iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi
Vakit Namazınızı Kıldınızmı?

Hoş Geldiniz Forumdaki Konulardan Tam Anlamıyla Faydanalabilmek İçin Giriş Yapınız Uye Degılsenız 1 Dakıkanızı Ayırarak Kayıt Olunuz---ByNoKta
iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi
Vakit Namazınızı Kıldınızmı?

Hoş Geldiniz Forumdaki Konulardan Tam Anlamıyla Faydanalabilmek İçin Giriş Yapınız Uye Degılsenız 1 Dakıkanızı Ayırarak Kayıt Olunuz---ByNoKta
iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi

CİNLERE, ŞEYTANLARA, İFRİTLERE ve DİĞERLERİNE, BÜYÜYE VE SİHRE KARŞI İNSANLARIN KALESİ ( SİTEMİZDEKİ HERŞEY ÜCRETSİZ ve KARŞILIKSIZDIR )
 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Mustafa İSLAMOĞLU Yahudileşme Temayülü Adlı Eserindeki Hatalar

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
haydarı kerrar
Administrator

Administrator
haydarı kerrar


Mesaj Sayısı : 2630
Kayıt tarihi : 24/05/09
Nerden : ANKARA

Mustafa İSLAMOĞLU Yahudileşme Temayülü Adlı Eserindeki Hatalar Empty
MesajKonu: Mustafa İSLAMOĞLU Yahudileşme Temayülü Adlı Eserindeki Hatalar   Mustafa İSLAMOĞLU Yahudileşme Temayülü Adlı Eserindeki Hatalar Icon_minitimePaz Ocak 03, 2010 5:19 am

“YAHUDİLEŞME TEMAYÜLÜ” MÜ ?
YOKSA (!!!) ?
اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطاَنِ الرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
الْحَمْدُ للهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىٰ سَيِّدِيناَ مُحَمَّدٍ وَعَلىٰ اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ وَبَعدَ
Muhterem Okuyucu,
“Anadolu’da Vakit” Gazetesi’nin promosyon olarak vermiş olduğu Mustafa İslamoğlu’nun “Yahudileşme Temayülü” isimli kitabını okudum. Muhterem bir hocamın da tespitlerine ilaveten mezkur kitapta gerek ehl-i sünnet vel-cemaat akidesine ve fıkhına ve gerek bazı ayet-i kerimelerin muteber kaynaklardaki tefsirine ters düşen ve gerekse bazı nakillerde tahribatlar yapan bölümlerine rastladım. Bununla beraber dikkatimi çeken başka bir durum ise; yazarın iddialarını gayet edebî bir üslup ve ustaca bir anlatımla sunmuş olmasıdır. Dolayısıyla bu yanlış iddiaların farkına varabilmek ancak bir uzmanlık işi olduğundan, her Müslümanın bunun farkına varmasının zor olması hasebiyle; tehlike daha da büyümüş olmaktadır.
Değerli Okuyucu,
Bu reddiyeyi ele almamdaki amacım; gerek dünyevî ve gerekse uhrevî hayat felaketlerini doğuracak zehirlerin, altın tas içinde sunulduğu zamanımızda siz kıymetli kardeşlerimi bu tehlikelerden haberdar etmektir. Yoksa bizim hiç kimsenin şahsıyla işimiz yoktur. Üzerinde durduğumuz nokta; dinimizin temel kaynakları olan tefsir, hadis ve fıkıh ilmimize gerek yanlış yorumlarla ve gerekse iftira taktikleriyle uzanan dilleri sağlam delillerle kesmek ve bu kişileri sırat-ı müstakime yanaşmaya davet etmektir.
Adı geçen kitapta tespit ettiğim yanlışları sayfa numaralarını da vererek maddeler halinde izah etmeye başlıyorum inşaallah.
1. Yazar “Şahsiyetli Toplum Oluşturma Sanatı” başlığı ile verdiği açıklamaların 244’ten 247. sayfaya kadar devam eden bölümlerinde adet gören kadının toplumdaki nazarı ve ibadeti ile ilgili olarak; İslam Fıkhı’nın Yahudî etkisinde kaldığını iddia etmekte ve lâkin müracaat ettiği kaynak bilgilerini aslından uzak ve yanlış olarak vermektedir.
Şöyle ki: Yazar, Buharî şarihi İbn-u Hacer’in “denildi ki” ifadesiyle vermiş olduğu ve hadis usulünde zayıf bir görüşü aktarma şeklini İbn-u Hacer’e mal etmiş ve bunu kendi iddialarına bir delil olarak göstermiştir. Halbuki İbn-u Hacer “denildi ki” ile aktardığı görüşü verdikten sonra; tamamen bunun muhalifi olan kendi görüşünü beyan etmiş ve “cumhurun görüşü de böyledir” demiştir. Fakat yazarımız ya kasıtlı olarak kaynakta tahribatlar yaparak konuyu çarpıtmış ya da ibareyi anlamaktan uzak bir cehaletin içine düşmüştür. Bu arada ileri sürdüğü iddasına malzeme toplama babında, Tirmizi’deki bir hadis-şerif hakkında yazılmış olan dipnotta İmam Ahmed bin Hanbel (rh.a.)’e isnad edilip “bu hadis uydurmadır” sözüne dört elle tutunurken az aşağıdaki dipnotta ise yazarın iddialarını geçersiz kılan ve yine İmam Ahmed (rh.a.)’e ait olan görüşlerini görmezden gelmiştir. Ayrıca Tirmizi’nin metninde, İmam Ahmed (rh.a.) hadisin ravisi hakkında: “İsmail bin Ayyaş son salihlerdendir.” İfadesini beyan etmiş iken, yazar efendi her nedense zayıf olduğu dipnot sahibi tarafından da ispat edilen bir iddianın gölgesine sığınabilmiş ve İslam fıkhında otorite kabul edilen ehl-i sünnetin dört mezhebinin mutlak ve mukayyed müctehit imamlarına muhalefet etmenin peşine düşmüştür. (Mezahib-ul Erbaa c.1, s.123 Abdurrahman Ceziri)
Halbuki yazarın dipnotundan, yanlış iddiasına mesned getirmeye çalıştığı kitabın metninde, İmam Tirmizî’nin (rh.a.) Hz. Resulullah (s.a.v.)’den:
“Hayızlı (kadın) ve cünüp olan kişi -gerek az ve gerek çok olsun- (Tuhfet-ül Ahvazi, Tirmizi Şerhi c.1, s.346) Kur’an-ı Kerim’den hiçbir şeyi okumasın” (A.g.e. c.1, s.346) mealindeki hadis-i şerifini rivayet ettikten sonra bunun Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sahabeleri, tabiin ve onlardan sonra gelen; Süfyan-ı Sevrî, Abdullah ibn-i Mübarek, İmam-ı Şafii, İmam-ı Ahmed ve İshak gibi ilim ehlinin çoğunluğunun da görüşü olduğunu beyan etmiştir. Ayrıca bu konu ile ilgili olarak İmam-ı Tirmizî (rh.a.) Hz. Ali (r.a.)’den:
“Hz. Resulullah (s.a.v.) cünüp olmadığı zaman bizlere Kur’an-ı Kerim’i okurdu (öğretirdi).” mealindeki hadis-i şerifini rivayet etmiş ve hadis hakkında da hasen ve sahih olduğu beyanatını vermiştir ( A.g.e. 111. Bab Hadis No: 146, s.385-386.)
Görülüyor ki mesele; yazar beyin münferid inancı gibi olmayıp sahih hadis-i şeriflerin açık beyanı ile hareket eden muhakkik ve mudakkik ulema-i kiram efendilerimizin dediği gibidir.
Yine yazar, yapmış olduğu çarpıtmalarla hızını alamamış ve kitabının 247. sayfasında daha da ileri giderek, kadının adetli durumu münasebetiyle dua, zikir ve ilim gibi ibadetlerden uzaklaştırıldığını ve bunun bir Yahudileşme temayülü olduğunu söyleyerek, fıkıh ulemasına çok çirkin bir iftira atmanın yoluna girmiştir. Halbuki İslam ulemasının meseleye yaklaşımı yazarın iftira içerikli iddiası gibi olmayıp, “kadın tavaf dışında haccın bütün menasikini yapabilir” manasındaki nebevî hadisin ışığında “adet gören kadın dua içerikli ayet-i kerimeleri de, hadis-i şerifleri de okuyabilir” (Mevsuat-ul İcma’ Fil Fıkh-il İslamî, c.1, s.357, Sa’di Ebu Ceyb) şeklindedir. Görülüyor ki, yazarın bir iftira terimi olarak ileri sürdüğü “erkeksi fıkıh” anlayışı, kitabında hedef tahtasına koyarak saldırdığı fıkhî ekollerin hiç birinde olmamıştır. Yazar böyle bir terimi öne çıkarmakla acaba feminist bir etkileşimin tesirine mi girmiştir! Hakikaten ben de bunu merak etmekteyim.
2. Yazar kitabının 164. sayfasında “Nesh ve Tashih Adı Altında Yapılan Tahrifat” başlığıyla vermiş olduğu ifadelerle Kur’an-ı Kerim’de neshin olmadığını iddia etmekte ve 166. sayfada da: “Kur’an’ın iki kapağı arasında yazılı olup da hükmü geçersiz olan hiçbir ayet yoktur” demektedir. Önce “nesh” nedir ona bakalım: “Nesh, şer’i bir hükmün yine sonradan gelen şer’i bir hükümle kaldırılmasına verilen isimdir.” (Revai-ül Beyan Tefsir-ul Ayat-il Kur’an, c.1, s.83, M. Ali Sabunî) Neshe başka bir anlayışla yaklaşan yazar, Cenab-ı Allah’ın (c.c.) Kur’an-ı Kerim’i inzal buyurmakla daha önce göndermiş olduğu şeriatları nesh ettiğini savunurken, Mevlay-ı Müteal’imizin bir hikmete binaen, İslam’a göre yaşamayı Müslümanlara tedricen öğretmek için, daha önce gönderdiği bir hükmünü sonradan yine kendisinin gönderdiği başka bir hükümle değiştirmesini kabul edememektedir.
Yazar, İslam’da neshin varlığı hakkında görüş ittifakı içinde olan müfessirler, müctehitler ve fukahanın tamamının hilafına hareket etmekle ikinci bir Ebu Müslim-i İsfahanî olmanın hayaline kapılmıştır.
Yazarın iddiasını gün gibi açık bir şekilde çürüten sadece iki delil sunacağım. Birinci delilimiz bir ayet-i kerimenin hükmünün başka bir ayet-i kerime ile nesh edilmesi hakkındadır. Malumdur ki, İslam’ın ilk devirlerinde içkinin içilmesini yasaklayan herhangi bir hüküm yoktu. Fakat başta Hz. Ömer (r.a.) olmak üzere bir çok sahabe-i kiram içki hakkında bir yasağın gelmesini arzu ediyorlardı. Bunun üzerine şu mealdeki ayet-i kerime nazil oldu:
“Sana şaraptan ve kumardan soruyorlar. De ki: “Her ikisinde de büyük günah vardır. Ve insanlar için (zahiri bazı) faydalar da vardır. Bunların günahı faydalarından çok (daha) büyüktür”( Bakara Suresi, Ayet: 219 )
Bunun üzerine içki içen bazı sahabeler “zararı faydasından daha fazladır” ifadesindeki tavsiyeye uyarak içkiyi terk ettiler. Bu ayet-i kerime içkinin bir cihetine dikkat çekmekle beraber her hangi yasaklayıcı bir hüküm taşımıyordu. Daha sonra bir sahabenin sarhoş olarak kıldırdığı namazda ayet-i kerimeyi manayı bozacak şekilde okuması üzerine şu mealdeki ayet-i kerime nazil oldu:
“Ey iman edenler, sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın” ( Nisa Suresi, Ayet: 43 )
Bunun üzerine içki içmekte olan bazı sahabeler de bu ayetin emrine istinaden içkiyi terk ettiler. Nihayet:
“Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları şeytanın işinden olan birer pisliktirler. Artık ondan sakınınız ki, kurtuluş bulabilesiniz.”( Maide Suresi, Ayet: 90) Mealindeki ayet-i celile bu işe son noktayı koydu ve daha önceki bu konuyla ilgili ayet-i kerimeleri nesh ederek içki içmeyi kesin bir emirle yasaklamış oldu.
Şimdi yazarın iddia ettiği gibi Kur’an-ı Kerim’de eğer nesh yoksa, ve bu durumda; bir Müslüman’ın daha önceki ayet-i kerimelerin yasaklayıcı olmayan hükümlerine bakıp da, içki içmesi normal kabul edilebilir mi? Ve yine bir Müslüman’ın: “Madem Kur’an-ı Kerim’de nesh yoktur, öyleyse istediğim ayet-i kerime ile amel eder ve içkiyi bazen içer bazen de terk ederim” demesinin yolu var mıdır?
Evet, görüldüğü gibi yazar büyük bir gafletin içine düşmüştür. Kur’an-ı Hakim’de nesh vardır. Tabi ki bu konuda, yazarın kafasının almadığı ve anlamaktan aciz kaldığı birçok hikmet ve faydalar dahi vardır.
İkinci delilimiz sünnete dayalı bir hükmün Kur’an’a dayalı bir hükümle nesh edilmesi gerçeğidir. Yine malumdur ki; Hz. Resulullah (s.a.v.) Efendimiz ve ashab-ı güzini Medine-i Münevvere’ye hicretlerinin ilk dönemlerinde Kudüs’teki Mescid-i Aksa’ya yönelerek namaz kılıyorlardı. Bunun böyle olmasını emreden her hangi bir ayet te olmadığı için, Efendimiz bunu kendi uygulaması olarak tatbik ediyordu. Çünkü kendisinden önceki peygamberlerin kıblesi de Mescid-i Aksa idi. Fakat böyle yapmakla birlikte gönlünde Mescid-i Haram’a yönelmek sevdası da yatmıyor değildi. Nitekim bu konuda bir emr-i ilahinin gelmesi intizarıyla bazen mübarek yüzünü semaya kaldırıyordu.( Bakara Suresi, Ayet: 144 ) Bunun üzerine namazda iken Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yönünü Mescid-i Haram’a çevirmesi emri (Bakara Suresi, Ayet: 144, 149-150) gelerek önceki kıblenin hükmü nesh edilmiş oldu. Görüldüğü gibi; İslam’da ayetin ayetle neshi olduğu gibi, sünnetin de ayetle neshi vardır.Ve hatta cumhur-u ulemanın görüşüne göre ayeti- kerimenin bile sünnet ile nesh olunduğu yerler dahi vardır. (Revai’ül Beyan, Tefsir-ül Ayat-il Kur’an, c.1, s.97-98)
3. Yazar, kitabının 158. sayfasında yine neshi diline dolamış ve en sahih hadis kitaplarına karşı şüphe ile bakılmasına yol açabilecek tarzda, bilinçli bir şekilde okuyucunun şuur altına göndermeler yapmaya yeltenmiş ve sırf neshin varlığını inkâr etmek için bazı iddialar ileri sürmüştür. Yazar, süt kardeşliğinin sübutu için süt emmenin sayısı ile ilgili olarak bilgi veren ve Sahih-i Müslim’de rivayet edilen bir hadis-i şerifi, görüş açısı dar olduğundan dolayı kabule yanaşmamış ve böylece yine neshi inkâr etmenin batağına saplanmıştır.
Olayın aslı şöyledir: Hz. Aişe (r.anha) annemiz; süt emme ile meydana gelen haramlığı beyan eden sayının daha önce 10 olduğunu; bunun, sayıyı 5’e indiren ayet ile nesh olduğunu ve Hz. Resulullah (s.a.v.)’in vefatına yakın nesh olunan bu ayetin bazı insanların yanında hâlâ Kur’an ayeti olarak okunduğunu haber vermişlerdir.( Sahih-i Müslim, İmam Nevevî Şerhi, c.10, s.29 )
İmam Nevevî (rh.a.) meseleyi şöyle izah etmektedir: “Bu ayet-i kerime Hz. Resulullah (s.a.v.)’in vefatına yakın nesh olunduğu ve bazı insanların da bundan haberleri olmadığı için onu Kur’an’dan bir ayet olarak okumuşlar, fakat bu ayetin neshi ile ilgili haber onlara ulaşınca artık okumayı terk etmişlerdir.” Bundan sonra İmam Nevevî (rh.a.) neshin çeşitlerini izah etmiş ve şöyle demiştir: Nesh Üç Kısımdır :
a) Hem hükmü ve hem de tilaveti nesh olunun: Sütün hürmetini 10 sayısı ile beyan eden ayet-i kerime gibi.
b) Sadece tilaveti nesh olup hükmü baki kalan: Süt emme hürmeti sayısını 5’e indiren ayet ile “Şeyh ile şeyhuhe (evli erkek ile evli kadın) zina ettikleri zaman onları recmedin” ayeti gibi.
c) Sadece hükmü nesh olup tilaveti baki kalanlar: Bakara suresinin 240 nolu ayet-i kerimesi başta olmak üzere Kur’an’da bunların örnekleri çoktur.( A.g.e. Aynı sayfa )
Görüldüğü üzere olay, yazarın iddiası gibi olmayıp sahih kaynaklarımızın anlattığı şekildedir.
1 Yazar, kitabının 39. sayfasında “Lanetli kavim yoktur, lanetli mantık vardır” demekte ve bununla, Kur’an’la tescil edilen bir hakikati sulandırmaya çalışmaktadır. Tarih sahnesine çıktıkları günden itibaren, sürekli yeryüzüne ifsat ve fitne tohumları saçan, başta ma’sum peygamberler olmak üzere birçok insanın kanını döken ve halen günümüzde de yer küresinin dört bir yanında meydana getirilen anarşi, işgal, zulüm, soykırım, sömürü v.s. leri ya bizzat yada perde arkasında planlayarak finanse eden ve mel’anettte müşrikleri dahi geride bırakmış olan Yahudileri aklamanın ve onların üzerindeki ilahi lanet damgasını temizlemenin peşine düşmüştür. Ne demek yani, Kur’an-ı Kerim’de lanetli kavim yokmuş! Yazar bu görüşü ileri sürmekle acaba hangi fikre hizmet etmektedir. Cenab-ı Allah’ın: “Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık” (Maide Suresi, Ayet: 13) ve “Yahudiler, «Allah’ın eli bağlıdır (cimridir)» dediler. Kendi elleri bağlandı (cimrileştiler) ve söylediklerinden dolayı lanetlendiler”( Maide Suresi, Ayet: 64 ) mealindeki beyan-ı şerifleri gayet açık bir ifadeyle Yahudilerin lanetlendiklerini beyan etmiyorlar mı?
Ancak yazar efendi, İmam Ahmed (rh.a.)’den aktardığı bir hadis-i şerife sarılmış amma ve lâkin hadisin metninde olmadığı halde “hiçbir zaman” kelimesini kendisi ilave etmiş ve ayrıca hadis-i şerifin meseleyi devam ettiren bölümünü de keserek; bir Bektaşî’ye nispet edilen “namaz kılmama fetvasına” benzer mesnetsiz bir kulpa yapışmıştır. Hadisin meali şöyledir: İbn-i Mes’ud’dan rivayet olundu: “Resulullah (s.a.v.)’den maymun ve domuzlar hakkında, “(onlar bugünkü) Yahudilerin neslinden midir?” diye sorduk. Bunun üzerin Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Muhakkak Cenab-ı Allah bir kavme lanet etmemiştir ki, onları mesh etmiş (fiziksel yapılarını değiştirmiş) olsun ve onların da bir nesli olsun. Ve lâkin bu (maymun ve domuzlar daha önce) var idi. (Cenab-ı Allah) Yahudilere gazab edince onları mesh etti (ve) o (nları hayvanlar) gibi kıldı” ( Ahmed İbni Hanbel, c.1, s.379, 375, 421 )
Bu hadiste açıkça görüldüğü gibi; Yüce Mevlâ’mızın bir kavmi lanetlemediği olayı değil, lanetlenip de mesh edilen bir kavimden (maymun ve domuzların) türemediği ifade buyurulmaktadır. Zaten İbni Abbas (r.a.)’in de ifade ettiği gibi maymuna dönüştürülen bu taife üç gün yaşamış ve daha sonra helâk olmuşlardır. ( Tefsir-i Kurtubî, c.1, s.299, Bakara suresi 65. ayet tefsiri )
Evet, konu neticesi olarak şunu söylemek lazımdır: Lanete uğramak yüce Mevlâ’nın rahmetinden ve dergah-ı ilahiyesinden uzaklaştırılmak olduğuna göre, tarihin seyri içerisinde bir çok kavim yaptıkları isyanlarından dolayı Allah (c.c.)’nın gazabına uğramışlardır. Bu gazap bazen bir tufan, bazen kuvvetli bir ses, bazen taş yağmuru, bazen kuvvetli bir yel …v.s. ve bazen de mesh etme (suret değiştirme) şeklinde gerçekleşmiştir. İşte bu gazap türlerinden biri de Yuhudilerden bir gurubun, yaptıkları isyanlarından dolayı Cenab-ı Allah’ın lanetine uğramalarıdır.
Bugünkü Yahudilerin de bu lanetli kavme dahil edilip edilmeme konusuna gelince: Eğer bu günkü Yahudiler de geçmişteki atalarının cürüm, isyan ve ifsadlarını tahrif ettikleri dinlerinin bir gereği olarak kabul ediyorlarsa –ki bugünkü ifsad ve zulümleri bunu göstermektedir– elbetteki onlara da lanetli demekte hiçbir sakınca yoktur.
2 Yazar, kitabının 21. sayfasında: “Kur’an’ın hiçbir konuya ayırmadığı kadar, bu (Yahudileşme) konusuna yer ayırmasının, şimdiye kadar tefsirlerde değinilen sebeplerin dışında daha ciddi bir izahı olsa gerek” demekte ve tefsir ulemasını kıt bilgi vermekle itham etmektedir. Tefsir konusunda ellerine su dökemeyecek kadar geride olan yazarın Yahudiler hakkında haber veren ayetler ile ilgili olarak sadece Kadı Beydavî ile Seyyid Kutub’un tefsirlerine bakmasının yeterli olacağını ve insaf ile hareket edecek olursa saplanmış olduğu kibrinden de kurtulacağını ümit ediyorum. (Kadı Beydavî, Tefsiri, c.3, s.25, Seyyid, Kutub Fi-Zilal-i Kur’an Tefsiri, Yahudilerle ilgili ayet-i kerimeler)
3 Yazarın sergilemiş olduğu hezeyanlarından bir tanesi de; hadis-i şeriflere ilave yapıldığı iddiasıdır. Kitabının 155. sayfasına almış olduğu bir hadis-i şerife; “müteammiden (kasıtlı olarak)” kelimesinin sonradan ilave edildiğini söylemekte ve böylece Efendimiz (s.a.v.)’in mübarek sözleri olan hadis-i şerifler hakkında insanları şüpheci bir bakışa yönlendirmektedir. Yazar bey, bu lafzın sonradan hadis-i şerife dahil edildiği iddiasını neye dayandırmaktadır? Halbuki bu hadis- şerif mütevatir olup sıhhatinde en ufak bir hatanın olması dahi mümkün değildir. Acaba bu iddiayı kitabına malzeme doldurma babında alan yazar bey, Yahudilerin dinlerinde yaptıkları tahrifatlar gibi İslam’ın kaynaklarında da oynamalar olmuş demekle ne kadar da tehlikeli bir iş yaptığının farkında mıdır? Cenab-ı Allah’tan yazara feraset vermesini dilerim.
7. Yazar kitabının 156. sayfasında yine, Yahudilerin Tevrat’ı tahrif etmelerinin benzeri olarak Müslümanlar da şeriatlarını tahrif ettiler ve bu meyanda hadisler uydurdular demektedir. Önce şunu kesin olarak bilmek lazımdır ki, uydurma hadislerin tamamına yakınını Müslümanlar değil, münafıklar uydurmuşlardır. Ancak müdakkik İslam alimleri, “Hadis Usulü” ilmini geliştirmişler ve yapılan bu müdahaleleri gün yüzüne çıkararak bertaraf etmişler ve bu zalimlerin çabalarını inkıtaa uğratmışlardır. Yani mesele yazarın iddia ettiği gibi değildir. Ve Müslümanlar da hadis uydurmamışlardır. Çünkü beyan-ı ilahi ile açıklandığı üzere Kur’an-ı Kerim Yüce Mevlâ’mızın muhafazasında olduğu (Hicr Suresi, Ayet: 9) gibi, “O kendi hevasından konuşmaz” ( Necm Suresi Ayet 4 ) diye taltif buyurduğu elçisinin mübarek hadis-i şerifleri de elbette ki Rabbimiz’in koruması altındadır. Yazarımızın bunda hiç kuşkusu olmasın.
8. Ve yine yazar efendi 181. sayfada Tevrat ve İncil’in aslının bulunması için Müslümanları göreve çağırmakla işgüzarlık yapmaktadır. Bizzat her ikisi de Yahudiler tarafından tahrif edilen bu kitapların gerçeğini bulmak mümkün müdür ki, bulunabilsin? Bunların aslını bulmak için ancak Levh-i Mahfuz’a ulaşmak gerekir. Ayrıca elimizde Kur’an-ı Kerim gibi yüce bir kitap varken bu teklife ne hacet var! Onların aslı bulunsa bile zaten Kur’an’la onların hükümleri son bulmuş olduğundan ve kıyamete kadar hükmü baki olan kitap elimizde bulunduğundan bu teklif yersiz bir teklif değil midir?
9. Yazar 166. sayfada Ehl-i sünnet ulemasının Kur’an-ı Kerim’i te’vil etme konusunda daha önce muhalefet ettiği Mu’tezile’nin yoluna tamamen girdiğini iddia etmekte ve böylece Ehl-i sünnet alimlerine iftira atmaktadır. Yazar beye şunu soruyorum: “Eğer ehl-i sünnet uleması sizin iddia ettiğiniz gibi tamamen Mu’tezile’nin izine tabi olmuşsa, o halde bugün dahi çok bariz bir şekilde ortada olan ehl-i sünnet ile Mu’tezile arasındaki muhalefete ne mana vereceğiz. Çünkü Mu’tezile’nin tarih sahnesine çıkıp da Ehl-i Sünnete yaptığı muhalefeti bugün dahi her iki ekol arasında mevcuttur. Muhalefetin olmadığını görebilen Allah’ın bir kulu varsa lütfen beri gelsin.
10. Yazarımız 168. sayfada Kur’an-ı Kerim’deki genel hükümlerin özel sahaya çekildiğinin iddiasını ileri sürmüş ve bu iddiasına dayanak olması için de Kur’an’ın tercümanı konumunda olan Hz. Abdullah ibn-i Abbas (r.a.)’ın Ali İmran Suresi 188 nolu ayet-i kerimesi hakkındaki yorumunu malzeme olarak kullanmıştır. Bazı sahabe-i kiram (r.anhum) söz konusu ayetin münafıklar hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bu arada Hz. Muaviye (r.a.)’ın Medine valisi olan Mervan, Rafi’ ismindeki kapıcısını İbn-i Abbas’a gönderip ayet- kerime hakkında bilgi sual eder. Bunun üzerine İbn-i Abbas Hz.leri de ayetin ehl-i kitap (Yahudi ve Hıristiyanlar) hakkında nazil olduğunu söyleyerek arkasından da teferruatlı olarak ilgili açıklamaları yapmıştır. (Buhari, Kitab-ut Tefsir, Al-i İmran Suresinin Tefsiri)
Hal böyleyken yazar efendi, Hz. Abdullah İbn-i Abbas (r.a.) gibi, Hz. Ömer (r.a.)’in Bedir Ashabı ile beraber çocuk yaşta olmasına rağmen istişare meclisine dahil ettiği bir zat-ı muhteremi, nasıl olur da, sanki valinin gönlüne göre Kur’an-ı mânâlandırmıştır yaklaşımıyla itham altına alabilmiştir. El insaf… Yazar efendiye hadis-i şeriflerdeki ibareleri düzgün okuyup ve kelimelerin uçlarına lastik bağlamamasını tavsiye ederim.
11. Yazar 245. sayfada adet gören kadın ile ilgili meseleler çerçevesinde verdiği dökümanda Efendimiz (s.a.v.)’in bir hadis-i şerifini konu ile ilgili olarak getirmiş, fakat tercemesinin bir bölümünü yanlış olarak vermiştir. Şöyle ki: Sahabe-i Kiram (r.anhüm)’dan iki zat Efendimiz (s.a.v.)’e Yahudilerin adet halindeki kadın ile ilgili görüşlerini yeniden aktarınca, Resulullah (s.a.v.) sorulan soruyu kerih gördüğü için mübarek yüzünün rengi değişir. Bunun üzerine her iki sahabe de dışarı çıkıp giderler. Bu arada Efendimiz (s.a.v.)’e hediye olarak süt getirilir. Efendimiz (s.a.v.) belki gönülleri kalmıştır hasebiyle giden iki sahabenin arkasından sütü gönderip onlara içirir. Fakat yazarımız olayı yanlış aktarmakta ve teskin edilmesi için Hz. Peygamber (s.a.v.)’e sütün içirildiğini nakletmektedir. Yani misal caiz ise; keçisi çalınan müftünün haberini “müftü keçi çaldı” olarak vermektir.
12. Yine 303. sayfada Buhari ve Müslim’in ittifaken naklettikleri Hz. Musa (a.s.)’ın meleğin gözüne vurması hakkındaki sahih hadis-i şerifi muharref Tevrat kaynaklı olarak vermesi de yazarın düştüğü yanlışlardan bir tanesidir. Olayın aslı şöyledir: Cenab-ı Allah ölüm meleğini insan suretinde Hz. Musa (a.s.)’a gönderir. Hz. Musa (a.s.) meleği tanımadığından dolayı zarar verecek endişesiyle kendini koruma babında ona bir yumruk vurmuş ve gözünü kör etmiştir. Daha sonra gelişen durum karşısında bunun Allah (c.c.)’dan olduğu bildirilince ikinci defa gelen meleğe teslim olmuştur.( Buhari, Kitab-ul Cenaiz )
Evet bu olay yazarın iddia ettiği gibi muharref Tevrat kaynaklı olmayıp, İslam kaynaklıdır. Bu olayın meydana gelmesinde bazı hikmetler vardır: Gayb ilmi Cenab-ı Allah’ın ilminin tekelindedir. ( Al-i İmran Suresi, Ayet: 179, En’am Suresi, Ayet: 59) Eğer Cenab-ı Mevla gönderdiği elçisini tanıtmasa Hz. Musa (a.s.) gibi bir peygamber dahi gelen misafirin kim olduğunu tanıyamaz. Nitekim Hz. İbrahim (a.s.) da gelen misafirleri tanıyamamış.( Zariyat Suresi, Ayet: 27) Hz. Meryem de gelen Hz. Cebrail (a.s.)’ın kim olduğunu bilememiştir.( Meryem Suresi, Ayet:18) Eğer tanısalardı Hz. İbrahim (a.s.) yemek yemeyen meleklere yemek hazırlamaz ve Hz. Meryem de, kötülük yapması imkânsız olan melekten Allah (c.c.)’ya sığınmazdı.
13. Yazar bey 315. sayfada “Allah’ı hakkıyla takdir etmemek” başlığı altında yazdığı yazısında bazı Müslüman akımların, Yahudilerin yersiz ve mesnetsiz safsatalarının tesiri altında kaldığını iddia etmiş ve bununla ilgili olarak müracaat ettiği kaynağı yanlış tercüme ederek hatalarına bir tane daha eklemiştir. Olayın aslının kaynak kitaptaki izahatı şöyledir: (Alimler) yeryüzünün sürekli aşağıya doğru indiğini iddia eden dehrîlere karşı çoğunlukta söz birliği ederek, yeryüzünün yerinde durduğunu ve arızî olan zelzele veya benzeri şeylerle hareket ettiğini ileri sürerek, olayın dehrîlerin dediği gibi olmadığını ve eğer onların dediği gibi olursa, attığımız bir taşın yer kütlesine nazaran daha hafif olması hasebiyle yere düşmeyeceğine dair kanaat getirmişlerdir (El Fark-u Beyn-el Firak, s.330. A.Kahir Bağdadî). Yoksa yazarın iddia ettiği gibi taraflar arası ihtilaflar hiçbir zaman suçlamaya dönüşmemiş ve hiçbir Ehl-i Sünnet alimi bir başkası için de “sapık, rafızi, müşrik v.s.” ifadelerini kullanmamıştır.
14. Yazar kitabının 162. sayfasında Sıffin Savaşı’na değinmiş, Kur’an-ı Kerim sayfalarının mızrakların ucuna takılmasını bir savaş malzemesi olarak nitelemiş ve Hz. Muaviye (r.a.) ile Hz. Amr bin As (r.a.)’ın uygulamalarını “kötü yol” manasında olan “sünnet-i seyyie” olarak adlandırarak, sahabe-i kiram (r.anhum)’a dil uzatma gafletine düşmüştür. Halbuki Ehl-i Sünnet vel Cemaat’in bu konudaki akidesi: Sahabe-i Kiram (r.anhum)’un aralarında meydana gelmiş olan ihtilaflara karışmamak olup; bunu bir ictihat farkı olarak görmektir. Yazara da böyle bir düşünceyi nasib etmesini Cenab-ı Mevla’dan niyaz eylerim.
15. Kitabının 173. sayfasında yazar, hadis-i şeriflerin varlığı hakkında ileri sürdüğü iddialarıyla zihinlere şüpheler ilka etmenin peşine düşmüştür. Ve bu iddiasını Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kavl-i şerifinden bir bölümünü aldığı “Benden bir şey yazmayın ve kim benden Kur’an dışı bir şey yazmışsa onu imha etsin” mealindeki hadis-i şerifine dayandırmaktadır. Halbuki yazarın son kısmını kırptığı hadis-i şerifin devamı şöyledir: “Benden (gördüğünüzü, duyduğunuzu) anlatın ve (bunda) bir sakınca yoktur.” (Sahih-i Müslim, Nevevî Şerhi c.18, s.129) Bu konu ile ilgili olarak Kadı İyad (rh.a.) ilmin yazılması hususunda selef-i salihin arasında ihtilaf olduğunu, fakat yazılması gerektiğini savunanların daha çok olduğunu kaydettikten sonra, daha sonraları Müslümanların cevaz hakkında icma’ ettiğini ve bu konuda herhangi bir ihtilafın kalmadığını açıklamaktadır. ( A.g.e. c.18, s.129-130.)
İmam Nevevî (rh.a.) ise, hadis-i şeriflerin kitabeti hakkındaki muradın; Kur’an-ı Kerim ile karıştırılmaması için olduğunu, daha sonra sahabe-i kiram (r.anhum)’un ayet-i kerime ile hadis-i şerifi birbirinden ayırt etme tecrübesi kazanınca da yasağın kalktığını anlattıktan sonra, “ya da yasaktan muradın; aynı sayfa içerisinde ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerin beraberce yazılmamasıydı” demekte ve ayrıca daha sonra gelen hadis-i şerifin mezkur hadis-i şerifi nesh ettiğini söyleyenlerin olduğunu da izah etmektedir. ( A.g.e. c.18, s.130 )
16. Yazarın 182. sayfada çok açık bir şekilde sırıtan tahribatlarından birisi de Deccal ile ilgili hadis-i şerifleri “İsrailî hadisler” olarak kabul ederek, en sahih İslam kaynaklarında geçen bu konu ile alakalı hadis-i şerifleri inkâra kalkışmasıdır. Buhari ve Müslim başta olmak üzere muteber hadis kitaplarına bakıldığı zaman bu konudaki haberlerin yazarın iddia ettiği gibi İsrailî olmayıp, Nebevî haberler olduğu açık olarak görülecektir. ( Sahih-i Buhari, Kitab-ul Fiten – Sahih-i Müslim, Kitab-ul Fiten )
17. Yine bir yukarıdaki meselede olduğu gibi yazar efendi, hadis-i şeriflere olan rahatsızlığını açıklamaya devam etmesi yolunda “muharref Tevrat kaynaklıdır” iftirasını kitabının 111. sayfasında da sürdürmeye devam etmiş ve bazı nehirlerin cennetten çıktıkları hakkındaki Nebevî haberi kafasına sığdıramamıştır. Sahih-i Müslim’de Hz. Resulullah’ın (s.a.v.) şu mealdeki bir hadisi geçmektedir: “Seyhun, Ceyhun, Fırat ve Nil bunların hepsi cennet nehirleridir”( Sahih-i Müslim, Kitab-ul Cennet, H.No: 2839 ) İmam-ı Nevevî bu hadis-i şerifi Kadı İyad’ın şöyle izah ettiğini nakleder: “Bunun iki te’vili vardır: Birincisi; “iman bu nehirlerin bulunduğu bölgelerde yayılır. (Mü’minlerin çoğunluğu buralarda yaşarlar).” İkincisi ise; ki kuvvetli olan görüş de budur. “Bu (Nebevî haber) zahiri manası üzeredir. Hakikaten bu nehirlerin içinde cennetten bir madde vardır. Çünkü cennet yaratılmış olup bugün mevcut haldedir” ve Ehl-i Sünnet vel-Cemaat’in de görüşü böyledir ( Sahih-i Müslim, İmam Nevevî Şerhi c.10, s.29.)
18. Yazar bey kitabının 150. sayfasında Hz. İbrahim (a.s.) ve Hz. Sara annemiz ile ilgili olarak Tevrat kaynaklı ve iftira içerikli bir olayı anlatmış ve yine hadis-i şeriflere karşı iftiravari tutumuna devam ederek sayfa 212 ve 30 nolu dipnot izahatıyla bu hadisenin İslam hadis külliyatına girmiş olan bir Yahudi hurafesi olduğunu ileri sürmüş ve başta Sahih-i Buhari olmak üzere birçok hadis kitabını itham altına almıştır. Buhari-i Şerif’te rivayet olunduğuna göre: (Sahih-i Buhari Kitab-ul Enbiya, Ümdet-ül Kari Şerhi c.12, s.408) Hz. Resulullah (s.a.v.) Efendimiz, Hz. İbrahim (a.s.)’ın bir tanesi; putperestlerin baram olan yerine gitmemek için “ben hastayım” demesi, (Saffat Suresi, Ayet: 89) bir tanesi de; putları kırdıktan sonra ve putperestlerin “Bunu ilahlarımıza sen mi yaptın ya İbrahim” tarzındaki sorularına karşı; “Hayır, şu büyükleri yapmış” demesi (Enbiya Suresi, Ayet: 62-63) ve bir tanesi de; yol güzergahı olarak bir yerden geçerken zalim bir hükümdarın Hz. Sara’ya herhangi bir kötülük yapmaması için onun hakkında “benim bacımdır” demek suretiyle (zahiren ve maslahata binaen) gerçeğe aykırı olarak konuştuğunu haber vermişlerdir.
Birinci ve ikinci olayın izahatı için sizleri tefsir kitaplarına bakmaya havale ederken; yazarın diline doladığı üçüncü madde olan “benim bacımdır” ibaresi ile ilgili olarak Buhari’nin şarihi Aynî’nin vermiş olduğu izahatlar ile sizleri baş başa bırakıyorum: “Bu zalim hükümdarın ya şahsi, yada batıl dinine dayalı olan bir prensibi vardı. O da; evli olan kadınlara kötülük yapmaktı. Hz. İbrahim (a.s.) Hz. Sara’nın iffetini bu zalim hükümdarın kirli pençesinden kurtarmak için bu kelimeyi kullanmış ve söylerken de, “din kardeşim” niyetiyle söylemiştir. (Sahih-i Buhari, Ümdet-ül Kari Şerhi c.12, s.407) Görüldüğü gibi işin hikmetinde tedbir vardır. Hadis-i şerifteki bilgiler de yazarın iddia ettiği gibi Tevrat’ın hezeyanlarından bir aktarma olmayıp, Efendimiz (s.a.v.)’in pâk ağzından çıkıp ve sahih senet ile günümüze kadar gelmiş olan mübarek sözleridir.
19. Yazar 284. sayfada tarihi bilgi yönünden bir hataya düşmüş ve Hıristiyanların meşhur Paul’unu Hz. İsa (a..s.)’ın havarisi olarak göstermiştir. Aslında Paul, Hz. İsa (a.s.)’ın havarisi olmayıp, Hıristiyanlığı asli mecrasından çıkarmak için daha sonra ortaya çıkıp kendisini dindar bir Hıristiyan olarak takdim eden bir Yahudi münafığıdır. ( El-Mesih Beyn-el Hakaki vel Evham, s.284 )
20. Yazar 227. ve 228. sayfalarda, Müslümanların peygamberlerini diğerlerinden üstün görme taassubunun Yahudilerden bir ithal olduğunu ve dolayısıyla bu fazilet iddialarının bir uydurmadan ibaret olduğunu savunmakla, fazilet konusuna inkarcı bir tavırla yaklaşmıştır. Halbuki bu faziletin varlığı Kur’an-ı Kerim’in ayetiyle sabit olduğu gibi, (Bakara Suresi, Ayet: 253) Efendimiz (s.a.v.)’in zat-ı muhteremlerinin şefaat-i uzma (büyük şefaatin) ve daha önce hiçbir peygambere ihsan edilmeyen ikramların sahibi olduğunu beyan buyuran hadis-i şerifleri sahih kaynaklarda bol miktarda geçmektedir. (Sahih-i Buhari, Kitab-üt Teyemmüm – Sahih-i Müslim, Kitab-ül Mesacid )
21. Yazar 231. sayfada “efdaliyet” sözcüğünü bir eleştiri silahı olarak kullanmaya devam etmiş ve müctehidlerin farklı yorumlarını bir millileşme olayı olarak tanımlanmış ve böylece fıkıh ulemasına iftira atma cürmünü işlemiştir. Halbuki fıkhî konulardaki ihtilaflar, asabiyet ihtiva eden bir milliyetçilik hareketi olmayıp, hayırlı olan bu ümmete Yüce Rabbimizin bir rahmet olarak ihsan ettiği dini bir zenginliktir. Ve lâkin yazar beyimiz her nedense bu güzide manayı dar olan havsalasıyla anlayabilme kabiliyetine sahip olamamıştır.
22. Yazar 293. sayfada “Dini Ahlakileştirenler” başlığı ile açtığı yazısında, tasavvuf erbabının her şeyden el-etek çekerek kendilerini tamamen iç alemini tezkiye etmeye vermelerini bir Yahudileşme temayülü olarak görmüş ve bunun, Yahudilerin Essseniler gurubuyla paralellik olduğunu iddia etmiş ve böylece tasavvuf erbabına iftira atmanın gafletine düşmüştür. Halbuki, hakiki tasavvuftan nasibini alamayıp ve “bize bir hırka ile bir lokma yeter” diyerek, caddenin ortasından çıkanların dışındaki tüm tasavvuf erleri, gece zahid, gündüz ise cihad ve ilimle meşğul olmuşlar ve bütün içtimai faaliyetlerin merkezinde yer almışlardır. Yazar efendi tüm tasavvuf erbabının değil, sadece İmam-ı Rabbanî ve İmam-ı Şamil (rh.aleyhima)’nın hayatına bakacak olursa, bu yanlış fikrinden vazgeçebileceğinin kanaatindeyim.
23. Yazar 80. sayfada Müslümanlar arasındaki görüş farklılıklarının Yahudilerdeki gibi siyasî çekişmelerin bir neticesi olarak ortaya çıktığını ve dolayısıyla bunun bir asabiyet ürünü olduğunu iddia etmektedir. Halbuki, Müslümanlar arasındaki gerek fıkhî ve gerekse akidevî ihtilaflar, yazarın iddia ettiği gibi siyasî ve asabî (ırkçı) sebeplerden dolayı olmayıp, tamamen dinî nasların yorum farkları münasebetiyle meydana gelmiştir. Mesele daha önce de arzetmiş olduğum gibi, dinî hayatın daha geniş bir alanda yaşanmasına yardımcı olunması için, Cenab-ı Allah’ın Müslümanlara ihsan ettiği bir hediyesidir.
24. Sayfa 238’de bir çok mealcinin düştüğü hataya yazarımız da düşmüş ve “Aşağılanarak maymun olun” ifadesindeki “hasiin-aşağılanma” tabirini olayın muhatabı olan Yahudiler için değil de, bunu maymunun sıfatı olarak aktarmıştır. Yani Cenab-ı Allah’ın suçu işleyen Yahudilerin alınlarına sürmüş olduğu lekeyi, günahsız olan maymun hayvanının alnına çalmış ve böylece tabiri caiz ise; suçlu sandalyesindeki mel’un Yahudileri kaldırmış ve onların yerine masum olan bir hayvanı oturtmuştur.
25. Yazarın kitabında işlediği en büyük hatalarından biri de 116. sayfadaki “Beni Avf Yahudileri Mü’minlerle birlikte bir ümmettir” hadis-i şerif-i mealinde ümmet kelimesini yanlış olarak anlamasıdır. Efendimiz (s.a.v.) hadis-i şerifin devamında: “Yahudilerin dini kendilerine, Müslümanların dini kendilerine” buyurmakla zaten açık bir şekilde meselenin anlamını izah etmişlerdir. Hadisteki “ümmet” kelimesi lügatte; bölük, cemaat ve yol manasına gelmektedir. (Ehter-i Kebir, Ümmet Maddesi) Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Yahudileri de bir ümmet olarak vasıflandırmakla; onların da bir insan gurubu olduğunun, bir millet olduğunun altını çizmiş ve “Medine Vesikası”na dahil etmekle de beşeri münasebetler yönünden stratejiler geliştirmiştir. Ayrıca bu anlaşma, yazarın iddia ettiği gibi bir “Tevhid Konfederasyonu” değil, Efendimiz (s.a.v.)’in Yahudi şerrini etkisiz kılmak için onların fitne ve fesatlarının önüne inşa etmiş olduğu bir koruma seddidir. Nitekim bir nifak planıyla anlaşma metninin altına imza atan Yahudiler, Resulullah (s.a.v.)’in vahye dayalı olan tedbirlerini aşamayınca çok geçmeden anlaşmanın maddelerini çiğnemeye başlamışlar ve netice olarak da; bir kısmı (Beni Nadr ve Kaynuka Yahudileri gibi) sürgünle ve bir kısmı da (Beni Kureyza Yahudileri) gibi işin faturasını canlarıyla ödemişlerdir.
Ayrıca yazar, Efendimiz (s.a.v.)’in Yahudilere karşı yumuşak tavır sergilediğini iddia etmiş ve buna delil olarak da Bakara suresinin 62. ayetini meselenin uygulama alanı olarak göstermiş ve bunu yaparken de; Kur’anî inanca davet mesajını aynen günümüzdeki “diyaloğcular”ın mecrasına çekerek, kendisi de yanlış bir metodun altına imza atmıştır. Söz konusu ayet-i kerimedeki “iman edenler”den maksadın Kur’an-ı Kerim’in halihazırdaki salikleri değil, Efendimiz (s.a.v.)’in risaletinden önceki fetret dönemindeki Hanif dini üzerinde olan Varaka bin Nevfel, Kus bin Saide ve bunların benzeri kişiler, yada zahiren iman edip, batinen kafir olan münafıklar olduğunu başta Kurtubî, Ebussuud Efendi Alusi ve Nesefî olmak üzere diğer bütün kaynak tefsirlerimizin tamamına yakını zikretmişlerdir.( Bakara Suresi 62. ayet ile ilgili olarak adı geçen tefsirler )
Ayrıca daha sonra nazil olan Maide suresinin 82. ayeti de Yahudilerin şirretliğini beyan babında Müslümanlar için düşmanlık bakımından en şiddetlisi olarak Yahudileri bizlere tanıtmıştır. Görülüyor ki, Hz. Resulullah (s.a.v.) in Yahudilere yaklaşımı yazarın iddia ettiği gibi değil, onların fitnelerini etkisiz kılmak yönünde olmuştur.
26. Kitabın 290. sayfasında İslam ümmeti içerisinde birbirlerine karşı yapılan muhalefetlerden dolayı öyle zamanlar gelmiştir ki; “Bu dönemde her şey birbirine karışmıştı. Özellikle doğrular ve yanlışlar…” denmiş ve elde sağlam sayılabilecek dini bir metodun kalmadığı iması verilmiştir. Yani İslam’ın tüm ahkamının sanki batılla karma-karışık bir hale girdiğinin iddiası yapılmıştır. Halbuki yazar beyin karanlık bir tablo olarak çizdiği zaman da dahil olmak üzere, Kıyamete kadar hakk üzere amel edecek olan bir taifenin bu ümmetin içinde daima açık bir şekilde var olacağını bizzat Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz haber vermişlerdir. ( Sahih-i Müslim, Kitab-ül İman, Hz. İsa (a.s.)’ın nüzulü babı )
27. Yazar kitabının 270. sayfasından itibaren “Gündem Nasıl Saptırılır?” başlığı altında bazı münafık ve Haricilerin İslam Alemi’ne bulaştırmış oldukları İsrailiyat ve hurafeleri söz konusu etmiş ve bu vesileyle tefsir, hadis, fıkıh ve tasavvuf ulemasına dil uzatarak, bu zevatı faydasız ve boş şeylerle uğraşmak ile itham etmiştir. Halbuki ulema-yı kiram bir yandan dine dahil edilmeye çalışılan zararlı parazitlerle uğraşırken, diğer yandan da gerek ilmî ve gerek içtimai ve gerekse zalim ve fasıklarla mücadele babında da siyasî yönden gayet faydalı çalışmalar sergileyerek ömürlerini tüketmişlerdir. Gerçek İslam tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Bu konuda da yazar beyin gözü bu mümtaz şahsiyetlerin müfid olan çalışmalarını değil, maalesef sadece tahribat cephesinin hezeyanlarını görebilmiştir.
28. Yazar 289. sayfada dinin her meselesinde aklı öne çıkaran Mu’tezile’yi övmekte ve onları, zalim yöneticilerin icraatlarına karşı çıkan bir ekol olarak takdim etmiştir. Kitabının bir çok yerinde öne çıkarmış olduğu sünnet muhalifi görüşlerini, aklın kurnazlığı ile sulandırarak bir tuzak kılıfı içerisinde okuyucuya servis yapan yazar bey de, acaba bir Mu’tezilî olmasın mı!? Yazarın Mu’telize müntesiplerini zulme başkaldıran bir zümre olarak tanıtması şöyle dursun; halbuki İmam-ı Ahmed (rh.a.) gibi hadis ve fıkıh ilminin deryası olan bir imam başta olmak üzere daha birçok zevat, Mu’tezilî akım mensuplarının yönlendirmesiyle zamanın idarecileri tarafından işkence ve eziyetlere tabi tutulmuşlardır.
29. Yazar kitabının 242. sayfasında sünnete bir tarif getirmiş ve sünneti; “kimlik bilinci” olarak adlandırmış, sakal bırakma, bıyıkları kısaltma ve saçın arkaya taranması veya ikiye ayrılması gibi fiili uygulamaların sünnet olmadığının hezeyanını savurmuştur. Yani sünnetin tatbikatta değil de, sadece kalbin batınında olduğunun iddiasını yapmıştır. Yazıklar olsun, hem de çok yazıklar olsun bu batınî ve batılî yaklaşımcıya ki, Allah Resulü (s.a.v.)’in “Müşriklere muhalefet ediniz (onlara benzemeyiniz.) Sakallarınızı bırakınız, bıyıklarınızı da iyice kesiniz” (Tecrid-i Sarih, c.2, s.464, Kitab-ı Libas H.No: 1997) ifadesiyle buyurmuş olduğu hadis- i şeriflerine yazar beyimiz acaba nasıl bir kılıf uyduracaktır. Evet, sünnet tabi ki sadece şekil ile iktifa edilen bir hadise değildir. Amma ve lâkin yazar beyin anlattığı gibi, nebevî uygulamadan uzaklaştırılıp kalbin derinliklerindeki hücrelerde hapse konularak ağzı batınî duygularla kapatılmış olan bir duygu da değildir. Sünnet; Efendimiz (s.a.v.)’in gerek kavlî (sözlü), gerek fiilî (uygulamalı) ve gerekse takrirî (başkasından görüp de uygun bulduğu) yaşantısının tamamının adıdır. Yazar bey, Hz. Resulullah (s.a.v.)’in ve aynı zamanda her devirde ve her millete gönderilen bütün peygamberlerin (a.s.) de sünneti olan sakal bırakmayı, kendisine göre önemsiz bir fiil olarak gördüğünden dolayı mı acaba; Yüce Rabbimiz tarafından ilahî ziynet olarak ikram edilen sakalını derisinin altını gösterecek miktarda yontmaktadır.
30. Yazar 120. sayfada da “Resulullah’ın Tevratla Hükmetmesi” başlığıyla Efendimiz (s.a.v.)’e iftira atmış ve bu iddiasıyla da bizzat kendisini iftiracı Yahudilerin iftira zincirine bir halka olarak tutuşturmanın zilletine düşmüştür. Çünkü böyle fikirleri Mescid-i Aksa kıble halinde iken; “Muhammed bizim kıblemize yöneliyor, öyleyse kendisi bizi takip ediyor” gibi iddialarla Yahudiler gündeme getirmişlerdir. Şimdi yazar bey de, Efendimiz (s.a.v.)’in Yahudileri ilzam etmek için Tevrat’ı onlara okutması olayını kendince gerekçe göstererek Resul-i Kibriya (s.a.v.) Efendimizin de Yahudileşme temayülüne girdiğinin iddiasını mı yapmaktadır.
Evet, Hz. Peygamber (s.a.v.), recm cezasını, hakkeden Müslümanlara uygulamış olduğu gibi Yahudilere de uygulamıştır. Ancak bu uygulamanın Tevrat’ta da var olduğunu onlara okutması; “bakın sizin kitabınızda da bu hüküm vardır” diye Yahudileri ilzam etmek içindi. Burada Tevrat ile hükmetmek gibi bir konu kesinlikle söz konusu değildir. Acaba Tevrat ile İncil’in asıllarında var olup da, Kur’an-ı Kerim’in de konuları arasında yer alan; tevhid inancı, namaz, oruç, zekat vs. inanç ve ibadetleri Müslümanlar yaptıkları zaman, yazara göre bir Yahudileşme temayülüne mi girmiş olmaktadırlar? Yazar beye, kitabına almış olduğu hadis-i şerifin şerhine bakmasını tavsiye ederim. ( Sahih-i Müslim, İmam-ı Nevevî Şerhi c.11, s.208 )
Muhterem Okuyucu,
Bu saymış olduğum maddeler yazarın kitabındaki yanlışların ancak bir bölümüdür. Bu risaleyi daha fazla uzatmamak için bu kadarıyla iktifa ettim. Cenab-ı Mevlamız’dan cümle Müslümanları sırat-ı müstakimden ayırmamasını ve hidayetine mahzar kıldıktan sonra kalplerimizi tekrar zeyh (mahvolma-Haktan uzaklaşma) çukuruna düşürmemesini niyaz eder, saygılar sunarım.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
ByNoKTa
Administrator

Administrator
ByNoKTa


Mesaj Sayısı : 1009
Kayıt tarihi : 28/04/09
Yaş : 42
Nerden : Erzurum

Mustafa İSLAMOĞLU Yahudileşme Temayülü Adlı Eserindeki Hatalar Empty
MesajKonu: Geri: Mustafa İSLAMOĞLU Yahudileşme Temayülü Adlı Eserindeki Hatalar   Mustafa İSLAMOĞLU Yahudileşme Temayülü Adlı Eserindeki Hatalar Icon_minitimePaz Ocak 03, 2010 11:13 am

kısa surede o kadar cok konuya el attınkı ben bıle yetısemıyorum sagol varol
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.bynokta.com
 
Mustafa İSLAMOĞLU Yahudileşme Temayülü Adlı Eserindeki Hatalar
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Mustafa İSLAMOĞLU Üç Muhammed Adlı Eserindeki bazı önemli Hatalar
» Kıyamda İşlenen Hatalar
» Namazda yapilan hatalar (Video)
» MUSTAFA (s.a.v) DUASI
» mustafa karataş

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi :: 

Reddiye Kitabı Ve İslama Davet ( Nasıl Müslüman Olurum )

 :: Ehli Sünnet inkarcılarına Reddiye
-
Buraya geçin: