir.” (16/Nahl, 125)
“Rabbim, göğsüme genişlik ver; kolaylaştır işimi. Çöz düğümü dilimden, ki anlasınlar sözümü.” (20/Tâhâ, 25-28)
“(Ey Mûsâ, kardeşin Hârun’la beraber) Firavun’a gidin. O, tuğyân etti/iyice azdı. Ona tatlı ve yumuşak söz söyleyin.” (20/Tâhâ, 44)
"Ehline/âilene namazı emret; kendin de ona sabır ile devam et!..." (20/Tâhâ, 132)
“Onlar (mü’minler) ki, yalan şâhitlik etmezler, boş bir şeye rastladıklarında, vakar ile (oradan) geçip giderler. Kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar.” (25/Furkan, 72-73)
"(Önce) En yakın akrabalarını uyar. Sana uyan mü'minlere kanadını indir." (26/Şuarâ, 214-215)
“... Rabbinin yoluna çağırmaya devam et...” (28 Kasas 87)
"(Lokman, oğluna nasihat ederek şöyle dedi:) 'Yavrucuğum! Namazı kıl, ma'rûfu/iyiliği emret, münkerden/kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir." (31/Lokman, 17)
"Onlar Allah'ın gönderdiği emirleri tebliğ edip duyururlar. Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olarak Allah herkese yeter." (33/Ahzâb, 39)
“Kim izzet ve şeref istiyorsa, (bilsin ki) izzet ve şerefin hepsi Allah’ındır (onu dilediğine verir). O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır...” (35/Fâtır, 10)
“Tâğuta kulluk etmekten kaçınıp, Allah'a yönelenlere müjde vardır. Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele. İşte Allah’ın hidâyet edip doğru yola ilettiği kimseler onlardır. İşte onlar akıl sahipleridir.” (39/Zümer, 17-18)
“Allah, âyetleri birbirine benzeyen ve mükerreren gelen Kitab’ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların bu Kitaptan derileri ürperir, sonra hem ciltleri ve hem de kalpleri, Allah’ın zikrine ısınıp yumuşar. İşte bu Kitap, Allah’ın dilediğini onunla doğru yola ilettiği hidâyet rehberidir. Allah kimi de saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz.” (39Zümer, 23)
“(İnsanları) Allah'a dâvet eden, sâlih amel/iyi iş yapan ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır? İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel bir tavırla önle. O zaman (görürsün ki) seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki yakın bir dost olur.” (41/Fussılet, 33-34)
"Ey iman edenler, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük nefretle karşılanan en sevilmeyen bir şeydir." (61/Saff, 2-3)
"Kendilerine Tevrat yükletilen sonra onu taşımayanların (Kitab'ın hükümleriyle amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumu gibidir." (62/Cuma, 5)
"Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hâriçtir." (103/Asr, 1-3)

Hadis-i Şeriflerde Emr-i Bi’l-Ma’rûf

Kur'ân-ı Kerim'de olduğu gibi, hadis-i şeriflerde, müslümanlar içerisinden bir grubun mutlaka bu emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker görevini üstlenmesi gerektiğini, en hayırlı ümmetin vasıflarının bu olduğunu, iyilikleri emredip affetmeyi prensip haline getirip câhillerden uzak durulması gerektiğini, müslümanların erkek ve kadın daima bu görevlerine devam edeceklerini, önceki toplumlarda bu görevi yaşamayanlara lânet edildiğini, gerçek ve doğruların Rabbimizden olduğunu, dileyenin iman edip dileyenin inkar ettiğini, emrolunduğumuz İslâmî hüküm ve bilgileri beyinleri çatlatırcasına duyurmamız gerektiğini, kötülükten sakındıranların kurtulduklarını, bu işi yapmayan ve kötülüklere batıp gidenlerin azaplandırıldığını, kötülük gören kimsenin gücü doğrultusunda eliyle, diliyle değiştirmesi gerektiğini, bunlara gücü yetmeyenin kalbiyle buğzetmesi icap ettiğini, bunun da imanın en zayıf derecesi olduğunu, cihadın el ile, dil ile, kalp ile olabileceğini, cihad fikri ve şuuru olmayan kimsede hardal ağırlığı kadar imanın olmadığını, küfür sayılacak bir işi işlemedikleri sürece müslüman olup İslâmî hükümlerle yöneten idârecileri dinleyip itaat edeceğimizi, geminin alt katındakilerin su almak için üsttekileri rahatsız etmemek için geminin tabanına bir delik açarak bu ihtiyaçlarını gidermelerine üst kattakiler engel olmazlarsa hepsinin birden boğulacaklarını, dine uygun olmayan işler yapan idarecilere engel olmaya çalışanların kurtuluşa ereceklerini, namaz kıldıkları sürece onlara savaş açılamayacağını, kötülük ve günahlar çoğaldığı vakit insanların topyekün helâk olacaklarını, yollarda oturmamak gerektiğini, oturmak mecbûriyeti varsa yolun hakkı olan gözü haramlardan korumak gerektiğini, selâm almak, kimseye eziyet etmemek, kötülüklerden sakındırma vazifesini yerine getirmek gerektiğini, haram kılınan bir şeyden başka yönlerden istifade edilebileceğini, en kötü yöneticinin insanlara katı ve kaba davrananlar olduğunu, Allah ve Rasûlünün iyi dediklerini emretmek, kötü dediklerinden sakındırmanın bir vazife olduğunu, yapılmadığı takdirde azâbın gerçekleşeceğini, en faziletli cihadın zâlim hükümdara karşı hakkı söylemek olduğunu, İsrâil oğullarında dinden sapmanın nasıl ve ne şekilde olduğunu, doğru yolda olduğumuz sürece sapıtanların bize zarar veremeyecekleri bildirilir.
Emredilmesi ve yasaklanması gereken hususlar herkesin bildiği ve bilmek mecbûriyetinde olduğu meselelerden ise bunda tüm müslümanlar ortaktır. Bu işi yaparken de tebliğ metoduna uygun olarak yapılmalı; kibarlık, hoş muamele, yumuşak davranış esas olmalıdır. Kötülüğü el ile değiştirmek demek; ona fiilî müdâhalede bulunmak ve işe el atmak demektir. Şâyet kişinin içinde bulunduğu durum ve konum bu şekilde o kötülüğü düzeltmeye kâfi gelmiyorsa bunu dili ile söyleyerek yapmalı, büyük fitnelere sebep olmamalıdır. Yine bir tehlike yani kargaşa ve fitne olacaksa kalbiyle o şeyden tiksinsin ve uzak dursun denilmekle tebliğ ve ikaz zaman ve zemine göre ayarlanmalıdır. Herkesin çoban olduğu, yönetimi ve idâresini elinde bulundurduğu kimselerden sorumlu olduğu hadisi de gözden uzak tutulmamalıdır. Aile reisi ev halkına, bir işyeri idaresinde bulunan oradaki çalışanlara, devleti idare eden de tebaasına karşı, bu konuda gerekli yükümlülüğü vardır. Bu işi yaparken de Allah’ın ve Rasûlünün râzı olacağı her vâsıtayı kullanmak da bir gereklilikdir.
“Sizden her kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin (buğzetsin, onu hoş görmeyip kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.” (Müslim, İman 78)
“İyiliği emir ve kötülüğü yasaklamaktan ve Allah’ı zikirden başka insanoğlunun her sözü aleyhinedir.” (İbn Mâce, Fiten 12)
“Cihâdın en faziletlisi, zâlim idarecinin karşısında doğru ve adâletli sözü, hakkı haykırmaktır.” (Ebû Dâvud; Melâhim 17; Tirmizî, Bey'at 37)
Peygamber (s.a.s.) ayağını bineceği hayvanın üzengisine koymuş vaziyette iken bir adam: "Hangi cihadın sevabı daha çoktur? diye sordu. Peygamberimiz: "Zâlim idârecinin karşısında doğru ve adâletli sözü haykırmaktır" buyurdular. (Nesâî, Bey'at 37)
“Allah’ın çizdiği sınırları aşmayarak onları koruyanlarla yasaklarını hiçe sayarak hudûdu çiğneyenlerin durumu aynen şöyledir: Bir gemideki yerlerini almak üzere bir toplum aralarında kur’a çektiler. Bunlardan bir kısmı geminin alt katına bir kısmı da üst katına yerleşmişlerdi. Alt kattakiler su almak istediklerinde üst kattakilerin yanından geçiyorlardı. Alt katta oturanlar hissemize düşen alt kattan bir delik açsak da, üst katımızda oturanlara su almak için eziyet etmemiş olsak, dediler. Eğer üstte oturanlar bu isteklerini yerine getirmek için alttakileri serbest bırakırlarsa hepsi birlikte batar, helâk olurlar. Eğer buna engel olurlarsa hem kendileri kurtulur, hem de onları kurtarmış olurlar.” (Buhârî, Şirket 6)
Günümüzde de İslâm adına İslâm'dan tâvizler vererek bazı işler yapanlar aynen bu hadisteki misalde olduğu gibi gemiyi delmekteler, fakat diğer müslümanlardan hiçbir tepki ve engelleme de gelmemekte, böyle olduğu için bâtıl ve geçersiz olan şeyler müslümanlar tarafından müslümanca bir hareket ve tavır gibi görülmekte ve sergilenmektedir. Bugün hepimizin yapacağı tek iş, İslâm'ı Kur’an ve hadislerden en güzel şekliyle öğrenip yapılacak ve yapılmayacak işleri o bilgiler doğrultusunda yapmak veya yapmayıp engel olmak şeklinde bir tavır ortaya koymak olacaktır. Böylece İslâmî isim ve imajlar altında gayri İslâmî işler yapılmamış ve İslâm tatmin vâsıtası olarak kullanılmamış olacaktır. Bugün bâtıl bid'at, hurâfe ve haram olan pek çok şey İslâmî elbise giydirilerek meşrû imiş gibi gösterilmekte ve kimse tarafından, hiçbir engelleme olmadığı için yapılıp gitmekte ve kafalarda meşrû bir iş gibi kalmaktadır. Kitap ve sünnet gözlüğüyle bakanlar, böyle yapılan pek çok gayrimeşrû işi, bugün İslâmî isimler altında görebilecektir. Gücümüz yettiğince bunlara engel olunmalıdır.
Kendisine: "Ey Allah’ın Rasûlü, içimizde iyiler de olduğu halde felâkete uğrar mıyız?" denildi. Rasûlullah (s.a.s.) de şöyle cevap verdi: “Kötülükler ve fenâlıklar çoğaldığı vakit evet.” (Buhârî, Fiten 4; Müslim, Fiten)
“Yollar üzerinde oturmaktan sakınınız” buyurdu. Sahâbîler: Yâ Rasûlallah, bizim yol ve sokaklarda oturmaktan vazgeçmemiz mümkün değil, çünkü oralarda lüzumlu işlerimizi konuşuyoruz, dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Madem ki vazgeçemiyorsunuz, mutlaka oturmak zorunda kalıyorsunuz; öyleyse yolun hakkını veriniz” buyurdular. Bunun üzerine; "yolun hakkı nedir yâ Rasûlallah?" diye sorulunca; peygamberimiz (s.a.s.): “Harama bakmaktan gözleri korumak, gelip geçenlere eziyet vermemek, verilen selâmı almak, İslâm tarafından iyi denilen şeyleri tavsiye edip kötülüklerden sakındırma vazifesini yerine getirmektir” buyurdular. (Buhârî, Mezâlim 22; Müslim, Libas 114)
“Canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki; ya iyilikleri emreder, kötülüklerden sakındırırsınız ya da Allah size yakında üzerinize bir belâ gönderir de sonra Allah’a duâ edersiniz de duânız kabul edilmez.” (Tirmizi, Fiten 9)
"Size ma'rûf getirene (ikram edene), karşılık veriniz." (Nesâî, Edeb 108; Ahmed bin Hanbel, Müsned, II/68)
“İsrâiloğullarının dindeki bozuklukları şöyle başlamıştır. Bir adam başka birine rastlar ve: 'Hey arkadaş, Allah’tan kork ve yapmakta olduğun şeyi terket, zira o işi yapmak sana helâl değildir' derdi. Ertesi gün aynı işi yaparken tekrar o adamla karşılaşır ve onu yaptığı kötülükten yasaklamadığı gibi onunla yiyip içmekten ve birlikte olmaktan da çekinmezdi. Onlar böyle yapınca Allah, onların kalplerini birbirine benzetti”. Sonra Rasûlullah (s.a.s.) şu âyeti okudu: "Allah’tan gelen gerçekleri örtbas etmeye şartlanmış olan şu İsrâiloğulları Dâvud ve Meryemoğlu İsa’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bu onların isyan etmeleri ve hak, adâlet sınırlarını aşmalarındandır. Onlar birbirlerini işledikleri kötülüklerden vazgeçirmeye çalışmadılar. Yaptıkları şey gerçekten ne kötü idi ve şimdi onlardan birçoğunun Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenlerle dost olduklarını görebilirsin. Nefislerinin onlar için önceden hazırladığı şey ne kadar kötüdür ki Allah onlara gazap etmiştir, onlar azapta ebedî kalacaklardır. Eğer onlar Allah’a ve kendilerine gönderilen peygambere ve ona indirilen her şeye gerçekten inansalardı bu; Allah’tan gelen gerçekleri örtbas edenleri dost edinmezlerdi. Ama onların çoğu İlâhî sınırları aşan kimselerdir." (5/Mâide, 78-81). Bu âyeti okuduktan sonra peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Hayır Allah’a yemin ederim ki ya iyiliği emreder kötülüklerden sakındırır, zâlimin elini tutup zulmünden el çektirir, hakka döndürüp hak üzerinde tutarsınız, ya da Allah kalplerinizi birbirine benzetir de İsrâiloğullarına lânet ettiği gibi size de lânet eder.” (Ebû Dâvud, Melâhim 17)
Tirmizî’nin rivâyeti ise şöyledir: Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “İsrâiloğulları günahlara daldıklarında âlimler onları sakındırdılarsa da onlar izledikleri günahlara devam ettiler. Bu sefer âlimleri de onlarla birlikte oturdular, beraberce yediler, içtiler. Bunun üzerine Allah da onların kalblerini birbirine benzetti de Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle onlara lânet etti. Bu, onların isyan etmeleri ve sınırları aşmaları sebebiyle idi.” Rasûlullah (s.a.s.) dayanmakta olduğu yerden doğrulup oturdu ve: “Hayır, canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, dil ile yasaklama yetmez, siz onları hakka boyun eğdirip hak üzere tutmadıkça bu lânetleme de devam edecektir.” (Tirmizî, Tefsiru Sûre-i Mâide 6)
Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.) şöyle demiştir: "Ey insanlar şüphesiz siz şu âyeti okuyor (fakat, yanlış anlıyor)sunuz: “Ey iman edenler! Siz yalnız kendinizden sorumlusunuz. Eğer siz doğru yolda iseniz sapıklığa düşenler size hiçbir zarar vermezler. Hepinizin dönüşü Allah’a olacaktır ve o zaman Allah size hayatta yapmış oluğunuz şeyleri bildirecektir.” (5/Mâide, 105). Zira ben Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyururken işittim: “Şüphesiz ki insanlar zâlimi görüp de onun zulmüne engel olmazlarsa Allah’ın bütün insanları gazaba uğratması pek yakındır.” (Ebû Dâvud, Melâhim 17; Tirmizî, Fiten Cool
“İsrâ’ya götürüldüğüm (Mi'râca çıkarıldığım) gece, dudakları ateşten makaslarla kesilen birtakım kimselerin yanından geçtim. ‘Bunlar kimlerdir ey Cebrâil’ dedim. Bana şu cevabı verdi: ‘Bunlar dünya ehlinden olan hatiplerdir. İnsanlara iyiliği emrettikleri ve Kitab’ı okudukları halde bizzat kendilerini unutanlardır. Bunlar hiç akıl etmezler mi?” (Müsned-i Ahmed, III/120, 231, 239)
“İnsanlara iyiliği emredip de kendilerini unutanlar cehennem ateşinde bağırsaklarını sürüklerler. Onlara, ‘siz kimlersiniz?’ diye sorulur, şu cevabı verirler: ‘Biz, insanlara hayrı emrettiğimiz halde kendimizi unutan kimseleriz.” (Süyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr, I/158)
“Kıyâmet gününde adam gelir, cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarıya fırlar. Değirmen merkebinin döndüğü gibi bağırsakları etrafında döner. Cehennemlikler onun etrafına toplanır, şöyle derler: ‘Ey filân, sen ma’rûfu emreden, münkerden alıkoyan bir kimse değil miydin?' Şöyle der: ‘Evet, öyle idim. Ma’rûfu emreder, fakat kendim işlemezdim. Münkerden alıkoyar, fakat kendim işlerdim.” (Buhârî, Bed’u’l-Halk 10, Fiten, 17, h. no: 46; Müslim, Zühd 7, 51, h. no: 51 (2989); Ahmed bin Hanbel, Müsned, V/205, 206, 207, 209)
“Kıyâmet gününde azâbı insanlar arasında en çetin olacak kimse Yüce Allah’ın kendisini bilgisiyle faydalandırmadığı ilim adamı olacaktır.” (İbn Mâce, Sünen; el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid I/185)
“Cenâb-ı Hakk’ın Benden önce, ümmetler arasında gönderdiği her peygamberin ashâbı ve havârileri vardır. Bunlar o peygamberin sünnetine ittibâ eder, emirlerine uyarlar. Fakat onlardan sonra öyle nesiller gelir ki yapmadıklarını söyler ve emr olunmadıklarını işlerler. Kim onlara karşı eliyle mücâhede ederse mü’mindir, kim diliyle mücâhede ederse mü’mindir. Bunun ötesinde ise zerre kadar iman yoktur.” (Müslim, İman 80; Ahmed bin Hanbel, I/458, 461)
“Şu muhakkak ki sizin üzerinize birtakım âmirler/yöneticiler tâyin olunacak da siz onların yaptıklarından bazısını mâruf ve güzel göreceksiniz. Kim münker işi çirkin görürse onun günahından berî (uzak) olur. İnkâr edip ondan sakındıran, (günaha katılmaktan) uzak olur. Ancak kim ona râzı olur ve (onu işleyenlere) uyarsa günahından kurtulamaz.” (Sahâbîler) dediler ki: ‘O idarecilerle savaşmayalım mı?’ Buyurdu ki: “Namaz kıldıkları müddetçe hayır!” (Müslim, İmâre 63)
“Kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa, ya hayır (iyi, güzel, hak, doğru, meşrû söz) söylesin veya konuşmasın, sussun!” (Buhârî, Tecrid-i Sarih Terc. 12/131, hadis no: 1981; et-Tâc, 5/183; Riyâzu’s.Sâlihîn, II/120)
“Din nasihattir.” Ashâb sordu: ‘Kim için nasihattir ya Rasûlallah?’ “Allah için, Kitab’ı ve Rasûlü için, müslüman devlet adamları ve bütün müslümanlar için.” (Müslim, İman 95; Buhârî, İman 42, Ahkâm 43; Tirmizî, Birr 17; Nesâî, Bey’at 31; Ebû Dâvud, Edeb 59) (Nasihat, öğüt vermek yanında, ihlâslı/samimi olmak anlamına da gelir)
“Her ma’rûf/iyilik, güzel söz bir sadakadır.” (Müslim, Zekât 16, Ebû Dâvud, Zekât 60; Buhârî, Edebu’l-Müfred, I/245)
“Bir hayırlı işe delâlet eden (vesile olan) kimse için, o hayırlı işi işleyenin sevâbı gibi mükâfat vardır.” (Müslim, İmâre 38; Ebû Dâvud, Edeb 115; Tirmizî, İlm 14)
“Kim bir hayra ve iyiliğe klavuzluk ederse ona hayrı işleyenin sevabı kadar sevap vardır.” (Müslim, İmâre 133)
“İnsanları doğru yola çağıran kimseye kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını dalâlete/sapıklığa çağıran kimseye de kendisine uyanların günahı gibi günah yazılır, ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.” (Müslim, İlim 16; Tirmizî, İlm 15; Ebû Dâvud, Sünnet 6)
“İslâm'da iyi bir çığır açan kimseye, açtığı o çığırın sevâbı verileceği gibi, o yolda gidenlerin sevabı da verilir ve onların sevabından da hiç bir şey eksilmez. Her kim de İslâm'da kötü bir çığır açarsa, o kimseye açtığı çığırın günahı yükletildiği gibi, kendisinden sonra o yoldan gidenlerin günahı da yükletilir. Fakat onların günahlarından da hiçbir şey noksanlaşmaz.” (Müslim, Zekât 69)
Ebu’l-Abbas Sehl İbn-i Sa’d es-Saidî (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Hayber gazvesi gününde Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Bu sancağı yarın öyle bir kimseye vereceğim ki Allah, onun eliyle Hayberi fetheder. Hem o kimse Allah’ı ve Rasûlünü sever, Allah ve peygamberi de onu sever.” Bunun üzerine insanlar sancak kime verilecek diye geceyi konuşarak geçirdiler. Sabah olunca sancağın kendisine verileceği ümidi ile bütün sahâbîler Rasûlullah (s.a.s.)’in huzuruna koştular. Peygamber efendimiz: “Ali İbn-i Ebû Talib nerede? Diye sordu. Sahabiler: ‘Ey Allah’ın Rasûlü, o gözlerinden rahatsız’ dediler. Bunun üzerine peygamberimiz: “Ona haber götürecek birini gönderiniz” buyurdular. Ali derhal getirildi. Rasûlullah (s.a.s.) onun gözlerini tükrüğüyle tedâvi edip kendisine duâ etti, hiç ağrı görmemiş gibi oldu. Peygamber sancağı ona verdi. Ali: ‘Yâ Rasûlallah! Onlar da bizim gibi mü’min oluncaya kadar mı savaşacağım?’ dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): “Yavaş ve sâkin olarak onların yanına var, onları İslâm’a çağır. Uymaları gereken Allah’tan gelen yükümlülükleri kendilerine bildir. Allah’a yemin ederim ki senin vâsıtanla Allah’ın bir kimseye hidâyet vermesi, senin için kırmızı develere sahip olmaktan daha hayırlıdır” buyurdu. (Buhârî, Fezâilü’s-Sahâbe 9, Müslim; Fezâilü’s-Sahâbe 34)
“Hayırlı söz söyleyip de insanlar arasını düzelten, yahut hayır ileten, yalancı değildir.” (Buhârî, Sulh 2; Müslim, Birr 101)
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” (Buhâri, İlim 11; Müslim, Cihad 5, 6)
“Öğretiniz ve kolaylaştırınız.” (Bu sözü üç defa söyledi.) “Bir de öfkelendiğin zaman sus!” (Bunu da iki defa söyledi.) (Ahmed bin Hanbel, Müsned Hadis no: 2136, 2556)
“Allah güzeldir, güzelliği sever.” (Müslim, İman 147; İbn Mâce, Duâ 10)
“Mü’min dil uzatıcı değildir, lânet okuyucu değildir, kötü iş yapan değildir, kötü, kaba ve çirkin söz söyleyen değildir.” (Tirmizî, Birr 48, hadis no: 1978)
“Bir kimse, başka bir kimseyi fıskla veya küfürle itham etmesin. Aksi takdirde, itham edilen arkadaşında bunlar yoksa, kelime (itham ettiği sıfat) kendine döndürülür.” (Buhârî, Edeb 44)
“Bir mü’mine şer olarak, müslüman kardeşine hakaret etmesi kâfidir.” (Riyâzu’s-Sâlihîn, III/156)
“Kim bana iki bacağı arasındaki tenâsül uzvunu (haramdan koruyacağına), iki çenesi arasındaki dilini de (yasaklanmış çirkinliklerden koruyup güzelliklerle süsleyeceğine) garanti verirse, ben de ona cenneti garanti ederim.” (et-Tâc, 5/183)
"Halkın seviyesine ininiz." (Ebû Dâvûd, Edeb 20)
"Kendisinin yapmadığı bir davranışa veya söze insanları çağıran kişi ya vazgeçinceye veya çağırdığı şeyi yapıncaya kadar Allah'ın azâbının gölgesi altındadır." (Taberânî, naklen İbn Kesir, II/325-326)
"Cehennemde, cehennem ehlinin kokusundan bîzâr/şikâyetçi oldukları bir adam vardır." Denildi ki: "O kimdir ey Allah'ın Rasûlü?" Hz. Peygamber (s.a.s.) de: "İlminden kendisi istifâde etmeyen âlimdir" buyurdu. (Tefsir-i Kebir, II/482)
"Kendisi yapmadığı halde insanlara hayrı (iyiliği) öğreten kimse tıpkı insanları aydınlatırken kendisini yakıp tüketen bir kandil gibidir." (Tefsir-i Kebir, II/482)
Hasan Basri: “İnsanlara uygulamanla, fiilinle nasihat et; sadece sözlerinle değil.” (Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 273). Yine Hasan Basri'nin diğer bir nasihati: “Mârufu emreden birisi olduğun zaman, onu kendisi yaşayıp uygulayanlardan ol; yoksa helâk olursun. Münkeri de sakındıranlardan olduğunda ise, ondan kendisi sakınanlardan ol; yoksa helâk olursun.” (Ahmed bin Hanbel, ez-Zühd 360)
Cerir İbn-i Abdullah (r.a.) şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.s.)’e namazı her an devam ve duyarlılık üzere kılacağıma, zekâtı hakkıyla vereceğime ve tüm müslümanlara her zaman nasihatte bulunacağıma dair anlaşıp siyasî otoritesini kabul edip bey'at etmiştim/elini sıkmıştım. (Buhârî, İman 42; Müslim, İman 97)
“Sizden biriniz kendisi için arzu edip istediği şeyi din kardeşi için de arzu edip istemedikçe iman etmiş olamaz.” (Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71)
Ebû ’l Velid Ubâde İbn-i Sâmit (r.a.) şöyle demiştir: "Biz zorlukta ve kolaylıkta, sevinçli ve kederli anlarda söz dinlemeye ve boyun eğmeye ve başkalarının bize tercih edildiği zamanlarda bile ses çıkarmaksızın itaat etmeye, elimizde bulunan kesin delillere göre açık küfür sayılan bir şey görmedikçe iş başındakilerin işlerine karışmamaya, nerede olursak olalım kimseden çekinmeksizin hakkı söylemeye Allah yolunda ve Allah’ın rızâsı için hiçbir kınayanın kınamasından korkmayacağımıza dair Rasûlullah (s.a.s.)’in siyasî otoritesini kabul edip bey'at ederek elini sıktık." (Buhârî, Ahkâm 42; Müslim, İman 41)
Rasûlüllah (s.a.s.) Abdulkays oğullarından Eşecc’e: “Sende Allah’ın sevdiği iki özellik vardır: Yumuşak huyluluk ve acele etmeden sabırla hareket etmek.” (Müslim, İman 25)
“Allah kullarına merhametle ve büyük lutfuyla muâmele eder. Bütün işlerde de kolaylık ve yumuşaklık gösterilmesinden memnun olur. ” (Buhârî, Edeb 35; Müslim, Birr 48)
“Allah, kullarına karşı daima kolay ve yumuşak olanı yapar, onlar hakkında yumuşak davranır. Her işte ve tüm kişilere karşı yumuşak davranılmasını sever ve memnun kalır. Katılık ve zorla yapılan başka işlerde vermediği sevâbı, kolaylık gösterilerek yapılan işlere verir.” (Müslim, Birr 77)
“Hangi işte kolaylık ve yumuşaklık varsa, o, işi güzelleştirir. Kolaylık ve yumuşaklığın kendisinden çekilip çıkarıldığı her iş ise onu çirkinleştirir.” (Müslim, Birr 78)
“Yarım hurmayla da olsa (onu sadaka vererek) kendinizi cehennemden koruyunuz. Bunu da bulamazsanız güzel ve tatlı sözlerle. Güzel söz sadakadır.” (Buhârî, Edeb 34; Müslim, Zekât 66)
“Yumuşak ve kolaylaştırıcı davranmayan kimse bütün hayırlardan mahrum kalmış olur.” (Müslim, Birr 74)
“Namazı uzatmak hutbeyi kısaltmak kişinin dini iyi bilip anlayışlı olduğunu gösterir. O halde namazı uzunca kıldırıp hutbeyi kısa kesiniz.” (Müslim, Cuma 47)
“Bir adam müslüman kardeşine; “ey kâfir” derse bu söz ikisinden birine döner. Eğer böyle denilen kişi söylendiği gibi ise bu söz yerini bulmuş olur. Aksi takdirde bu söz söyleyene geri döner.” (Buhârî, Edeb, 73; Müslim, İman 111)
“Kim bir adamı 'ey kâfir veya 'ey Allah’ın düşmanı' diye çağırırsa ve o kimsede denildiği gibi değilse bu söz söyleyenin kendisine döner.” (Buhârî, Edeb 44; Müslim, İman 112)
Bu iki hadis-i şerif müslümana yakışmayan “kâfir” ve “Allah’ın düşmanı” gibi sözlerin söylenemeyeceğini ve bunun büyük bir günah olduğunu bildirir. Câhillik yüzünden ve aşırı kindarlık sebebiyle İslâm düşmanlarına hizmet ettiklerinin farkında olmayan bazı müslümanlar tarihin her döneminde varolagelmiştir.
Gerçekten müslümanın vazifesi bir Müslüman kardeşini işlediği bir hatadan dolayı İslâm toplumundan dışlaması değil, onu kardeşçe ve İslâm âdâbına uygun biçimde uyarıp ikaz etmek, hata ve günahlarından kurtulmasına vesile olmaktır. Peygamberimiz bizden bu hassâsiyete riâyet etmemizi istemiş ve böyle bir hata yapan kimseye o sözün geri döneceğini bilmesi gerektiğini bildirmiştir. Çok tehlikeli olan bu sözden Müslüman daima kaçınmalı ve uzak durmalıdır. Bilerek veya bilmeyerek düşmanlara hizmet etmemelidirler.
Câhillik ve bilgisizliğin yanı sıra bir de bilerek tekfirci olmak durumu vardır ki, bugün yeryüzünde İslâm âleminin durumu meydandadır. Müslümanların birlik ve beraberlik içinde birbirlerini tevhid inancına çağırmaları, küfür ve şirke düşmelerini engelleyecek esasları ortaya koyarak birbirlerini ikaz ve irşadla doğru öğrenme ve İslâmî eğitim kurumlarını çalıştırmaları ve kardeşlik üzere birbirlerine nasihat etmeleri ve birbirlerini ikaz ederek düzeltmeleri uygun olur.
“Bir mü’min bir mü’min kimseyi kötülemez, lânetlemez, kötü söz söyleyip çirkin davranışlar ortaya koymaz.” (Tirmizî, Birr 48)
“Sözde ve işte ince eleyip sık dokuyan kimseler helâk oldular” buyurdu ve bu sözü üç defa tekrarladı. (Müslim, İlim, 7)
Dikkatimiz çekilmek için üç sefer tekrarlanan, dengeli ve ölçülü olmamızı tavsiye eden bu hadis-i şerife göre, edebiyat parçalamak için sözde ileri giden, her türlü farz ve nâfile ibâdetlerde başkalarına farklı davranışlarıyla dikkat çekmek isteyenler, aşırı nezâket ve kibarlık budalası durumuna düşenler, tüm Müslümanlar arasında yalnızlığa itilmiş olur. Böylece İslâm cemaati içinde yalnızlığa itilmiş olmaktan daha büyük bir belâ da düşünülemez. Bu hadisle dinde ve sosyal hayattaki her türlü aşırılıklardan uzak durularak ne sivrilip ne de geri kalarak, göze batan insan durumuna düşmemek öğütleniyor.
“Muhakkak ki Allah sığır cinsinin otu yerken ağzında evirip çevirdiği gibi sözü ağzında evirip, çevirerek lugat parçalayan kimselere buğzeder.” (Ebû Dâvud, Edeb 94; Tirmizî, Edeb 72)
Allah her işte samimiyet ve iyi niyeti esas alır. Hava atmak ve gubuzluk yapmak için konuşmada ağzı evirip çevirmek durumu yasaklanmış ve kişi sığır gibi büyük baş hayvana benzetilmiştir. Güzel konuşmakla, yapmacık konuşmayı birbirine karıştırmamalıdır. Konuşurken kendini farklı gösterme ve bilgiçlik taslama İslâmî edebe aykırı kabul edilip yasaklanmıştır. Göründüğünden başka tavırlar sergilemek münâfıklık alâmeti sayılır. Müslümanlar her halinde Allah’ın rızâsını kazanacak şekilde olmak durumundadır, b
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
gespenst
Administrator

Administrator
gespenst


Mesaj Sayısı : 1393
Kayıt tarihi : 23/07/09
Yaş : 44
Nerden : ANKARA

Emr-i Bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l-Münker; Anlam ve Mâhiyeti Empty
MesajKonu: Geri: Emr-i Bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l-Münker; Anlam ve Mâhiyeti   Emr-i Bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l-Münker; Anlam ve Mâhiyeti Icon_minitimePerş. Tem. 29, 2010 5:15 pm

güncel.........
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Emr-i Bi’l-Ma’rûf ve Nehy-i Ani’l-Münker; Anlam ve Mâhiyeti
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» İslam Anlam ve Mahiyeti
» Ehl-i Kitap; Anlam ve Mâhiyeti
» Hamd; Anlam ve Mâhiyeti
» Şehadet Anlam ve Mahiyeti
» Kuranda Takva Kavramı Anlam ve Mahiyeti

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi :: 

İslamiyet ( Her Müslüman 'a Lazım Din 'i Bilgiler )

 :: İslamiyet Genel
-
Buraya geçin: