iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi
Vakit Namazınızı Kıldınızmı?

Hoş Geldiniz Forumdaki Konulardan Tam Anlamıyla Faydanalabilmek İçin Giriş Yapınız Uye Degılsenız 1 Dakıkanızı Ayırarak Kayıt Olunuz---ByNoKta
iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi
Vakit Namazınızı Kıldınızmı?

Hoş Geldiniz Forumdaki Konulardan Tam Anlamıyla Faydanalabilmek İçin Giriş Yapınız Uye Degılsenız 1 Dakıkanızı Ayırarak Kayıt Olunuz---ByNoKta
iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi

CİNLERE, ŞEYTANLARA, İFRİTLERE ve DİĞERLERİNE, BÜYÜYE VE SİHRE KARŞI İNSANLARIN KALESİ ( SİTEMİZDEKİ HERŞEY ÜCRETSİZ ve KARŞILIKSIZDIR )
 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Hazret-i Şeyh Abdurrahim Reyhan Erzincani

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
Dadas
Yeni Üye

Yeni Üye
Dadas


Mesaj Sayısı : 69
Kayıt tarihi : 14/05/09
Yaş : 40
Nerden : ERZURUM

Hazret-i Şeyh Abdurrahim Reyhan Erzincani Empty
MesajKonu: Hazret-i Şeyh Abdurrahim Reyhan Erzincani   Hazret-i Şeyh Abdurrahim Reyhan Erzincani Icon_minitimePtsi Kas. 16, 2009 11:22 am

Abdurrahim Reyhan Hazretlerinin babası, Muhammed Beşir Efendi Hazretlerinin büyük oğlu olan âlim ve fazıl Hüseyin Efendi, annesi de Tubi Hanımdır. Abdurrahim Reyhan Hazretleri, 1930 yılında Erzincân’ın Karakaya (Keleriç) köyünde dünyâya teşrif buyurmuşlardır.

Abdurrahim Efendi Hazretlerinin nasıl bir himmet yağmuru içinde gelişen seyirle kemâllendirildiğini, yine kendileri beyan eder:

“Annem çok kuvvetli bir ‘Râbıta Sahîbi’ idi. Her gözünü yumuşta dedem ile, yani Muhammed Beşir Efendi Hazretleri ile görüşürmüş. Bize hamile iken çok hikmetli rüyalar görmüş. Mesela bir rüyasında, melekler tarafından yerden göğe kadar kurulan bir merdivenden çıkarılarak bütün semavât âlemi ve Cennetler kendisine gezdirilmiş ve ‘Bu iltifatlar size, karnınızda taşıdığınız (çocuk) dolayısıyla Melâike-yi Kirâmın ikrâmlarıdır’ denilmiştir.

Yine annemin anlattığına göre; ben, Dede Paşa Hazretleri'nden ders aldıktan bir müddet sonra, siyahlar giyinen uzun boylu ve vakur bir zâtın boz renkli atını duvardan içeri atlatıp, beni kucaklayarak terkisine aldıktan sonra, yine atını duvardan dışarı atlatıp götürdüğünü görmüş ve bu hâdiseden korkup endişeye düşmesi üzerine hatîften bir sadânın: ‘Korkma! O, Hızır Aleyhisselâmdır; oğlunu hediyesi ile berâber getirecek, ‘görülmemiş bir post’ ile birlikte iade edecektir’ demesi üzerine sakînleşmiştir. Babam annemden bu rüya ve hâlleri kimseye anlatmamasını istermiş.

Beş erkek ve iki kız olmak üzere yedi evlat sahîbi olan babam, en çok beni severdi. Beni okutmayı, zâhirî ilim sahîbi yapmayı çok isterdi. Ama ömrü buna vefâ etmedi. Ondört yaşımda iken babam vefât etti.

Kendimi bilmeye başladığım yıllarda, içimde öyle bir his vardı ki sanki daha önce büyümüş, her şeyi görüp öğrenmiş, sonra tekrar küçülmüştüm. İçimde bir Mürşidin kudsîyetini idrak eden, O'nun sevgisini, aşkını, hasretini duyan bir cihet, böyle bir his vardı. Dedemin zamanına yetişememiş olmama çok üzülür, ağlardım. Sanki Dedemin büyüklüğünü, makâmının kudsîyetini, kemâlatını tamamen müşahede etmişim gibi O’na âşıktım, yangındım. Ona ulaşamamaktan üzgün ve bitkindim.

Babamın vefâtında bir akşam evimize kısa bir taziye ziyâretinde bulunan ve daha sonra bir daha görmediğim Dede Paşa Hazretleri’nin çok büyük bir Zât olduğu, tevazuu, kemâlatı, sohbetleri, beyitleri, aşkı, muhabbeti, bütün ihvanlar ve büyüklerimiz arasında söylenir, tekrarlanır olmuştu. Kendisine içimizde bir sevgi belirmekle berâber, ‘Mürşid’ olduğu ve inabe verdiği hususlarında kesin bir bilgim yok idi.

1957 senesinin sonbahâr aylarında bir rüya gördüm: İstanbul’da Haydarpaşa İskelesi’nden bir vapura koyun doldurmuşuz. Koyunların sevk ve idaresi Dede Paşa Hazretleri'ne aitmiş. Bu koyunlar bir anda boyları, renkleri, giyimleri ve güzellikleri bir çırpıda tepeden tırnağa bembeyaz elbiseler giymiş, sayısı belirsiz, nûr gibi, hûrî gibi birer kız hâline geliyorlar. Bunları Dede Paşa Hazretleri ile birlikte Karaköy tarafına getirdik. Dede Paşa Hazretleri orada emretti ki:

“Şimdi Bunları al... Galata Köprüsü’nden Eminönü tarafına geçireceğiz. Ben önden yürüyüp onları çağıracağım. Onlar peşimden gelecekler. Sen geride kalanları toparla getir.”

Yürüyoruz, Galata Köprüsü dolu doluya. Bazen bembeyaz renkte bir koyun sürüsü, bazen beyaz elbiseler içinde hûrî gibi, melek gibi kızlar şeklinde görünüyorlar. Böylece Eminönü tarafına geçtik. Ben de uyandım. Uyanır uyanmaz, Dede Paşa Hazretlerine bir gönlüm aktı, bir muhabbet duydum ki hemen gidip kendisine kavuşmak arzusu, dayanılmaz bir his hâline geldi. Yani öteden beri Dedem'e duyduğum aşk, sevgi, muhabbet, iştiyak aynen bu tarafa çevrildi. Fakat bu dayanılmaz arzuyu, çeşitli sebepler ve mecburiyetler dolayısıyla üç ay gizlemek zorunda kaldık.

Aradan üç ay geçtikten sonra bir gün işittik ki Dede Paşa Hazretleri Erzincân’a gelmiş ve bizim bulunduğumuz yere teşrif etmek üzere imiş. Bu haberi duyunca elimdeki çay bardağını tutamaz oldum. Rahatsızlığımı beyan ederek meclisten ayrıldım. Ne olduğunu kelimelerle anlatamayacağım bir hâl ile evimize koştum. Evin içine girmedim. ‘Merek’ dediğimiz, hayvânların otunu, samanını, yemini koyduğumuz yere kendimi attım. Orada çırpındım, yuvarlandım, ağladım, haykırdım, sızlandım. Üstüm başım, elim, yüzüm ot, saman ve toza bulanmıştı; ama biraz sakînleşmiş, durulmuştum. Kalktım, üstümü başımı çırpıp fırçaladım. Elimi yüzümü yıkadım. Bir abdest tazeledim. Yavaş yavaş, biraz önce ayrıldığım ve şimdiki Dede Paşa Hazretleri’nin bulunduğu Muharrem Efendinin evine gittim. Heyecanım hâlen geçmemiş olmakla berâber, şuurum biraz yerine gelmişti.

Haşa, bir bilgim olduğundan değil, sanki birisi bana tarif etmiş gibi Dede Paşa Hazretleri’nin bulunduğu odaya girmeden ‘üç İhlâs, bir Fâtihâ’ okudum. Önce ‘Peygamber Efendimizin’, sonra sırası ile ‘Şâh-i Nakşibendî Hazretleri’nin’, ‘Pîrlerimizin’ Rûhuna hediye ettim ve yavaş yavaş Dede Paşa Hazretleri’nin bulunduğu odanın kapısını araladım. Bir ayağımı içeri attım, diğer ayağım dışarıda, boyu beş metreden fazla olan odanın kıble tarafındaki peykenin üzerinde oturan Dede Paşa Hazretleri’ni görür görmez, oracığa, kapı aralığına düşüp bayılmışım. Daha gerisini hatırlamıyorum. O zaman Dede Paşa Hazretleri beni bizzat kucaklayıp kaldırmış, odaya almış, bir süre sonra gözümü açtığımda ilk defa bedenen Dede Paşa Hazretlerinin huzurunda idim. Mübârek, iki bardak çay getirtmiş. Birisi kendisi için, biri benim için. Şekerini bizzat karıştırarak, bir annenin evlâdına, çocuğuna içirdiği gibi çayımı mübârek elleri ile bana içirdi. Bu arada, Dede Paşa Hazretlerinin elbiseleri, oda, bardak, kâşık, her şey gâyet açık bir lisânla zikre başladılar. Bunu apaçık görüyor ve duyuyordum.

Yatsıya kadar bir kendime gelip, bir geçiyordum. Nihayet, yatsı namazı kılındı. Hatme okundu. Dersimizi aldık ve evimize döndük. ‘Boy abdestimi’ alıp, ‘tevbe namazına’ durduk. Sağ tarafımdaki duvara yaslanmak istemiştim. Birden duvar ortadan kalktı. Orada Dede Paşa Hazretleri'nin olduğunu hissettim. Sonra ‘Nûrdan Vücûdu'nu gördüm. Bizim de ‘vücûdumuz’ ‘Nûra Nûr’ oldu. Ortada vücud, ceset, madde diye bir şey kalmadı. Her yer, her şey, ‘Nûr’ oldu. Nûr içinde kaybolduk. Bu durumda nasıl oldu bilmiyorum. Namazda ne okudum, eksik mi, fazla mı okudum bilmiyorum. ‘Tevbe namazını’ Dede Paşa Hazretleri ile birlikte kıldık. Sonra yatağa doğru yöneldim. Başımı batıya, yüzümü kıbleye gelmek üzere yatağa girdim. Ama hemen uzanmadım. Heyecan ve şaşkınlığın verdiği zorlukla her gün yatmadan önce okuma ihtiyatında bulunduğum ‘üç İhlâs, bir Fâtihâyı’ okudum. Bir de baktım ki Dede Paşa Hazretleri yine duvardan zuhûr etti. Fakat görünüşü zâhirde bildiğimiz bir görünüş değil. Bütün vücûdu değil, yalnız omuzdan yukarısı görünüyor. Ama o mübârek azametli sakalının her bir telinden hâsıl olan ziyâ, ayın, güneşin, ışığını kapatacak kadar parlak; bir türlü yatamıyorum. Yatsam uyuyamıyorum. Gözümü kapatsam da açsam da aynı “Nûrdan Cemâl"i görüyorum. O geceden sonra bir yıl süre ile nerede olursam olayım, gözümü kapatır kapatmaz, Dede Paşa Hazretleri'ni o manevî vücûdu ile güzelliği, haşmeti ve heybeti ile hep karşımda gördüm.

Diğer bir müşahedemiz söyle cereyan etti:

Dedemin veya Dede Paşa Hazretlerinin olan büyük bir üzüm bağı oluyor. Bu bağda büyük bir çadır kurulmuş. Dede Paşa Hazretlerine ait bargâh, çadır; çadırın içerisinde “Makâm’ı” varmış. Orada yatar kalkarmış. Ziyârete gittim ki çadırın önünde bir arslan var. O arslan ağzını açtığı zaman değil bir insân, bir köyü, bir kasabayı bile yutacak cesamette. Mübârek Dede Paşa Hazretleri bana buyurur ki: "- Bağdan üzüm al, ye!"
-“Efendim, nasıl üzüm alayım? Bu arslan hemen insânı yutar!” diyorum.
Bu sefer buyuruyor ki: "- Bizden gâfil olursan, o arslan seni yutar. Bizden gâfil olmazsan bir şey yapamaz."
Hâl olarak müşahede ettiğimiz bu âlemdeki arslan, nefs-i emmâremiz; üzüm de Dede Paşa Hazretlerinin nispetine işârettir.

Geceleri hiç uyuyamıyorum. Ama sabahleyin bütün gece uyumuş gibi “dinç” kalkıyorum. Mübareğe öğle gönlüm aktı ki ne mal, ne iş, ne hayât; hiç bir şeyin önemi yok. Tek arzum O’nu görmek ve O’nunla olmak.

Bir seneden sonra başka şeyler başladı. Gözümüzün önüne, siyah zemin üzerine Peygamber Efendimiz'in İsm-i Şerifleri yazılı "büyük büyük levhalar” getirmeye başladılar. Bu levhalardan da kuvvetli bir “nûr” neşrolmakta ve bizi ihâta etmekte idi. Bu nûr ihâtasında vücûdumuz ortadan kayboluyor, nûra gark oluyorduk. Bir zaman da böyle devam etti.

Daha sonra bir süre de bize kabristanları gezdirdiler. Pîr-i Abdurrahman Tâğî Hazretleri'nin, Gavs-ı Azam Hazretlerinin, Abdülkâdir Geylani ile Şah-ı Nakşibendî Hazretleri'nin bir arada gösterilen kabr-i şeriflerini ziyâret ettirdiler.

Bunlar olup biterken ne uyku hâlindeyim, ne de uyanık durumdayım. Tarif edilemeyen ikisinin ortası bir hâldeyim. Sonra akşamdan sabaha kadar uyusam, bile uyumamış gibi abdestime sahip oluyorum. Bu arada Dede Paşa Hazretleri, bizim tahsilimiz için, binbaşı rütbesinde, sıhhatli, arslan gibi bir hoca tahsis buyurdu. Bana Arabi ve Farisi dersleri ile Ledünnî ilmini okutturdu.

Efendim, böyle bir yanda kabristan ziyâretleri, bir yandan Peygamber Efendimiz'in isimlerini nûr şeklinde aksettiren levhalar... Arabi, Farisi ve Ledünnî dersleri ile meşgûl olup giderken, öyle bir hâl oldu ki Allah’ı görecekmişim gibi bir his, bir bekleyiş içine girdim.

Peygamber Efendimiz'in İsm-i Şerifleri yazılı levhaları uzun süre seyredip, onların nûru ile ihâta olmamız sonunda, Peygamber Efendimiz'e de bir yakınlığımız oldu. Sevgimiz arttı, ondan da istimdad talep edebilir olduk.

Neticede öyle bir an geldi ki; Her an Allah’ i görecekmişim gibi bir his içimi doldurdu. Bir kuşIuk vakti evimde yalnızdım. Yüzüm Erzincân’a dönük olarak oturuyorum. Her an biri gelecekmiş, ilk seste, ilk harekette Allah’ı görecekmişim gibi kesin bir kanâat içinde o anı bekliyorum. Bir anda altı cihet Lâfza-i Celâl ile doldu. Bunlardan hâsıl olan nûrun içinde kaldım. Vücûdum Lâfza-i Celâllerde yok oldu. Bu nûr deryâsında ne kadar kaldım bilemiyorum.

Bu arada Dede Paşa Hazretleri ile sayısız defalar bir araya geldik. Hatta bir defasında, uyku ile uyanıklık arasında iken Dede Paşa Hazretleri geldi. Ön dişini tepemden başıma geçirdi. Vücûdum yok oldu. Dede Paşa Hazretleri de yok oldu. Artık biz Dede Paşa Hazretleri olmuştuk. Dede Paşa Hazretleri ile buna mümasil pek çok berâberliklerimiz oldu.

Bir gece yatsı namazından sonra, yatağa girdim. Henüz uyumamıştım. Birden hayretle müşahade ettim ki etrâfımdaki her şey, bütün eşyâ, mekan Allah’ı zikrediyor. Bütün dünyâ bir levha hâlinde önüme getirildi. Dağlar, sular, denizler, ağaçlar, bütün canlı ve cansız mevcudat açık bir lisânla Allah’I zikrediyor. Bu arada bizim vücûdumuz o kadar büyüyor ki bir vehme, bir korkuya düşüyorum ve derhal Dede Paşa Hazretleri'nin Velâyetine sığınıyorum ve hemen yetişiyor.

Daha çok acayip şeyler gördük. Mesela, bir defasında masa üstüne örtülen bir masa örtüsünün, saçaklarını teşkil eden her bir ipliğin ucunda birer ağız olduğunu, bu ağızların içinde net olarak görülen, dillerin, devamlı olarak Allah’ı zikrettiklerini açıkça gördük. Ama bu gibi hâllere lüzumundan fazla kıymet vermedik. Bunlardan aslâ gurur duymadık. Allah’a şükür zâhirde çok hoş görülen bu hâllerin hiç birini, hiç bir yerde mevzu etmedik.

İşte böyle, yıllar boyu Dede Paşa Hazretleri bu acize defalarca gözümüz ve şuurumûz açık olarak o mübârek Cemâl sıfâtını da göstermiştir, Celâl sıfâtını da... Celâl Sıfâtında insânın bin tane yüreği olsa dayanamaz. Cemâl sıfâtı ise artık ne bileyim, ne doymak mümkün; ne tariflere sığar.

Şimdi bunlar geçti. Çok gerilerde kaldı. Ama, şimdi biz ne durumdayız efendim... Her türlü hatadan, gururdan, benlikten Allah’a sığınırım. Ne ilmimiz, ne amelimiz, ne de hizmetimiz itibariyle bir kıymetimiz yok. Ama ne yapalım, bir emirdir verilmiş. İhsânlarına şükür: “AMELİM HAVF ü RECÂ, MAKÂMIM DA Şems-i Hudâ ZERRESİYİM”; yani işim korkmak, yalvarmak, bütün ihvan için korkmak, onların havfını çekmek, onlar için kaygılanmak, onlar için yalvarmak... "

Abdurrahim Reyhan Efendi Hazretleri'nin kendi beyanlarıyla aslında mâhrem olan bu sohbetin kaydedildiği kasetten aynen aktarılanlar, yıldırım hızıyla kat etmiş bulundukları feyz ve nûr deryâsından, ancak bir katre; belki bir katre bile değildir. Zira Sâlih Baba;

Sâlih'em Şeyhim güneştir ben anın zerresi

Zerre hiç eyler mi şems-i tâbân ile bahs

beytiyle Evliyâullahtan bahsetmenin, O'nun kemâlini anlatmanın mümkün olamayacağını ifade etmiştir. Ancak bizler bir mecburiyet karşısında kaldığımız için aciz idrakimizle O'nun yüce velâyetine sığınârak bir kaç cümle arz ediyoruz.

Kendi ifadesiyle izah buyurdukları o sonsuz nimet hâllerini bizzat yaşayarak geçirdikleri halde, bunların geçmişte kaldığını, işinin korkmak ve yalvarmak olduğunu, hatta ne ilmi ne de ameli olduğunu belirterek sonsuz bir tevazu örneğini sâfiyetle ifade buyurmuşlardır.

İnsânlar için; hele ihvanlar için ifade edilmeyecek derecede şefkat ve merhamet sahîbi olup, ismi ile müsemmâdır. “Harîsun aleyküm” âyet-i kerimesindeki tecellî sırrı her hâliyle kendinde aşikar görülmektedir. Hatta zâhiri rahatsızlıklar konu edildiğinde, kendisine “İhvan için sağlık, ihvan için ömür istiyorum” buyururlar.

Dergâhta bir iki kişi bile buIunsa onları bırakıp hane-i saâdetine teşrif etmez, rahatına zaman ayırmaz. Ancak ihvanların istek ve ısrarı üzerine hane-i saâdetine teşrif ederler. Müntesiplerinin yanına gelip zorluklara girmelerine râzı olmaz, Türkiye’de ve dünyâda şehir-şehir, bölge-bölge gezerek ihvanlarıyla berâber olur; sohbetleriyle onları irşâd eder; fedâkarlığın misilsiz örneğini sergilerler. Hatta bu davranışlarını o kadar tâbii lutfederler ki bunu kendileri için bir emirmiş gibi telakki ederler. Teşrif buyurdukları beldelerde aşkın, muhabbetin, feyzin hududu olmaz; ancak ihvanlardan zâhir ayrılış, kendilerini üzer ve hatta her seferinde ağlatır.

Bütün insânlığa kucak açan, “Ne olursan ol gene gel” düsturunu gerçek anlamda uygulayan, “Bizim tarîkatimiz günâhkarlar tarîkatidir”, “Bize günâhı olan, günâhını bilen gelsin”, “Günâhı olmayan bize gelmesin” diye çok geniş bir çizgi ile irşâd görevini ifa ederken insânlara kudret elini uzatır, ümitsizliğe imkan bırakmayacak sığınak yeri olduğunu, her çeşit insân müracaatı ile ortaya koyarlar.

Sohbeti ve sükutlarıyla, ihvanları feyzyâb buyurmaları ziyâretlerine gidebilen herkesin malumudur. “Nefsini bilen Rabbini bilir” hadîs-i şerifinin izahına yönelik “İnsân, sır, halkıyet, mâhlukat vs.” daha bir çok konulardaki sohbetlerinin farklılığı:

Ey birâder sözlerime dut gulağ

Sanma ani söyleyen dil ya dudağ

beytindeki manayla mütenasip olduğu, maksadsız olan bir çok şahıs tarafından çeşitli defalar ifade edilmiştir ki bunlar intisâblı olan kimseler de değillerdir.

Tarîkatlar ve kolları ile ilgi buyurdukları şu sohbet, her müntesibi kendi kapısı yönünde itikat ve ihlâs yönünde hızlandırıcı, yönlendirici, yol gösterici, birleştirici, tefrikayı ortadan kaldırıcı olması bakımından şayanı dikkattir.

“Her müridin kendi meşâyihini Kutb-ul Aktâb görmesi, o müridin hakkıdır. Ama başka meşâyihi küçük görmesi hakkı değildir. Velev ki kendi mürşidi Kutb-ul Aktâb olmasa da müridin ihlası sebebiyle zamanın kutbu o müridin meşâyihi sûretine girer ve o müridin rûhuna hizmet eder. “ Herkes kapısını tanısın, ihlâsla bağlansın" manasını işâret eden bu düstur ancak kâmil ve mükemmillerin kârıdır.

Bize deryâyı vahdetten haberler söyleyen gelsin

Hakîkat güllerin görüp bizi mest eyleyen gelsin

beyti “Sohbet” türü ve tarzının tercümanıdır. Aşağıdaki beyit kendilerine intisâb eden bir dervişindendir:

Nutk-u Pâkindir Efendim bana burhandan lezîz

Zîr-i hâkindir Efendim bana dermândan lezîz

Abdurrahim Reyhan Efendi Hazretleri’ nin Fatıma isimli zevcesinden doğma, Vehbi Efendi ve Avni Efendi adlı iki oğlu ile Rabia Hanım adında bir kızı vardır.

Altın silsilenin varisi olan Abdurrahim Reyhan K.S. Hazretleri bu veraset nisbetini dünyânın dört bucağında bütün haşmetiyle devam ettirmiştir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Hazret-i Şeyh Abdurrahim Reyhan Erzincani
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» ABDURRAHİM REYHAN HAZRETLERİ
» Bayburdî Dede Paşa - HAZRET-İ ŞEYH MUSA BAŞTÜRK
» Mukayaseli Tahlil... Abdürrahim KARAKOç
» Gençliğe Mesaj... Abdurrahim KARAKOç
» Şeyh İsa(k.s.a)

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
iSLAMi GiZLi iLiMLER SiTESi :: 

İslamiyet ( Her Müslüman 'a Lazım Din 'i Bilgiler )

 :: Tarihi ve Dini Kişilerin Biyografileri
-
Buraya geçin: